Aşkın ve tarihin tozlu sayfalarını aralıyor Naşide Gökbudak. Duyguların capcanlı yaşandığı bir hikaye Miralayın Kızı Süreyya.
Amasya’da köklü bir ailenin kızıdır Süreyya. Ailenin en küçüğüdür, babaannesi Senane Hanım’ın gözbebeğidir.
Bir kertmesi vardır, ama Süreyya Paris’te yaşayan amcasının oğluyla evlenmek istemez ve nişan günü kaçar…
Zaki Afganistan Şahı’nın yeğenidir. türkiye’ye tıp eğitimi görmeye gelir,uzmanlığını psikiyatri üzerine yapıcaktır. Onun da Şah tarafından uygun görülen bir kertmesi vardır…
….
Süreyya ihtilallerin olduğu, demokrasiye alışmaya çalışılan bir dönemde yaşar, aşkı Ankara’nın sonbaharlarında musiki dinleyerek tanır. Acı ile aşkın birbirine girdiği bir hayat yaşar.
Naşide Gökbudak Miralayın Kızı Süreyya’da, Türk milletinin kökleşmiş geleneklerini, evlilik, kadın-erkek ilişkileri, yeni Türkiye’nin kimliğini oluştururken toplumun geçirdiği zorlukları, sürükleyici kurgusu ve akıcı diliyle irdeliyor.
Bir solukta okunan roman kimi zaman buruk bir gülümseme yaratıyor, kimi zaman bambaşka bir iklime sürüklüyor.
***
1
Bu sene kasım ayı, Amasya’ya çok şiddetli bir kış getirdi. Yağmur, şiddetli rüzgâr ve müthiş bir soğukla başladı. Gökyüzü her an değişen korkunç bir tablo gibi… Bu gece, diğer gecelerden daha değişik, daha korkunç… Uğultular, şimşek ve camlara çakıl taneleri gibi inen yağmurun sesi, geceyi korkulu bir film sahnesine dönüştürüyor. Miralay Ali Turan Bey’in Yeşilırmak’ın kuzeyinde, dağlara yaslanmış görkemli konağı, bu tabiat olaylarını daha da şiddetli yaşıyordu. Dağın eteğindeki kral mezarı, üzerine şimşek çaktıkça ışıkların yansımasından oluşan garip şekiller ile oldukça güzel, esrarengiz ve bir o kadar da korkunç görüntülere sahne oluyordu. Bu konak sayılacak kadar büyük ve değişik bir mimari üslûpla inşa edilmiş görkemli binanın içinde de olağanüstü bir durum yaşanıyordu. Bu yüzden hiç kimse dışarıdaki korkunç hava ile meşgul değildi. Herkes bu akşam ile ilgili bir çalışma ve endişe içindeydi. Dışarıdaki tabiat olayları ile ilgilenen tek kişi, evin güzel gözlü küçük kızı Süreyya idi. Süreyya, ablası Fahrünisa ile paylaştığı odasının, kral mezarına bakan penceresinin camına burnunu dayamış, planını bu şartlarda uygulayıp uygulayamayacağını düşünüyordu.
Oda kapısı gıcırdayarak açıldı. Ninesi Senane Hanım sessizce içeriye girdi. Süreyya başını döndürüp de ninesini görünce biraz rahatladı. Ailedeki herhangi biri yerine, daima arkasında olan bu doksanına merdiven dayamış, dinç ve yaşından beklenmeyecek kadar çağdaş olan kadının gelmesi çok daha rahatlatıcı idi. Özellikle bu konuda hep kendisinin yanında yer almıştı. Bugün de destek vereceğinden emindi ama ne yazık ki oğluna sözünü geçirdiği söylenemezdi. Sonunda, amcası Ali Kürşat Bey’in en büyük torunu, yani Rıza Amca’nın oğlu Erdoğan, Paris’ten dönmüş ve ayağının tozu ile beşik kertmesi olan sözlüsü Süreyya’ya yüzük takmak istemişti. İki ailenin büyükleri, bu gece için yüzük takma merasiminin gerçekleşmesini kararlaştırmışlardı. Süreyya’nın bütün itirazlarına ve ninesi Senane Hanım’ın onun yanında yer almasına rağmen bu karar uygulanacaktı. Ailenin diğer fertlerinin fikirleri fazlaca önemli değildi. Zira onlar hiçbir zaman Miralay’ın karşısına çıkıp da aksi bir tezi savunma cesaretini gösteremezlerdi. Sadece Miralay’ın annesi Senane Hanım konuşabilirdi. Ama bu konuda o da ne yazık ki yetersiz kalıyordu.
Senane Hanım, “Süreyya öyle cama burnunu dayamış ne yapıyorsun?” diye sordu.
Süreyya ninesine döndü, burnu kızarmış ve yassılmış görünüyordu. “Hiiç, ne yapabilirim ki, idam kararının verilme saatini bekliyorum.”
Nine birden irkildi. “Kızım, bu kadar da abartma! Niye idam kararı? Sırf sen istemiyorsun diye senin yanındayım. Aslında Erdoğan’ın göze batacak hiçbir kusuru yok. Çocuk, aile olarak senin bir parçan. İnşaat mühendisi çıktı. Ablasının yanında, Paris’te lisan öğrendi. Yakışıklı. Eh bir kısmet bu kadar olur. Sırf sevmiyorum diye bu tepki çok büyük. Nikâhta keramet vardır, hem seversin de ileride,” dedi. Senane Hanım söylediğine kendi de inanmamıştı. O, altmış beş yıl beraber yaşadığı kocasını hiç sevememiş, altı çocuğunu sadece vazifesini yapan bir zevce olarak dünyaya getirmişti. Altmış beş yıldır kendini hiçbir zaman bir kadın gibi hissetmemişti. Yüzünü buruşturdu. “Şimdi torunumun bu hayatı yaşamasına seyirci mi kalacağım?” diye düşündü.
