Sydney’den Los Angeles’a uçan Oceanic Havayolları’nın 815 sefer sayılı uçağının düşmesiyle, kazadan sonra hayatta kalan 48 yolcu kendilerini, ıssız, tropik ve gizemlerle dolu bir adada bulurlar. Kurtulma umutları giderek zayıflarken yaşam mücadelesiyle geçirdikleri her yeni gün, adada bazı karanlık ve korkutucu olayların gelişmekte olduğu işaretlerini vermektedir.
Yolcular bir arada yaşama çözümleri ararken içlerinden biri, Jeff Hadley, giderek kendi iç dünyasına gömülmekte. Ünlü bir ressam ve profesör olan Jeff, skandallar ve kalp kırıklıklarıyla dolu hızlı bir hayatın ardından düştüğü adada karanlık bir ilham perisinin etkisinde çizimlerine devam ediyor… Ancak geçmişteki hayatıyla hesaplaşması sürerken suçluluk ve vicdan azabından kurtulmuş değil. Gördüğü korkunç kâbuslar, gerçek mi düş mü bilemediği imgeler ve duyduğu sesler onu neredeyse esir almış durumda…
Acaba ada, gizlerini Jeff’le paylaşacak mı?
I
JEFF HADLEY YARATIĞIN gözlerinin içine baktı.Figür karanlıktı. Yüzü ise belirsiz ama tedirgin ediciydi. Tam olarak seçilmemesine rağmen hain gözleri nefret dolu bakışlarla ateş saçıyordu. Hareket etmiyordu ama duruşu tehdit ediciydi, tıpkı saldırmaya hazır bir yılan gibi.
Canavar gibi şeyin hemen yanında ona benzer başka uğursuz yaratıklar yarı görünür halde pusuya yatmış, sessiz ama dehşet vererek ilerlemeye hazır şekilde bekliyor gibiydiler. Onların arkasında ise garip, anlaşılmaz semboller gizemli bir şekilde havada uçuşuyordu. İşaretler sanki tuhaf, tercüme edilmesi imkânsız bir dil gibi görünüyordu. Jeff onları çözümleyebilse içinde bulunduğu gizemin İpuçlarına ulaşabileceğini düşündü.
Önündeki korkunç şeylere bakan Jeff’i dehşet ve korku dolu bir his kapladı ve onu ter içinde bıraktı. Bu canavarlar nereden gelmişti? Cevap sorunun kendisinden bile daha tedirgin ediciydi. Onların sadece tek bir yerden çıkmış olabileceğini biliyordu Jeff zihninin içinden.
“Ahbap!”
Jeff sesin geldiği yere hızla döndü. İçinde kaybolduğu kendinden geçme halinden, sarsılarak çıkmış gibiydi. Hurley onun arkasında duruyor, büyük bedeni bulunduğu alanın neredeyse tamamını kaplıyordu. Şimdiye kadar hiç kimse, Jeff’in stüdyoya dönüştürdüğü bu bölgeye davetsiz girmemişti. Ağaçlardan oluşan yoğun çalılığa sadece aşağı sarkan, kalın yapraklı ağaç dallan arasındaki dar geçitten tırmanarak girilebiliyordu. Jeff adaya giriş hakkı kazanan bütün vatandaşlar arasından Hurley’nin buraya gelme olasılığı en az olan kişi olduğunu düşünmüştü. Hurley bir buzdolabı kadar kaba ve iri bîr yapıya sahipti, bu kadar zorlu bir girişten kolayca geçebilecek bir vücudu yoktu. Jeff ne zaman Hurley’nin yanında dursa, kendini Oliver Hardy’nin yanındaki Stan Laurel kadar küçük hissediyordu. Hurley’nin etkileyici boyutlarına karşılık. Jeff çok daha kıvraktı uzun ve ince. Şimdi ise normal halinden daha da zayıftı. Taranmamış saçları bakıra çalan kızılsarı tonundaydı. Sakalı öyle düzgün ve Öyle zar zor uzuyordu ki, kazazede olarak gecen bütün bu zamandan sonra bile yüzündeki kıllar kaba bir sakala dönüşmemişti.
Jeff. Hurley’i sadece şöyle böyle biliyordu. Yine de onu diğer kazazede yoldaşlarından daha iyi tanıyor sayılırdı. Fakat Jeff. Hurley’i arkadaşı olarak kabul etmemesine rağmen, bu genç adamın yanında kendini daima rahat hissediyordu. Hurley’nİn diğerlerini rahatlatan nazik ve alçakgönüllü tavrında bir şey vardı. Bir İskoç kayıtsızlığı ile Jeff, genç adamın dürüstlüğü ve samimiyetini hayat verici buluyordu. Jeff’e çok Amerikanvari görünüyordu bu tavır. Böylece bir iş yaparken yarıda kesilmesini sevmemesine rağmen, gelenin mesela Locke yerine Hurley olduğunu gördüğünde sevindi. Jeff, Locke’u sevmiyordu. Ona hiç güvenmiyordu.
