Yıl 1939… Joseph Vaughan, küçük bir kasabada yaşayan on iki yaşında bir çocuk… Tüm kötülüklerin içinde meleklere inanan, Azraili kasabadan uzak tutmaya çalışan, suçu hep kendinde arayan, büyüdüğünde Azrail’i kendi içinde bulan masum bir çocuk…
Joseph Vaughan’ın hayatı kendi yaşlarında küçük bir kızın vahşice tecavüze uğrayıp katledildiğini öğrenmesiyle tamamen değişir. Bu, yaşadığı kasabanın hayatını da gelecek on yıllık dönemde derinden etkileyecek bir dizi cinayetin ilkidir. Joseph ve arkadaşlarının kurduğu Muhafızlar adlı grup kasabayı içlerinde yaşayan bu şeytandan korumak için uğraşır, ama tüm çabalar boşa çıkar. Küçük kızlar öldürülmeye, korku kasabanın sokaklarında gezmeye devam eder. Ta ki yıllar sonra maskeler düşene, geçmişin sırları akıllara durgunluk veren bir gerçeğin ardından çıkana kadar…
Derler ki beyaz bir tüy, bir meleğin ziyarete geldiğinin işaretidir. Joseph Vaughan bulduğu beyaz tüyün, yaşamını karartacak olan Azrail’e ait olduğunu biliyordu.
“Sürükleyici olaylarla okuyucuyu sayfaların içine çeken bu büyüleyici hikâye, son ana kadar sizi dehşetin karanlığından ve kederin gölgesinden ayırmayacak. R. J. Ellory’nin bilinmezliğin derinlerinde gezinme yeteneği onu gerilim romanlarının ustası yapıyor. Gecenin geç saatlerinde okunacak muhteşem bir yazar.”
— Clive Cussler
***
GİRİŞ
Çatırdayan kemikleri andıran silah sesleri.
Sonu gelmeyen gürültüsü, ağır metalik ritmi, çekiç darbesi gibi ayak sesleri, metrosu, ayakkabı boyacıları, tıkalı kavşakları, sarı taksileri, âşıklarının atışmaları, geçmişi, tutkusu, vaatleri ve yakarışlarıyla New York…
New York silah seslerini, sanki yalnız bir kalbin atarken çıkardığı ses kadar önemli değilmişçesine, hiç zorlanmadan yutuyor.
Kimse böyle bir kalabalığın ortasında bu sesleri duymuyor.
Belki diğer sesler yüzünden.
Belki de kimse kulak vermediğinden.
Otelin üçüncü katındaki pencereden içeriye dolan ay ışığına yakalanmış toz bile ateşlenen silaha karşı aniden hareketlenerek, maceracı bir şekilde yoluna devam ediyor.
Hiçbir şey olmuyor, ne de olsa burası New York. Öylesine çok insan kazaya kurban gidiyor ki, bu artık neredeyse sıradan bir durum; akılda bile kalmıyor, kolayca unutulup gidiyor.
Şehir nefes almaya devam ediyor. Kısa bir süre sonra yeni bir gün başlayacak, böylesine ehemmiyetsiz bir ölüm bunu geciktirecek güce sahip değil.
Bu sadece bir can; ne daha azı, ne daha fazlası.
Ben bir sürgünüm.
Bir an duruyor ve ne uğruna harcandığını görmek için şöyle bir geriye dönüp hayatıma bakıyorum. O güne dek karşılaştığım karmaşanın, çılgınlığın, gaddarlığın, insanlığın parçalanmasına şahit olduğum olayların tam ortasındayken görüyorum ki iyi günlerim de olmuş. Aşk, tutku, umut, bir şeylerin daha iyiye gideceğine dair iyimser beklentiler… Sürekli olarak bir görüntüyle karşı karşıyayım: Ben Salinger’ın ‘Yakalayıcı’sıyım*, insanın omzuna kadar gelen çavdarların olduğu tarlanın kenarında durmuş, dalgalanan renk cümbüşünün arasında oynayan çocukları dinliyorum. Birbirlerini kovalarken attıkları kahkahaların ve oynadıkları oyunların sesini -ki buna çocuklara özgü o ses de diyebilirsiniz- duyabiliyor ve tarlanın kenarına ne zaman yaklaşacaklar diye tetikte bekliyorum. Çünkü tarla sanki boşluktaymış gibi hiçbir yere bağlı olmaksızın havada serbestçe süzülüyor. Çocuklar tarlanın kenanna gelirlerse aşağıya düşmelerini engelleyecek zamanım asla olmayacak. Bu yüzden onlar uçurumdan yuvarlanmadan önce orada olmak için büyük bir çaba sarf ediyor, dikkat kesilmiş bir halde onları dinliyorum. Biliyorum ki, bir kez aşağıya düştüler mi, bir daha ayağa kalkamayacaklar. Yok olacaklar. Yok olacak ve unutulacaklar.