Süreyya gözlerini ninesinin gözlerine dikerek, “Sev-mii-yo-rummm! Ve güvenmiyorum! Bu yeterli sebep değil mi? İsmini duyduğum zaman bile tüylerim diken diken oluyor. Onunla ömür boyu bir yastığa baş koymak mı? Aman Allahım! Ölürüm daha iyi…” dedi. Ve yine yüzünü cama dayamak üzere döndü. Tam o sırada, en büyük ablası Fahrünisa içeriye girerek, “Süreyya artık giyinmelisin! Biraz sonra gelirler,” dedi. Süreyya son bir çırpınışla ninesine baktı. Ninesinin yüzünde bir tevekkül ifadesi vardı. Ninesi hiçbir şey söylemeden yavaşça kalktı, oda kapısına doğru yürüdü. Bu gece ninesinin beli biraz daha bükülmüş gibiydi. O sırada şiddetli bir şimşek çaktı ve camlar şangırdadı. Süreyya’nın cama dayadığı burnu da titremiş ve hapşırmaya başlamıştı. Galiba bir yerlere yıldırım düşmüştü. Süreyya içinden: “Keşke Erdoğan’ın başına düşse. Bu evlilik olacaksa benim de başıma düşebilir, razıyım.” diye geçirdi. Sonra ablasına dönerek: “Tamam abla sen çık ben giyinirim,” dedi. Fahrünisa “Yardım edeyim,”dedi. Süreyya acelesi varmış gibi, eli ile kapıyı işaret ederek: “Hayır hayır! Ben bebek değilim. Her zaman nasıl giyiniyorsam, yine öyle giyinirim. Ama acele etmeyin sakın, ne de olsa nişan günüm. Güzel olmam gerek. Ya sevgili sözlüm beni beğenmezse? Ya almaktan vazgeçerse?” dedi. Ablası Süreyya’nın bu sakin ve kabullenmiş haline şaşırdı. Gerçi sözlerindeki alaycı tavrı ve kinayeyi anlamıştı. Ama yine de bağırıp çağırıp feveran etmesinden iyiydi. “Nihayet yola geldi. Bu geceyi olaysız atlatacağız demektir. Beybabam da sinirlenmeyecek. Ohh, aman çok şükür!” diyerek aceleyle odadan çıktı ve haremlik tarafındaki şahnişe doğru yürüdü.
Erkeklerin hepsi selamlık tarafında olduğundan, şahnişte ev halkından olan bütün hanımlar, akraba kadar yakın bitişik evin sahibi dul Ferhunde Hanım ve büyük kızı, oturmuş Fahrünisa’nın getireceği haberi bekliyorlardı. Fahrünisa yüzünde sakin, hatta mutlu bir ifade ile içeriye girdi:
“Neyse, deli kız sakinlemiş,”
Annesi: “Ama! Bu iş nasıl olmuş acaba?” diye sordu.
“Ninem içerideydi. Herhalde o biraz sakinleştirdi.”
Fahrünisa’nın annesi: “Evet, mümkün. Büyük hanım en küçük torunu ile çok iyi anlaşabiliyor. Bu kadar yaş farkına rağmen… Şaşılacak şey. Neyse, ben bir mutfağa bakayım. Sadiye ve Mevlüt işleri ayarlayabildiler mi? Neredeyse eltimler gelir,” diyerek çıktı.
Yarım saat sonra dış kapının tokmağı vuruldu. Evin içinde büyük bir hareket başlamıştı. Hanımlar haremlik tarafına, beyler de selamlık tarafına yöneldiler.
Hoş geldiniz merasiminden sonra, Ağabey dava vekili Ali Kürşat Bey’in eşi Menşure hanım: “Leman, gelin kız nerede? Artık birer şekerli kahve yapsın da içelim,” dedi. Leman Hanım ve odadakiler, Süreyya’nın oldukça gecikmiş olduğunu fark ettiler. Fahrünisa acele ile odasına koştu. Kapıyı açtı. Oda karanlıktı. Düğmeyi çevirdi. Odayı loş bir ışık kaplamıştı. Yine de her taraf görünüyordu. Odada kimse yoktu. Nişan için Amasya’nın en gözde terzisine diktirilen pembe elbise, Süreyya’nın yatağının üzerinde duruyordu. Pembe topuklu terlikler de yanında.
“Süreyya! Süreyya!” diye bağıran Fahrünisa, şuursuz bir şekilde yüklüğün içine bakmaya, odanın içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşmaya başladı. Sonra birden, “Ayakyolunda olabilir,” diye düşündü. Hızla merdivenleri indi; bahçenin gizli bir köşesine yerleştirilmiş, üç basamakla çıkılan ayakyolunun kapısı aralıktı ve içeride kimse yoktu. Tam o sırada selamlık tarafından mutfağa doğru giden Mevlüt’le burun buruna geldi. Mevlüt: “Niye böyle telaşlısınız, ne var, Fahrünisa Hanım?” diye sorunca, Fahrünisa önce, “Süreyya yok. Gördün mü?” demek için ağzını açtı. Sonra nedense bu konunun hemen bilinmemesi gerektiğini düşünerek, vazgeçti.
“Hiiç, telaşlı falan değilim. Sadiye ile Ruhsar mutfaktalar mı?”
“Herhalde oradalar,” diyen Mevlüt mutfağa doğru yürümeye başladı. Yine şiddetli bir şimşek çakmış, bütün bahçeyi aydınlatmıştı. Fahrünisa, Mevlüt’ün arkasından bağırırken, bir taraftan da Süreyya’nın her sıkıştığı an üzerine çıktığı eğri ayva ağacına bakıyordu. İçinden de, “Delirmedi ya, bu havada, gecenin bu saatinde ayva ağacına çıksın? Gerçi bu durumları yarattığına göre pek de akıllı sayılmaz…” diyerek mutfağa yürüdü. Mutfakta adım atacak yer yoktu. Koca mutfak, misafirlere yapılacak ikramla doluydu. Fahrünisa yine içinden söyleniyordu:
“Anamın bu gözü doymaz hali… Topu topu kaç kişi var, Allah aşkına? Bu kadar yiyecek ne olacak?” Sonra oyalanmaması gerektiğini düşündü. Mevlüt’ün kızına dönerek: “Ruhsar, yukarıya on bir tane az şekerli kahve yap. Selamlık tarafına kahve yapıldı mı?” dedi. Ruhsar: “Hayır abla. Selamlık tarafına da sizin tarafa da şimdi yaparım. Sizin tarafa Süreyya Hanım getirecek değil mi?” dedi. Fahrünisa telaşla: “Hayır hayır, o henüz hazır değil. Sen hanımlara getir. Baban da selamlık tarafına götürsün,” dedi. Kız hemen sıra sıra bakır cezvelerin asıldığı duvara doğru yürüdü. Fahrünisa ne yapacağını bilmiyordu. “Ninemi dışarı çağırıp bir sorayım. Belki o bir şeyler biliyordur,” diyerek, her tarafı tahta oymalarla süslü şahnişe girdi. Yüzü kıpkırmızıydı ve buz gibi havada terliyordu.