“Merhaba Hurley” dedi Jeff. “Senin için ne yapabilirim?”
Hurley hemen cevap vermedi. Jeff’in üzerinde çalıştığı çizimlere bakarken hayretten donakalmışa benziyordu.
Sonra, kendine gelerek, “Yarın hep birlikte yiyecek toplamak için bir araya geliyoruz. Var mısın?” dedi Hurley.
Kahretsin, diye düşündü Jeff. Stüdyonun dışında bir gün. Diğerleriyle uğraşılması gereken bir gün. “Tabii.” dedi.
Hurley devam etti. “Locke domuzların nerede olduğunu biliyormuş. Tuzak kurmayı başarırsa, bir kaçımızın domuzu geri taşıması gerekecek.”
“Başka kimler gidiyor?”
Hurley isimleri söylerken parmaklarıyla da teker teker saydı. “Sen, ben, Locke, Michael Michael’i biliyor musun?”
Jeff “Sayılır,” dedi. Aslında Michael’i hiç tanımıyordu. Adada herhalde isimlerini bildiği yarım düzineden az kişi vardı.
Hurley devam etti. “… Ve belki Sawyer. Ama hiçbir kesinliği yok bunun. Sawyer dışarı çıkmaktan fazla hoşlanmıyor.”
Jeff omuzlarını silkti. “Kim hoşlanıyor ki?”
Hurley, “Değişiklik olarak biraz et yesek iyi olur. Meyve ve balık yemekten çok yoruldum, her lanet olası gün balık ve meyveden başka bir şey yok,” dedi.
Jeff güldü. “Kabul etmeliyim ki bu meyveler burada olduğumuz ilk haftalarda midemi bozdu. Ama giderek alışıyorum. Uzun zamandan beri ilk kez kendimi daha sağlıklı hissediyorum.”
“Evet,” dedi Hurley. “Ada Diyeti. Benim dışımda herkesin işine yarıyor.”
“Hadi. yapma.” dedi Jeff. “Ü2erinden en azından bîr ton kadar ağırlık atmış gibi görünüyorsun.”
“Bu ne anlama geliyor?”
Jeff aklından küçük bir hesap yaptı ve “Mmm. yaklaşık 7 kilo ediyor,” dedi.
Hurley şüpheli fakat memnun bir şekilde baktı. Bildiği kadarıyla, adaya geldiğinden beri bir gram bite kaybetmemişti, ama iltifat iltifattı. “İyi,” dedi Hurley. “Demek ben de daha formda görünüyorum.”
Jeff “Yarın ne zaman yola çıkacağız?” dedi.
“Gün doğumunda,” dedi Hurley. “Locke’un söylediğine göre kat etmemiz gereken çok yol varmış.”
Jeff daima kendi ile baş başa kalmayı tercih ederdi ve bütün bir gün, adada, o gizemli Locke ile gezme fikrini beğenmiyordu. Şimdi bunu bir kere daha düşünme zamanı olduğunda. Jeff bu yiyecek arayışının oldukça çekici bir fikir olduğunu kabul etti. Bir gezinti ona iyi gelebilirdi. Son zamanlarda, stüdyoda giderek daha fazla zaman geçiriyordu. Yalnızlık arzusu günden güne büyüyordu. Agorafobik olabileceğini bile düşünmüştü, tabii aslında, uçak kazasından kurtulan herkesi bîr araya toplasanız bile yine de çok büyük bir kalabalık etmezdi. Ama hakkındaki teşhisi ne çıkarsa çıksın, Jeff’in kendi kendine rahatlık ve huzur bulduğu gerçeği değişmiyordu. Ayrıca, böyle kendini daha korunaklı hissediyordu. Ama neye karşı? Ya da kime karşı?
Stüdyo yalnızlık arayan bir adam için mükemmel bir sığınaktı. Çalılıklar yüzünden dört bir yandan da görünmüyordu ve ağaçların büyük bir kısmı sarkan dallar ile birleşip tepeyi kapamıştı, neredeyse Jeff’in geldiği kırsal İskoçya’daki yapraklarla kaplı damlar gibi sızıntıya karsı korunaklıydı ve ayrıca gölgelik sağlıyordu.
Jeff bu küçük alanı tamamen kaza sonucu keşfetmişti. Çarpışmadan kurtulanların çoğu kumsalda yaşamayı tercih etmişti, her gün bir kurtarma uçağı ya da gemisinin bir an için bile olsa görüneceğini umuyorlardı. Kalanlar ormanın daha iç kısımlarına taşınmıştı, onlar da bol bir kaynağın yakınındaki bir mağarada yaşıyorlardı. Jeff, bu iki gruptan sonuncusunu kaderciler olarak görüyordu bu adada uzun zaman, belki de sonsuza kadar mahsur kalacaklarını kabul edenler. Onlar buraya alışıyorlardı; kumsaldakiler ise hiç değişmeyen bir umutla yaşıyorlardı. Ya da korku ile.