Benim hayatım buydu işte.
Makaraya sarılmış ipliğe benzeyen, ne derece dirençli olduğu belirsiz, ne kadar uzun olduğu bilinmeyen bir hayat… Aniden sona erecek mi, yoksa sonsuza dek sürecek mi kestirilemeyen, devam ettikçe daha çok insan için bağlayıcı olan bir hayat… Bir an için pamuktan farksız, dikiş atıldığında bir gömleği zar zor bir arada tutabilecek kadar zayıf bir iplikken, başka bir an üçlü dokunmuş sağlam bir urgan; su, kan, ter ve gözyaşını geçirmemesi için her bir teli ve lifi katranlanmış ne bükülmüş bir ip… Koca bir ahırı idare edebilecek kadar uzun ve dayanıklı bir halat, sel sularına kapılmış boğulmakta olan bir çocuğu kurtarabilecek, azgın bir kısrağı raptedecek ve iradesini kıracak, işlediği suçlar yüzünden bir adamı ağaca bağlamaya yarayacak, bir yelkenliyi çekecek, bir günahkârı asacak sağlam bir ip…
Sımsıkı tutulacak ya da ilgisiz ve ihmalkâr ellerin arasından kayıp gidecek bir hayat… Ama ne olursa olsun bir hayat…
Ve biliyoruz ki bir aldık mı ikinciyi, ikinciyi aldık mı üçüncüyü istiyor, elimizde olanı akılsızca harcadığımızı hemen unutuyoruz.
Zaman iyimser bir misina gibi dosdoğru ilerliyor, haftalar ayları, aylar yılları kovalıyor. Akan zamanla birlikte şüphenin bir anlık kalp atışı duruyor, bu hayatı yaşamanın ödülü yitip gidiyor.
Yaşanan özel anlar, telgraf telinin üstündeki kargalar gibi düzensizce sıralanmış, işte biz bu anları hatırlıyoruz ve unutmaya çalışmıyoruz, çünkü genellikle geriye kalan ve sözünü edebileceğimiz tek anlar bunlar.
Ben bu anların hepsini ve daha başkalarını hatırlıyor, bazen hayal gücümün hayatımı şekillendirmekte bir rol oynayıp oynamadığını merak ediyorum.
Bu hep böyleydi, her zaman da böyle olacak: hayat…
Şimdi hayatımın son faslındayken bugüne dek neler olup bittiğini anlatma zamanının geldiğini hissediyorum. Çünkü ben buydum ve her zaman bu olacağım. Bir hikâye anlatıcısı, bir masalcı… Eğer hükmüm, benim kim olduğum veya bugüne dek yaptıklarım üzerinden verilecekse varsın öyle olsun.
En azından bu, gerçeğin ta kendisi olarak bir kenarda durur; buna isterseniz vasiyetname, hatta itirafname gözüyle de bakabilirsiniz.
Sessizce oturuyorum. Ellerimde kanımın sıcaklığını hissediyor, nefes almaya daha ne kadar devam edeceğimi merak ediyorum. Önümdeki ölü adamın bedenine bakıp adaletin az da olsa tecelli ettiğini düşünüyorum.
Şimdi geriye, ta en geriye dönüyoruz. Dilerseniz siz de bana eşlik edin, çünkü sizden isteyebileceğim tek şey bu. Bugüne dek birçok şeyi yanlış yapmış olsam da, sizden bu kadarını isteyecek kadar doğrularımın olduğuna inanıyorum.