“Kusura bakmayın, Süreyya henüz giyinememiş. Biraz rahatsızdı da… Kahvelerinizi Ruhsar getirecek,” diyerek ninesine döndü. Bir müddet öylece baktı. Ama hiçbir şey söyleyemedi. Bütün gözler Fahrünisa’nın üzerinde idi. Durumunda bir tuhaflık vardı ve bu hemen fark ediliyordu. Aceleyle dışarıya çıktı. Senane Hanım bir gariplik olduğunu anlamış, hemen arkasından ayağa kalkmıştı.
“Bana müsaade edin, yatsı namazının farzını kılıp geleyim,” diyerek aceleyle çıktı.
Fahrünisa şahnişin kapısının yanındaki duvara belini yaslamış, şaşkın bir vaziyette duruyordu. Ninesini görünce kolunu sıkıca kavrayıp, Süreyya’nın odasına doğru sürüklemeye başladı. Çok üzgün ve çaresiz bir sesle: “Nine, Süreyya yok,” dedi. Yaşlı kadın anlamamış bir ifade ile büyük torununun yüzüne bakıyordu.
Fahrünisa tekrarladı: “Nine, Süreyya kaçmış. Her yere baktım yok!”
Yaşlı kadın şaşkın: “Bu havada mı? Nereye, nasıl gidebilir? Vah yavrucuğum, kim bilir ne durumdadır?” dedi.
“Nine, o salak kızın durumunu bırak! Bu insanlara ne diyeceğiz.”
“İnsanlar umurumda bile değil. Bu kadar zorlamasalardı. Çabuk bana Sadiye ile Mevlüt’ü çağır.” Fahrünisa koşarak aşağı indi. Bir dakika içinde arkasında Sadiye ve Mevlüt ile gözüktü. Senane Hanım, “Süreyya’yı gördünüz mü? diye sordu. Karı koca birbirlerine bakıp, bir ağızdan, “hayır” dediler.
Senane Hanım: “Biliyorsunuz, Süreyya bu evliliği istemiyordu. Bir yere saklandı herhalde. Şimdi elinize birer fanus alıp, evin her tarafını arayın. Depoları, ağılları, kileri, neresi varsa. Her iki bölümü de arayın. Sonra ne yapacağımızı düşünürüz,” dedi. Yirmi-yirmi beş dakika sonra, karı koca arka arkaya geldiler. Nine, Süreyya’nın yatağında, nişan elbisesinin yanında oturmuş, Fahrünisa da ayakta bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Mevlüt üzgün bir tavırla: “Ne yazık ki hiçbir yerde yok Büyük hanım!” dedi. Sadiye de buna benzer bir şeyler söyledi.
“Şimdi git, Miralay’ı bu tarafa çağır. Anan çok hastalandı. Seni istiyor, de!”
On-on beş dakika sonra, Ali Turan Bey, arkasında da Ali Kürşat Bey hızla içeriye girdiler.
Senane Hanım şaşkın bir vaziyette: “Aaa, sen de mi geldin Kürşat?” diye sorunca, Kürşat Bey sinirli bir vaziyette, “Ana, sen benim de anam değil misin? Hastalandığını duyunca gelmeyecek miydim? Niye bu kadar şaşırdın?” dedi. Senane Hanım yutkunarak, “Aslında iyi oldu ikinizin de gelişi, şimdilik hasta falan değilim. Ama yakında olacağım…” dedi. Ali Turan Bey, “Ana bilmece gibi konuşma böyle bir günde!” dedi. Senane Hanım bu işi bitirmek gerek diye düşünerek, bir çırpıda, “Süreyya yok! Evden kaçtı!” deyiverdi. İki kardeş birden, “O da ne demek oluyor?” diye bağırdılar.
“Ne demek olduğu açık, kızı istemediği bir evliliğe bu kadar zorlarsanız, sonu bu olur.” Miralay Turan: “Sen de o kıza bu kadar yüz verirsen sonu bu olur. Kaç kere seni ikaz etmiştim. Bilhassa kız çocukları bu kadar şımartılmamalı!” diyerek, “Hadi bakalım söyle! Şimdi ne yapmalıyız?” diye yüksek sesle bağırdı. Bu sese, haremlik tarafında şahnişte oturan bütün hanımlar geldiler. Bazıları olayı hemen kavramıştı. Bir kısmı da aval aval onun bunun yüzüne bakıp duruyordu.
Ali Kürşat Bey’in eşi Menşure Hanım: “Bizde kabahat, aslan gibi tahsilli torunuma kız mı yoktu? O şımarık kızda ne buldunuz bilmem?” diye bağırdı. Miralay omuzları çökük, bitkin bir şekilde: “Biraz daha dikkatli olalım lütfen! Biz bir aileyiz. Şimdi kızımı bulmam gerek. Bu şartlarda nerelerde acaba? Veya hayatta mı, bilmiyoruz,” dedi. Bu lafın üzerine karısı Leman Hanım hıçkırarak ağlamaya başladı. Merdivenden gürültüler geliyordu. Selamlık tarafındakiler de büyük analarını merak etmiş, gelmişlerdi. Durumu kavrar kavramaz, damat adayı genç deliye dönmüştü. Yüksek sesle bağırmaya başladı: “Şımarık! Cahil kız! Benim gibi bir koca buldu da beğenmiyor, öyle mi? Ben yıllardır sırf verilen bu söz yüzünden kimselere bakmadım. Bu evliliği, biraz da kız tarafını zor durumda bırakmamak için istemiştim. Eğer yaşıyorsa çok pişman olacaktır. Kendisi ile evlenmem için, onu diz çöküp yalvartmazsam ben de Erdoğan değilim!”