Jeff kendisini hiçbir grupla rahat hissetmiyordu. Yemek bulmak için kurulan gruplara yiyecek bir şeyler bulmak ve yakacak odun toplamak için katılıyordu, ama diğerleriyle çok fazla konuşmuyor ve en temel ilişkileri bile kurmaktan kaçıyordu. Bir gün, avlanma grubunun kalanından uzakta bir yerde aranırken, sık yeşilliğin içinde bir açıktık gözüne ilişti ve hiç düşünmeden yavaşça yürüyerek içeri girdi. Bulduğu şey karşısında çok sevinmişti. Geriye dönüp baktığında, ilk düşüncesinin burayı barınak değil de, saklanacak bir yer olarak kullanmak olmasının biraz garip olduğunu düşünüyordu. Neden diğer herkesten saklanmak için bir yere ihtiyaç duyduğu Jeff’in kendisine bile soramadığı bir soruydu. Ama orada garip bir çeşit ilhamın olduğunu biliyordu. Bir kere içeri girince yeniden yaratmaya başlamıştı, hem de uzun süredir ilk defa. Bu yere stüdyosu olarak bakmaya başlamıştı. Ve yavaş yavaş burası onun evi olmuştu. Jeff enkazın ortasında valizini bulabilmiş şanslı kazazedelerden biriydi. Bavulu stüdyonun bir kenarında duruyordu. Diğer kenarda Jeff’in üzerini uçaktan bulduğu bir battaniye ile kapladığı yapraklar, çimen ve samandan yapılmış kalın rahat bir minder vardı. Hurley. şimdiye kadar burada ağırladığı ilk misafirdi.
Jeff, Hurley’nin son çizimlerine yine dikkatle baktığını fark etti. “Ahbap,” dedi, “Bu karmakarışık.” Basını umursamazlıkla yana çevirdi, biraz güldü ve ekledi, “ama bir şekilde iyi de. Biraz, hmm. heavy metal gibi.”
Jeff bu iki uçlu İltifata nasıl cevap vereceğini bilmiyordu. “Ben de aynı şekilde hissediyorum,” dedi.
Hurley yanında yere çömeldi. “Sen bir sanatçısın, değil mi?”
Jeff doğrularcasına başını öne salladı. “Öyleydim.”
Hurley bir el hareketi yaptı. “Bana hâlâ Öylesin gibi geliyor,” dedi. “Yani bütün şu eşyalara bak. Bu, sanki biraz tuhaf… Ama sevdim.”
Stüdyo, tahta parçalarından, çamurdan ya da balık kılçığından yapılmış heykeller, çizimler ve alışılmadık objelerle doluydu. Çalışmaların bazıları insanı andırıyordu, fakat çoğu soyuttu: Jeff’in ilginç bulduğu sade şekiller veya garip ve şaşırtıcı biçimde sıraladığı desenler. Jeff. hemen hemen bütün gününü burada çalışarak geçiriyordu, bir objeden ya da çizimden diğerine geçiyordu. Ve aslında adada yasayan hiç kimse daha önce bunlardan birini görmemişti.
Bu onlar için değil, diye düşünüyordu Jeff. Bu benim için.
Hurley, “Aklından gecen garip şeyler olsa gerek. Altmışlarda uyuşturucu bağımlısı filan miydin sen?” dedi.
Jeff güldü. “Ben 1970 senesinde doğdum,” dedi. “Yani cevabım hayır.”
“Peki. o zaman”, dedi Hurley, “O zaman seksenlerde bir uyuşturucu bağımlısı olmalısın.”
Jeff kafasını salladı. “Yine yanlış. Asla uyuşturucu bağımlısı olmadım. Asla gerçeklen cok içki içen birisi de değildim. Oldukça durgun bir hayat yaşadım.” Hah, diye düşündü Jeff. İste günümün ilk yalanı.
“O zaman bu çılgınca fikirleri nereden buluyorsun?” diye sordu Hurley. Yine kalktı ve stüdyoda boydan boya yürüdü, tek tek her parçayı inceledi.
Jeff omuz silkli. Hurley’e bütün bunların eskiden yaptığı sanattan, bir zamanlar Britanya’da en ünlü genç sanatçılar arasında yer atmasına neden olan İslerden ne kadar farklı olduğunu nasıl açıklayacağını bilmiyordu. Bu giderek artan, rahatsız edici şekillerin nasıl birdenbire hayal dünyasında ortaya çıktığını, onu nasıl çok korktuğu şeyleri yaratmaya zorladığını anlatamazdı. Doğrusu, geçen sene olan bir sürü şey vardı, Okyanus Havayolları uçak kazasının önce……