Akla verdiğim önem her geçen gün azalıyor. Bir yazarın, izlenimlerimize ilişkin bir şeyleri ancak akıldan bağımsız olarak yakalayabileceğini, yani kendine ait bir şeylere ve sanatın tek konusuna, aklı bir kenara bırakarak ulaşabileceğini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Aklın bize “geçmiş” diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Aslında hayatımızın her saati, tıpkı kimi hal yerden kurtulmak, gelip benim şiir ve hayat hazineme katılmaktı.
Ama onu kurtaracak gücü kendimde bulamıyordum. Ah! Böyle bir anda aklın bana hiçbir yararı olamazdı. Biri alçak, biri yüksek, parlak döşeme taşlarına tekrar basmak, aynı duruma dönebilmek için geriye doğru birkaç adım attım. San Marco vaftizhanesinin hemzemin olmayan kaygan döşemesinde ayağım aynı duyuyu yaşamıştı. O gün bir gondolun beni beklediği kanalın üzerine vuran gölge, o saatlerin bütün mutluluğu, bütün doluluğu, o duyuyu tanımamın ardından sökün etti ve o günün kendisi benim için tekrar canlandı.
Aklın bu tür dirilişlere faydası olmaması bir yana, geçmişe ait saatler, sadece aklın onları canlandırmak için medet ummadığı nesnelere gizlenirler. Yaşadığınız saatlerle bilinçli bir şekilde ilişkilendirmeye çabaladığınız nesnelerde kendilerine bir sığınak bulamazlar. Udžstelik bir başka şey onları diriltse de, bu nesneyle yeniden doğduklarında şiirsellikten yoksun olurlar. Hatırlıyorum da, bir tren yolculuğu sırasında, vagon penceresinden bakarak önümden geçen manzaradan izlenimler edinmeye çalışıyordum.
Kırdaki küçük mezarlığın yanından geçerken her şeyi yazıyor, ağaçların üzerindeki ışık şeritlerini, Vadideki Zambak’ı hatırlatan yol kenarındaki çiçekleri not ediyordum. Daha sonra, o çizgi çizgi ışıklı ağaçları, kırdaki küçük mezarlığı düşünüp o günühatırlamaya çalıştım sık sık; günün kendisini kastediyorum, soğuk hayaletini değil.
Hiçbir defasında başaramıyor, artık umudumu kaybetmeye başlıyordum ki, geçen gün öğle yemeği yerken, kaşığımı tabağa düşürdüm. Çıkan ses, o gün istasyonlarda makasçıların tren tekerleklerine çekiçle vururken çıkardığı sesin aynısıydı. Aynı anda, o sesi duyduğum günün kızgın, parlak güneşi ve günün tamamı, bütün şiirselliğiyle hafızamda canlandı, bir tek kasıtlı gözlem amacıyla yakalanmış ve şiirsel diriliş bakımından kaybedilmiş köy mezarlığı, çizgi çizgi ışıklı ağaçlar ve yol kenarındaki Balzac’vari çiçekler hariç.
Bazen de, heyhat, o nesneyle karşılaşırız, kayıp duyu bizi irkiltir, ama zaman fazlasıyla uzakta kalmıştır, o duyuyu adlandıramaz, ona seslenemeyiz, dirilmesi imkânsızdır. Geçenlerde bir kilerden geçerken, bir cam bölmenin kırık kısmını örten yeşil bez parçası, ansızın durup kendimi dinlememe sebep oldu. Bir yaz güneşi duygusu geliyordu. Neden?
Hatırlamaya çalıştım. Bir güneş huzmesinde yaban arıları görüyor, masanın üzerinde duran kirazların kokusunu alıyordum, ama hatırlayamadım. Bir an, sanki gece yarısı uykudan uyanmış da nerede olduğumu bilmezmiş, hangi yatakta, hangi evde, dünyanın neresinde, hayatımın hangi yılında olduğumu çıkartamazmış gibi, bulunduğum yerin bilincine varabilmek için bedenimin yönünü anlamaya çalıştım.
Bir süre böyle duraksayıp, yeşil bez parçasından yola çıkarak, belli belirsiz uyanan hafızamın odaklanması gereken yerleri, zamanı aradım körü körüne. Hayatımın bütün karışık, bildik ve unutulmuş duyularını birden gözden geçiriyordum; bu durum birkaç saniye sürdü ancak. Sonra artık hiçbir şey görmez oldum, hafızam temelli uykuya dalmıştı.
Arkadaşlarım benim böyle bir gezintinin ortasında, önümüzde uzanan ağaçlı bir yolun başında ya da bir ağaç kümesinin karşısında durup beni biraz yalnız bırakmalarını rica edişime kimbilir kaç kez şahit olmuşlardır! Naϐile! Geçmişi kovalarken güç toplamak için önce gözlerimi kapatıp hiçbir şey düşünmez, sonra birdenbire tekrar açarak o ağaçları ilk seferki gibi görmeye çalışırdım, ama onları daha önce nerede gördüğümühatırlayamazdım bir türlü.
Biçimlerini tanırdım, yerleşimleri, oluşturdukları desen, gönlümde titreyen, sevdiğim, esrarengiz bir ϐigürün kopyasını andırırdı adeta. Ama daha fazla bir şey bilemezdim; ağaçlarsa, o saf ve tutkulu duruşlarıyla, kendilerini ifade edemedikleri için, benim çözemeyeceğimi anladıkları sırrı bana söyleyemedikleri için ne kadar hayıϐlandıklarını dile getirirlerdi sanki.
Kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarpmasına sebep olacak kadar aziz bir geçmişin bu hayaletleri, tıpkı Aineias’ın Cehennem’de karşılaştığı gölgeler gibi âciz kollarını bana uzatırlardı. Çocukluğumun mutlu günlerindeki kentin etrafında yaptığımız gezintilerde miydi, yoksa daha sonra, annemi rüyamda çok hasta gördüğüm o hayalı̂dünyada, gece boyunca havanın aydınlık olduğu, göl kenarındaki ormanda, artık bir rüyadan ibaret olan çocukluğumun ülkesi kadar gerçek diyebileceğim rüya ülkesinde mi?
Hiçbir zaman bilemeyecektim. Beni yolun köşesinde bekleyen arkadaşlarımın yanına gitmek zorunda kalırdım; bir daha göremeyeceğim bir geçmişe temelli sırt çevirmenin, şeϐkatli ve âciz kollarını bana uzatarak adeta “Dirilt bizi” diyen ölüleri inkâr etmenin sıkıntısını yaşardım. Arkadaşlarımın arasına, sohbetlerine dönmeden önce son bir kez dönüp karşımda kıvrılan anlamlı ve dilsiz ağaçların uzaklaşan çizgisine bakar ve giderek daha az anlardım.