Miralay: “Lütfen ya saygılı olun ya da evimi terk edin! Kızımın hayatından endişeleniyorum,” diye çıkıştı. Senane Hanım: “Bu hesabı önce yapıp, bu sözden dönseydin bu hâllere gelmezdik,” dedi. Erdoğan çok daha fazla sinirlenmişti:
“Bak bak bak! Biz de senin torunların değil miyiz? Neden hep o şımarık kızın tarafını tutuyorsun?” Senane Hanım başını kaldırdı ve şöyle dedi: “Ben haklı olanın tarafını tutuyorum. Her şey zorla olabilir ama sevmek asla! Ve bir kadının sevmediği bir erkekle nasıl işkence dolu bir hayat yaşayacağını hiçbiriniz benim kadar bilemezsiniz.”
“Vay vay vay! Bizim asırlık nine neler de biliyormuş?” diyen Erdoğan’a, Senane Hanım dudağını kıvırarak baktı:
“Şimdi daha iyi anlıyorum. Süreyya çok haklıymış; güya demokrasinin ve dünyanın en romantik insanlarının içinde yaşadın, okudun. Bu işe önce senin itiraz etmen gerekirdi. Artık devrin değiştiğini, kızların da kocalarını seçerken söz hakkı olduğunu ben bile kavrayabildim. Ama sen, ruhen benden de yaşlısın. Ne gibi bir hesabın var bilemiyorum. Ama daha fazla terbiyesizleşmeden gidin artık! Kızımızı aramamız gerek.”
“Bulsanız da size faydası olmayacak. Gene de benden önce bulmaya çalışın!” diyerek hızla merdivenlerden indi Erdoğan, diğerleri de aynı eda ile takip ettiler onu. Dış kapının büyük bir gürültü ile kapandığını duyan Miralay, Fahrünisa’ya döndü:
“Bana Mevlüt’ü çağır!”
Mevlüt hemen kapının arkasında, büyük bir merak içinde konuşulanları dinliyordu.
“Acele yabancı işçilerin yattığı hana, bazı dağcı turistlerin olduğu otele git! Kimi bulursan söyle, Yeşilırmak, Akdağ, Kara Ömer Dağı, Borabay Gölü, farelerin bile giremeyeceği yerlere bakılsın! Paranın hiç önemi yok! Bütün servetimi vermeye hazırım. Yeter ki kızım eli yüzü ve şerefi zedelenmemiş olarak yuvasına dönsün! Durma! Çabuk iki atlı arabayı al.”
Ali Kürşat Bey’ler İstasyon Caddesi’ndeki kocaman evlerine gelinceye kadar, Erdoğan durmadan konuştu, tehditler savurdu. Dedesinin büyük şahnişinde herkes toplanmıştı. Erdoğan bir ara dışarıya çıkarak, dedesinin maşa gibi kullandığı korkusuz, edepsiz ve cahil adamının yanına yaklaştı:
“Dursun! Dursun!” diye seslendi. Merdivenden koşarak çıkan Dursun’un omzuna elini koyarak, akşamki olayı kısaca anlattı.
“Bu küçük aşifteyi bulmanız gerek. Ne gerekiyorsa yap! Amasya’da yaşayan bütün belalıları peşine tak. Ama canlı istiyorum. Önce onunla benim hesaplaşmam gerek. Sonra da sizleri düşünürüm.” Yine elini omuzuna koydu ve devam etti: “Sana güvenim sonsuz. O para babası bulamadan, kızı bul bana getir. Sonra istediğini iste benden. Hadi güle güle! Ha, bir şey daha var. Bu konu ikimizin arasında kalacak. Hiç kimse, ama hiç kimse duymamalı. Tamam mı koçum!”
Erdoğan’ın arkasından dışarıya çıkan Sulhiye, konuşulanları duymuştu. Kızgın bir tavırla: “Erdoğan fazlaca ileriye gitmiyor musun? Nihayet yakın akrabayız ve o kız sadece on altı yaşında. İstemeyebilir…” dedi. Erdoğan daha da sinirlenmişti: “Sen de mi Brütüs! Ben senelerdir onu bekleyeyim. Sözümde durayım. O böyle yapsın, öyle mi? İntikamım çok acı olacak!” Sulhiye iki adım kardeşine yaklaştı, gözlerini kısarak gözlerine baktı:
“Nasıl bekledin, ben bilemiyorum. Hayat bir tiyatro sahnesi değildir. Rolünü öyle güzel oynuyorsun ki, kendin bile inanıyorsun. Ama benim inanmamı bekleme! İki yıldır yanımdasın, kimi ne kadar beklediğini, neyi niye istediğini ben biliyorum. Otur bir daha düşün! Dünyanın sonu değil!” diyerek şahnişe, ev halkının arasına döndü. Erdoğan ablasına bir şeyler mırıldanarak, başka bir odaya doğru yürüdü. Erdoğan hatalarının ve yanlışlarının yüzüne vurulmasını istemeyen zayıf tiplerdendi. Ancak güçlü ve akıllı insanlar hatalarını kabul ederler. Çünkü bunu anlayacak kadar zeki ve kabullenecek kadar cesurdurlar.