Nefes alın; tutun, verin. Her şey sessiz, sakin olmalı, çünkü geldiklerinde, sonunda benim için geldiklerinde onları işitebilecek kadar sessiz olmak zorundayız.
BİR
Söylenti, dedikodu ya da bir halk inanışı… Ortaya nasıl çıkmış olursa olsun, derler ki beyaz bir tüy, bir meleğin ziyarete geldiğinin işaretidir.
1929 yılının Temmuzu’nda, bir çarşamba sabahı ben de beyaz bir tüy gördüm; uzun ve inceydi, daha önce gördüğüm tüylerin hiçbirine benzemiyordu. Kapıyı açtığımda süpürgeliğin hemen kenarında görmüştüm onu, sanki içeriye girmek için sabırla beklemiş ve koridordaki cereyanla odama taşınmıştı. Eğilip yerden aldım, dikkatle tutup anneme gösterdim. Annem yastıktan düşmüş olabileceğini söyledi bana, bu sözleri uzun bir süre düşündüm. Yastıkların meleklerin tüyüyle doldurulması mantıklıydı. Rüyalar buradan geliyordu işte, siz uyurken aklınıza sızan meleklerin hatıralarıydı. O tüy buna benzer şeyler üstüne kafa yormama yol açtı. Mesela Tanrı gibi… Mesela annemin bize sıklıkla sözünü ettiği, İsa’nın günahlanmız yüzünden çarmıha gerilmesi gibi… Kafamı böyle şeylere takmazdım aslında, asla dindar bir çocuk olmamıştım. Geride kalan yılların ardından ikiyüzlülüğün ne olduğunu anlayacaktım. Görünen o ki, bir şey söyleyip ardından tam tersini yapan adamlar yüzünden darmadağın bir çocukluğum olmuştu. Köyün papazı Peder Benedict Rousseau bile ikiyüzlünün biri, şarlatanın, dolandırıcının tekiydi. Bir eli Kutsal Kitap’ın yolunu işaret ederken, diğer eli rahibenin pilili eteğinin altında gezinirdi. O zamanlar, gerçekten böyle şeyler görmemiştim. Çocuklar, algılama yetenekleri üstün olmasına rağmen yine de seçici bir biçimde kördürler. Her şeyi görürler elbette, buna hiç şüphe yok, ama gördüklerini önsezilerine uyacak şekilde yorumlamayı tercih ederler. Aynı şey tüy için de geçerliydi ve ben başka hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan onu bir kötülük alameti, bir uğursuzluk işareti olarak görmüştüm. Meleğim beni ziyarete gelmişti. Buna inanıyordum, buna tüm kalbimle inanıyordum ve o gün gerçekten de alışılmışın dışında tamamen farklı şeyler yaşanmıştı. O gün her şeyin değiştiği gündü.
Azrail o gün geliverdi. Hem de ustalıkla, sistemli ve bilinen üslupları hiçe sayarak Hamursuz Bayramı’na, Noel’e, tüm dini gelenek ve yerleşik ananelere saygısızlık eder bir biçimde… Azrail, vadesi dolan bir ömrün tahsilatını yapmak üzere gelmiş bir vergi memuru gibi soğuk ve acımasızca çıkıverdi ortaya. Azrail geldiğinde, eşelenmiş toprakla kuru toprağın ortasında, etrafım kuşotu, alevçiçeği ve keklik üzümüyle çevrili halde bahçede duruyordum. O sanırım babamın tarlasıyla, şu Kruger’lerin tarlası arasındaki sınırdan, High Yolu yönünden gelmişti. Yürüyerek geldiğini sanıyorum, çünkü daha sonra baktığımda nal ya da bisiklet izi görememiştim. Eğer Azrail, yere basmadan hareket etmek gibi bir yeteneğe sahip değilse yayan gelmişti.
Azrail babamı almaya gelmişti.