Gece yapılan aramalar sonuç vermemiş, sadece Süreyya’nın, boynuna boyun bağı diye taktığı, ninesinin hediyesi oyalı yemeni, hemen evlerinin yakınında, Yeşilırmak’ın kıyısında bulunmuştu. Bundan dolayı aramalar Yeşilırmak üzerinde yoğunlaşmış, hesaplar yapılarak, kilometrelerce uzakta kurtarıcılar bekletilmiş ve akarsu karış karış aranmıştı. Ne yazık ki hiçbir ize rastlanamamış, koca konak şimdiden bir cenaze evi havasına bürünmüştü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu; yemiyor, içmiyor, konuşmuyorlardı. İçleri acı ve endişe dolu, kulakları ve gözleri evin büyük kapısına kilitlenmiş vaziyette bekliyorlardı. Senane Hanım, Süreyya’nın odasını karış karış aramıştı; “belki bir ipucu bulurum, belki bir not bırakmıştır,” diye. Ama maalesef hiçbir şeye rastlamamıştı. Yorgun bir vaziyette, dün gece Süreyya’nın burnunu dayayarak saatlerce durduğu pencereye yanaştı. Hava biraz sakinlemeye başlamıştı ama yağmur sürüyor ve ara sıra şimşek çakıyordu. Odaya Miralay, arkasında karısı ve en arkada da Fahrünisa girdiler. Fahrünisa, “Nine, bir acı kahve yapayım mı?” diye sordu. Ama yaşlı kadın duymadı bile. O anda güçlü bir şimşek çaktı. Kral mezarına bakan Senane Hanım, mezarın aydınlanan kapısında, Süreyya’yı mavi nişan elbiseleri içinde, saçları dağınık, kanatlanmış uçuyormuş gibi havada gördü. Yaşlı kadın rüya mı diye bir saniye düşündü. “Hayır, uyumuyorum” dedi. Ve birden bağırdı: “Orda! Orda! Ordaaaa! Mavi elbiseleri üstünde!” Odadakiler şaşkın pencereye koştular. Senane Hanım’ın parmağı ile işaret ettiği yerde, Akdağ’ın karları arasındaki kral mezarı görünüyordu. Başka da bir şey yoktu. Miralay annesini omuzlarından tutarak silkti.
“Ana, kendine gel! Orada hiçbir şey yok, olması da imkânsız. Dün gece oraya çıkamazdı; mümkün değil!” Fahrünisa da üzgün bir sesle: “Nine, zaten nişan elbisesi de burada duruyor,” dedi. Yaşlı kadın ağlamaya başlamıştı.
“Ben torunumu gördüm. Orada, gidin kurtarın onu! Ne olur hemen adam yolla, ne olur oğlum!” diye hıçkırıyordu. Miralay ümitsiz bir sesle: “Peki ana, şimdi birilerini göndereceğim,” diyerek dışarıya çıktı. Aşağı katta konuşmalar vardı. Mevlüt, dün gece bulduğu iki turist ve birkaç adamla konuşuyordu. Yanlarına yaklaştı:
“İçinizde şu Akdağ’daki kral mezarına çıkacak kimse var mı? Ne isterseniz vereceğim.” İngiliz tipli, uzun boylu, kaşı saçı sapsarı genç adam, onlara tercümanlık yapan kişiye döndü, merakla bakıyordu. Adam ne istenildiğini anlattı. İngiliz, “Ay! Ay!” diye başlayıp, uzunca bir şeyler anlattı. Tercüman, Miralay’a döndü:
“Ben dağcıyım zaten, çok zor da olsa çıkılacak bir yolu varmış. Ama yanımda iki kişi isterim. Kürek ve hatta kazma. Varsa sıcak su dolu birkaç termos. Bunlar işimizi bir yere kadar kolaylaştırabilir. Ve sağlam bir battaniye, eğer bulursak taşıyabilmemiz için.”
Miralay: “Hemen, hemen hazırlanın! Mevlüt istenilenleri hazırlat! Yanınıza iki kişi daha alın,” dedi. Miralay birden ümitlendiğini hissetti. Sonra hemen üzgün tavrını takındı. “Bu işi sırf annem istediği için yapıyorum. Süreyya’nın orada olması imkânsız…” diyerek, omuzları düşük bir vaziyette üst kata yöneldi.
Dağa çıkacak ekibe, Süreyya’nın ağabeyleri Melih Bey ve Şeref Bey de katıldı. Ağabeyler, Mevlüt, İngiliz turist ve ona tercümanlık yapan gençten oluşan kafile, acele ile yola koyuldu. Süreyya’nın ağabeyleri ısrarla gitmek istemişlerdi. Hem kardeşlerine bir an evvel ulaşmak hem de bu işin içine fazlaca yabancı karıştırmamış olmak için bu kararı almışlardı. Çünkü Miralay, ilk arama ekibine:
“Bulsanız da bulmasanız da, kimseye bir şey söylemeyeceksiniz!” demişti. “Bizim bir şeyden haberimiz yok cevabını vereceksiniz.” Zira Erdoğan’ın neler yapabileceğini bilemiyorlardı. Çok yakın akrabaları olmakla beraber bu genci yeterince tanımadıklarını fark etmişlerdi. Tanımamaları da çok doğaldı. Liseyi İstanbul’da hemen hemen Türkiye’nin ilk özel okulu olan, Acıbadem’de eski bir konakta eğitim veren Özel Anadolu Lisesi’nde, fakülteyi yine İstanbul Üniversitesi’nde okumuş, sonra da Paris’e ablasının yanına gitmişti. İki aile de, hem lisan öğrenmesini hem de ihtisas yapmasını, Süreyya’nın da bu arada evlenecek çağa gelmesini ve kız enstitüsünü bitirmesini planlamışlardı. Miralay Turan dün geceden beri ne kadar yanlış bir adım attıklarını düşünüp duruyordu. Ne yazık ki iş bu hale gelmişti. Şimdi tek isteği kızının maddeten ve manen bütün olarak eve dönmesiydi. Gerçi bu kadar zamandan ve bu hava şartlarından sonra, bu artık bir mucize ile mümkündü. Ama hayatta bazen mucizeler de olabiliyordu.
2
Senane Hanım altı saattir pencereye burnunu dayamış, durmadan dua okuyordu. Miralay ve diğerleri evin içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlardı. Akşam karanlığı basmak üzere idi. Senane Hanım dağın eteklerinde belli belirsiz birilerini gördü. Heyecanla, “Turan, geliyorlar galiba!” diye bütün gücü ile bağırdı. Hepsi pencereye koştu. Evet, birileri geliyordu ama kaç kişiydiler? Ne durumda idiler? Belli değildi. Sonra kayboldular. Artık görüş zaviyesinde değillerdi. Hepsi birden alt kata, büyük sokak kapısının arkasına koştular. Hava hâlâ çok soğuktu ve titriyorlardı. Kırk-kırk beş dakika da burada bekledikten sonra ayak sesleri duyuldu. İki kişi, götürdükleri battaniyenin uçlarından tutmuşlardı. İçinde birisi vardı, ama kim olduğu belli değildi. Hepsinin ağızları burunları kıpkırmızı idi, ellerini ovuşturuyorlardı. Miralay Turan, battaniyenin içinde gidenlerden birinin bulunması ihtimalini de hesaba katarak, “Kim bu?” diye sordu ve korku içinde büyük oğlunun yüzüne baktı. Melih Bey boynunu büküp, “Süreyya, baba çabuk üst kata çıkaralım!” dedi. Bütün aile şaşkınlık içindeydi. Bu nasıl olabilirdi. Gerçi gizliden gizliye ümit etmiş ve bir mucize beklemişlerdi, ama mucizenin gerçekleşmesi yine de hepsini şaşırtmıştı. Senane Hanım’ın odasına doğru yürüdüler. Bu odaya kimse kolay kolay girmezdi. Hem de oldukça güzel ısınırdı. Süreyya’yı ninesinin büyük pirinç karyolasının üzerine yatırdılar. Senane Hanım hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Yavrum, yavrum ölmüş!..” Süreyya ayak parmakları ve elleri mosmor, hareketsiz bir vaziyette yatıyordu. Sağ bacağından diz kapağının altına doğru kan sızmış ve donmuştu. Miralay bu kan izini görür görmez, kızının üzerini örttü. İlk düşündüğü şey, kızını kendinden önce Erdoğan’ın adamlarının bulup, oraya çıkardığı ve iğfal edip bıraktığı oldu. Bunları sessiz sessiz seyreden İngiliz turist, “Şi iz elayv! Şi iz elayv!” diye bağırmaya başlayıp, üstünü açtı. Süreyya’nın yanına yaklaşıp, elleri ile ayaklarını ovuşturmaya başladı. Çevresindekilere de aynı şeyi yapmalarını işaret ediyordu. Miralay tercümana baktı, tercüman mutlu bir yüzle: “Yaşıyor! O yaşıyor! Gelip bütün vücudunu ovuşturun. Fazla sıcağa tutmayın, diyor,” dedi.
“Sahiden mi?” diyen Miralay da ellerini ovuşturmaya başladı. Ama gözünü bacağındaki donmuş kandan ayıramıyordu. Süreyya’nın üzerinde o gece ninesi ile konuştuğu anda giymiş olduğu sarı pazen elbise vardı. Miralay yavaşça kızın eteğini, kan izlerini örtecek şekilde çekti. “Annem bunu nasıl mavi elbise olarak gördü acaba?” diye düşündü. Hafiften güldü. “O hiçbir şey görmedi ki, Süreyya böyle cansız yatarken, kral mezarının kapısı önünde nasıl gözükebilir? Mucize o anda başladı galiba. Allah ona olmayan bir şeyi göstererek bize yardım etmiş…” diye geçirdi içinden.
Sonra büyük oğluna döndü. “Şu İstanbul’dan yeni gelen doktor İhsan Bey’e telefon edin. Evine telefon bağlanmıştı galiba. O adam, hem işinin ehli hem de mert birisine benziyor. Şehir kulübünde birkaç kere sohbet etme fırsatı bulmuştum. Konunun aciliyetini anlatın! Hemen bir zahmet buraya gelsin. Süreyya’nın donma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu söyleyin. İsterse hemen araba göndeririz.” Sonra Fahrünisa’ya döndü:
“Ilık su ile pamuk getir! Kardeşinin her tarafını sil!” Silinmesini istediği ilk şey, kan izleriydi tabii.
Fahrünisa elinde pamuk ve bakır leğende ılık su ile gelip, Süreyya’nın ayak ucuna oturdu. Miralay Turan odadaki beylere dışarı çıkmalarını işaret etti. İngiliz, bu hareketin anlamını pek kavrayamamıştı, ama tercümana uyarak çıktı. Fahrünisa, Süreyya’nın eteğini kaldırdı. Apış arasının altına bir cam parçası saplanmış, hâlâ orada duruyordu. Kan bir müddet sızmış, sonra donmuştu.
“Baksanıza, canım kardeşim bu camı bile çıkaramamış.” Miralay acele ile Süreyya’nın yanına yaklaştı. Kanın nereden geldiği belliydi. İçinden, “Çok şükür Yarabbim! Bu gün bize ikinci mucizeni gösterdin. Ne olur üçüncüyü de esirgeme! Kızım yaşasın, ne olur?” diyerek dua etti. Eğilip kızını alnından öptü. O herkesin her olayda dimdik gördüğü, savaş meydanlarının kahramanı Miralay’ın yanaklarından aşağı iki damla yaş süzülüyordu. “Ana, baksana biraz ısınmış gibi,” dedi. Gözlerinin içi gülmeye başlamıştı. Odadakilerin korkunç bekleyişi sürüyordu, ama bir saat evveline göre çok daha mutlu ve umut doluydular.
Doktor biraz daha sıcak bir kompres yapılmasını istedi. “Ağzından çay kaşığı ile ıhlamur verilsin,” dedi. Denilenler anında yerine getiriliyordu. Doktor bir saate yakın bir zamandır buradaydı. Birden Fahrünisa çığlık çığlığa bağırdı: “Gözlerini açtı! Gözlerini açtı!” Hepsi baş ucuna koştular. Doktor sakin bir tavırla: “Bakın telaş ve gürültü yapmayın. Ne durumda olduğunu bilemiyoruz. Biyolojik olarak sağlam dahi olsa, şok geçirmesi büyük ihtimal. İlgilenin ama üzerine düşmeyin. Onun konuşmasını, bir şeyler anlatmasını bekleyin. Bir şeyler yedirmeye çalışın ama zorlamamaya dikkat edin. Her an ateşi çıkabilir. Anjin, zatürre, her şey olabilir. Ben yatmadan yine geleceğim,” diyerek ayrıldı. Miralay kapıya kadar geldi.