Babamın adı Earl Theodore Vaughan’dı. 27 Eylül 1901’de Georgia Augusta Falls’ta, Roosevelt başkanken dünyaya gelmiş ve onun göbek adını almıştı. Ben doğduğumda babam da aynısını yapmış ve bana başkan Coolidge’in adını vermişti. Ve ben, babamın oğlu Joseph Calvin Vaughan, 1939 yazında ölüm ziyaretimize geldiğinde yabani otların arasında ayakta dikiliyordum. Dökülen gözyaşının, cenaze töreninin ve Güney’e özgü ölünün başında bekleme töreninin ardından, babamın pamuklu gömleğini ufak bir ağaca bağlayarak ateşe vermiş, gömlek tamamen yanıp kül olana dek izlemiştik. Çıkan duman, babamın ruhunun ölümlü dünyadan daha yüce, daha güzel ve daha adil bir yere ulaşmasını temsil ediyordu. Sonra annem beni bir kenara çekmiş ve bana o kederli, şişmiş gözleriyle bakarak babamın kalp romatizması yüzünden öldüğünü söylemişti.
“Ölümüne humma neden oldu,” demişti, acı dolu o çatlak sesiyle. “Humma 1929 kışında vurdu buraları. Sen daha bebektin Joseph, baban o günlerde bir dönüm araziyi sulamaya yetecek kadar balgam ve tükürükle doluydu. Humma, kalbi bir kere vurdu mu o kalp bir daha asla iyileşmez, Hastalığın babanı alması için bir ay ya da daha uzun bir süre endişeyle bekledik, ama baban hayatta kalmayı başardı Joseph. Tanrı ona yaşaması için birkaç yıl daha bahşetti, belki de sen delikanlı olana dek yaşaması gerektiğini düşündü.” Annem elini önlüğünün cebine atarak gri bir bez parçası çıkarmış, gözlerini silerken pudrasını yanaklannın üst kısımlarına bulaştırmıştı. Bir cumartesi gecesi çıplak elle boks yapmış ve ağır bir yenilgiye uğrayıp dağılmış, sersefil bir adam gibi görünüyordu. “Humma ta kalbine işlemişti,” demişti, “bugüne kadar yaşadığı için şanslıyız.”
Ama ben babamı bizden ayıran şeyin kalp romatizması olmadığını biliyordum. High Yolu’ndan gelip aynı yoldan geri dönen ve çitlerin yanı başına yığılmış toprak hariç, hiçbir yerde iz bırakmayan Azrail’di bizi ondan ayıran.
Daha sonraları babam hakkındaki düşüncelerim yaşadığım büyük üzüntüyle birlikte çatlayıp dağılacaktı; onu Valentino kadar yakışıklı olmasa da, Kan ve Kum’daki karakter Juan Gallardo kadar cesur, ama kesinlikle vefalı biri olarak hatırlayacaktım.
Babam kocaman bir tabutun içinde sade bir biçimde gömüldü. Aralarında yanımızdaki arsanın sahipleri olan Alman Kruger’in de bulunduğu çiftçiler, naaşı, üstü ve yanları açık bir kamyonetin içinde köyün asfalt yolundan mezarlığa götürdüler. Daha sonra yağda kızarmış soğan, yeni pişmiş kek ve eviyenin yanında duran lavanta suyu kokan mutfağımızda, takım elbiseleri ve asık suratlarıyla toplandılar. Babamla ilgili, kendilerince süsledikleri hatıraları, anekdotları, uydurdukları ama gerçekmiş diye öne sürdükleri hikâyeleri ballandıra ballandıra birbirlerine anlatmaya başladılar.
Annem hiç konuşmadan dikkatli gözlerle onları izledi. Yüz ifadesine bakılırsa hiçbir şeyden etkilenmemiş gibiydi ve oldukça masum bir hali vardı, rastık çekilmiş gözleri kuyudan daha derin, genişlemiş gözbebekleri zift gibi kapkaraydı.
“Bir keresinde onu gece boyu bir kısrakla uğraşırken izlemiştim,” demişti Kruger. “Yaşlı hayvan, bağırsak iltihabını yensin diye, ona gün ışıyana dek elleriyle mısır yedirmişti.”