“İhsan Bey, bu olayı yaşadığınızı unutun lütfen. Kendime geleyim, size olanları anlatırım. Aile içi bir facia yaşıyoruz.” Doktor, elini Miralay’ın omzuna koydu.
“Arkadaşım, bizim meslekte hastalarımızla ilgili üçüncü kişilerle konuşmak yoktur. Ben karakter olarak da zaten öyle bir yapıya sahibim. Hiç endişelenme!” diyerek kapıda bekleyen arabaya bindi. Doktoru yolcu eden Miralay, evdeki herkesi tek tek tembihledi. “Şimdilik Süreyya’yı bulamadık.”
3
Ali Kürşat Bey’in kocaman evinin haremlik tarafında kendisi, selamlık tarafında da Ali Kürşat’ın büyük oğlu Rıza Bey oturuyordu. Buraya bazı eklemeler yapılmış, evin orijinal hâli ve tabii buna bağlı olarak güzelliği de bozulmuştu. Ama Rıza Bey’in kalabalık ailesi rahatlıkla yaşayabiliyordu. Doktor Hakkı ile evlenen kızı Sulhiye ve onun yanında ihtisas yapan Erdoğan Fransa’da, ortanca oğlu Hikmet biraz ileride, yeni yeni hayatlarına giren bir apartman katında yaşıyorlardı. Rıza Bey’in yanında üç çocuğu vardı. Aile bireylerinden çoğu, dava vekili olan Ali Kürşat Bey’in yazıhane olarak kullandığı büyük odaya toplanmışlardı.
Ali Kürşat Bey: “Artık bu işin sonunu bırakın! Biz yakın akrabayız. Ve o kız da benim yeğenim. Aynı soyadını taşıyoruz!” diyerek, konuyu noktalamaya karar vermiş gözüküyordu. Rıza Bey, başını bir sağa bir sola sallayarak: “Sen bilirsin, baba, öyle uygun görüyorsan, emrin başım üstüne,” der demez Erdoğan ayağa kalktı.
“Sizin tuzunuz kuru. Beğenilmeyen ve yıllardır o kızı bekleyen benim.” Rıza bey, “Oğlum, o kız sağ olarak bulunamaz artık. Bak yirmi dört saat oldu. Hiçbir haber yok!” dedi.
Erdoğan birdenbire gözlerini kıstı. “Bunu bilmiyoruz. Belki de buldular…” diyerek kapıdan çıktı. Hızla alt kata indi. Bahçe içindeki küçük evin önünde durarak, kapıyı yavaşça tıklattı. Esmer zayıf bir kadın, kapıyı araladı.
“Buyurun, küçük beg. Bir emriniz mi vardı?”
“Dursun döndü mü diye bakmıştım da.”
“Evet, içeride. Elleri, ayakları mosmor. Bir battaniyenin altına soktu. Isınmaya çalışıyor.”
Sesleri duyan Dursun, kapıya kadar gelmişti. Verilen görevi yapamamanın ezikliği ile başını önüne eğmişti:
“Beg, aramadığımız yer kalmadı. Maalesef yer yarıldı içine girdi sanki.”
“Biraz ısın, para babası Miralay’ın evine git. Ve Ali Kürşat Bey yeğenini merak etti. Bir haber var mı?” diye sor. Etrafı iyice incelemeye çalış. Tamam mı?”
“Başım üstüne, beg.”
Dursun’a kapıyı açan Mevlüt birdenbire afallamıştı. Bir müddet öylece baktı. Sonra kenara çekilerek: “Buyur, bir şey mi vardı?” dedi.
Dursun küstahça, “Buraya gelmem için bir şey mi olması gerek? Ayrıca da bir şeyler var yani. Ali Kürşat Bey, yeğenini merak etmiş. Haber almamı istedi. Miralay’ı görmem gerek!” diyerek üst kata doğru yöneldi. Miralay Dursun’u karşısında görünce, “Ne var Dursun? İyi bir haber mi getirdin? Yoksa Süreyya’dan bir haber mi var?”
“Ben de onu öğrenmeye gelmiştim. Ağabeyiniz merak içinde de.”
Miralay başını önüne eğerek: “Bir haber yok. Ama kızımı herhangi bir durumda karşımda görmediğim sürece, onu canlı kabul edip bekleyeceğim. Burası bir taziye evi olmayacak,” dedi. Miralay’ın gözleri dolu dolu idi. Kızı yukarıda canlı yatıyordu ama, hayatta sayılır mıydı, bilemiyordu.
Dursun güya üzgün, “Peki aramaları durdurdunuz mu?” dedi.
“Tabii ki hayır. Hatta ordudan yardım istedim. Kızım sokaklarda mı? Yeşilırmak’ın dibinde mi? Bilmeden nasıl elimi kolumu bağlayıp oturabilirim?”
Dursun: “Çok üzgünüz, beg. Büyük bege aynen ileteceğim,” diyerek acele uzaklaştı.
Miralay Mevlüt’e dönerek: “Bana acele anamı, Melih’i ve Leman’ı çağır. Bir zahmet buraya gelsinler,” dedi.
Mevlüt yıldırım hızı ile istenilen kişilere ulaştı. Çağrılanlar beş dakika içinde Miralay Turan’ın odasındaydı. Miralay, pencerenin önündeki kocaman koltuğunda oturuyordu, anasını görünce kalktı:
“Buyur buraya ana,” dedi ve hemen konuya girdi. “Ağabeyimin tarafı rahat durmayacak. Demin Dursun burada idi. Güya merak ediyorlarmış. Süreyya’yı sordurmuşlar. Yakında bulduğumuzu anlayacaklardır. Çocuğumun başına ikinci bir iş açabilirler. Süreyya’yı buradan uzaklaştırmamız gerek. Ama nasıl? Nereye?”