Reilly Hawkins de, “Size Earl Vaughan ve Kempner Tzanck’la ilgili bir hikâye anlatayım,” diye söze girmiş ve öne doğru eğilmişti. Adamın yabancı topraklarda yetişen kuru meyve ağaçlarının dallarına benzeyen kırmızı ve nasırlı elleri vardı, gözleri her an sıvışmak için bir bahane bulmak istercesine sürekli sağa sola gidip geliyordu. Arazimizin güneyinde kalan toprakların sahibi Reilly Hawkins, oraya biz gelmeden çok daha önce yerleşmiş, köyün eski çiftçilerinden biriydi. Bizi çok uzun süreden beri görmediği dostları gibi sıcak bir biçimde karşılamış, babamla birlikte bir ahır kurmuş ve bir testi soğuk sütten başka talebi de olmamıştı. Yaşadığı hayat yüzüne bir pas tabakası çekmiş, kırışmış hatları çılgın bir adam gibi görünmesine neden olurken, sedefe benzeyen gözlerinin akı yitip giden dostlarının ardından döktüğü gözyaşlarıyla yıkanmış, temizlenmişti. Hawkins ailesini, neredeyse tamamen unutacak kadar çok uzun zaman önce kaybetmişti; kimi savaşta, kimi yangın veya selde, kimiyse kaza veya talihsizlikler sonucu ölmüştü. Düşüncesizce yaşanan anların ölümle sonuçlanması ne kadar ironik bir durumdu. Reilly’nin on dokuz yaşındayken Georgia Eyalet Fuarı’nda ölen genç kardeşi Levin mesela… Mevsimi geldiğinde, sahibi olduğu Stearman ya da Curtiss Jenny uçağıyla ekinlere tarım ilacı sıkan yarı sarhoş, geveze bir gösteri pilotu vardı; adam duyarsız ve haddini bilmez numaralarıyla ağaçları titretir, ahırların çatılarını sıyırıp geçerdi. Reilly, Levin’i bu adamla birlikte uçması için teşvik etmiş ve sonunda aklını çelmişti. İki kardeş arasında birbirlerine kafa tutup tahrik ettikleri pas-de-deux, step ve tango kıvamında, sarf edilen her bir cümlenin kemerli bir ayağa, eğilmiş bir sırta ve saldırgan bir omza karşılık geldiği bir söz dansı gerçekleşmişti. Levin, aklının ve kalbinin gösteriyi aşağıdan izlemek için yaratıldığını öne sürerek pilotla uçmak istemediğini söylese de Reilly pilotun akıllardan çıkmayan o ekşi lapa kokusuna ve kararmakta olan havaya rağmen ısrar etmişti. Ağabeyinin ısrarlanna dayanamayan Levin sonunda içinden duasını okuyup uçağın kanatlarından birinin üstüne çıkmıştı. Cesareti yeteneğinden daha çok olan pilot tehlikeli numaralar yapmaya başlamış, ancak en yükseğe çıktıkları noktada uçağın motoru durmuştu. Nefeslerin tutulduğu uzun bir sessizliğin ardından önce rüzgârın uğultusu, ardından da duvara vuran traktörden çıkan sese benzer bir ses duyulmuştu. Levin ve pilot yangında kavrulurken enkazdan çıkan duman bulutu doksan metreyi bulmuş, etrafa yayılan koku sabah olduğunda bile gitmemişti. Pilotun on altı, on yedi yaşlarındaki, ayak işlerine bakan yardımcısı ifadesiz yüzüyle bir süre enkazın çevresinde dolanmış, sonra o da ortadan kaybolmuştu.
Reilly Hawkins’in, Levin’in ölümünden sonra büyük bir üzüntü yaşayan anne ve babası da bu olaydan bir süre sonra vefat etmiş, Reilly küçük çiftliği tek başına çevirmek için çabalamıştı. Çiftlikteki domuzlar bile Reilly’nin kardeşinin ölümündeki hatasını anlamış gibi ona yan yan bakarlarken anne ve babası kazadan sonra ona
————
* Orijinal metindeki catcher, ‘yakalayan, tutan kişi’ anlamına gelir. Yazar, Jerome David Salinger’ın ünlü romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar’a (The Catcher in the Rye) gönderme yapmış. (çev.)