Melih Bey, Sağlık Bakanlığı’nda, iyi bir mevkide idi. Eşi ziraat mühendisi, aydın ve köklü bir ailenin kızıydı. Çok güvenilir ve kaliteli kişilerdi. Ailenin dertlerini ve sevinçlerini paylaşan insanlardı. Ortanca kayınbiraderi Nihat, askeri tıpta okuyordu. Melih Bey’ler, Kavaklıdere’de, kayınvalidesi ve Ankara Dil Tarih Fakültesi’nin Fransızca Bölümü’nde okuyan kızı Dilara da Bahçelievler’de oturuyordu. Nihat askeri tıpta okuduğu için eve ancak hafta sonları gelebiliyordu. Yani kocaman villada sadece baldızı ve kayınvalidesi vardı. Melih Bey amcası ve kuzenleri ile her zaman mesafeli olmuştu. Bu yüzden amcası, yengesi, daha doğrusu aileden hiç kimse ‘Melih Bey’in eşi kimlerdendir? Ne yaparlar? Nesi var? Nesi yok?’ merak etmemiş ve bir ilişki de kurmamışlardı. Bunları bir anda içinden geçiren Melih Bey: “Baba, izin verirsen, Süreyya’yı ben götüreyim. İlk arayacakları yer benim evim olacak ama onu kayınvalidemlere bırakmak istiyorum. Güvenilir insanlardır, biliyorsun. Başına iyi bir hemşire koyar, iyileşinceye kadar orada saklarız. Bu arada belki o köpek de Fransa’ya geri döner,” dedi. O geceden beri tüm aile Erdoğan’dan nefret ediyordu. Melih Bey devam etti: “Şimdilik bizimle Fahrünisa gelsin. Ama onu hemen geri göndereceğim. Ötekiler fark etmeden. Zira bir şeyler döndüğünü anlarlar. Şimdilik siz de kızınızı arıyor rolünü oynayacaksınız. Hemen bu gece yola çıkalım. Ne dersiniz?” Miralay birkaç dakika düşündü.
“Senin için çok zor olacak ama başka da bir şey düşünemiyorum…” dedi. Odadakilerin de daha iyi bir fikri yoktu. Senane Hanım çok endişeliydi, ama başka ne yapılabilirdi? Her konuda fikri olan bu yaşlı kadın da, bu yolu kabullenmek zorunda idi. Leman Hanım ellerini dizlerine vurup, iki yana sallanarak: “Ben bu durumda kızımdan nasıl ayrı kalabilirim?” dedi.
Miralay sinirlenmişti. “Şimdi sizlerin duygularını inceleyecek durumda değiliz. Bir an evvel o çocuğu buradan uzaklaştırıp iyi bir doktora, gerekirse birçok doktora göstermemiz gerek. Eğer Melih zor bir durumda kalmayacaksa bence hiçbir mahsuru yok. Hemen gereken hazırlıkları yapın.”
Senane Hanım hemen odasına koştu. Süreyya’nın baş ucunda durdu. Kız güzel gözlerini açmış, öylece bakıyordu. Bulunduğundan beri ne bir kelime etmiş ne de bir yerini hareket ettirmişti. Ağzına önce ıhlamur sonra da ara ara bol limonlu sıcak şehriye çorbası vermişlerdi. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi. Hiçbir şekilde tepki vermiyordu. Senane Hanım birden pencereye doğru yürüdü. Perdenin kenarına soktuğu dikiş iğnesini buldu. Yatağının başucunda duran limon kolonyası ile ucunu yıkadı. Süreyya’nın yanına yaklaşıp, üstündeki kalın yün yorganı kaldırdı. Şaşırarak içinden, “Bunu şimdiye kadar niye düşünemedim ki?” diye geçirdi.
İğneyi bacağının üst kısmına hafifçe batırdı. Süreyya ani bir hareketle bacağını çekmişti. Yaşlı kadın gözleri parlayarak, bu işlemi her iki bacağının muhtelif kısımlarında denedi. Süreyya her seferinde aynı tepkiyi gösteriyordu. Sonra kollarına, sırtına, ellerine aynı şeyleri yaptı. Sonuçtan çok memnundu. Genç kız her uzvunu hareket ettiriyordu. Tam o sırada kapı açıldı. Miralay elinde el yazması Kur’an’ı ile girdi. Senane Hanım sevinç içinde, “Turan! Turan! Süreyya’nın bütün vücudu hissediyor, felçli falan değil. Bu doktorun dediği gibi ruhsal bir durum. Ne demişti? Şok, evet evet şok geçiriyor!” dedi.
Miralay da çok sevinmişti. “Ana, hâlâ çok akıllı bir kadınsın. Biz niye düşünemedik ki? Ana, biraz dua okumak istiyorum. Beni kızımla yalnız bırakır mısın lütfen?”
Senane Hanım: “Tamam oğlum, Fahrünisa neler hazırlıyor ona bakayım. Ben de arkalarından kırk bir tane Ayet-el Kürsi okuyacağım. Bugüne kadar bizi mucizeleri ile sevindiren büyük Allah’ımdan, yavrumu korumasını dileyeceğim,” diyerek odadan çıktı.
Turan Bey dedesinden kalma, gözü kadar kıymetli el yazması Kur’an’ını açtı. Davudi sesi ile huşu içinde okumaya başladı. Hem okuyor hem ağlıyordu. Duayı bitirince büyük bir saygı ile kapattı, yan taraftaki oymalı rafa, annesinin Kur’an’ının yanına koydu. Tekrar kızının başına oturdu. Ellerini avuçlarına aldı.
“Ceylan gözlüm, yanlış yaptım. Seni bu hale getirdim. Bunun bir baba için ne kadar büyük bir acı olduğunu biliyor musun?” Kızına baktı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Süreyya da ona bakıyordu. Ama gözlerinde şaşkınlıktan başka bir şey yoktu. Miralay devam etti: “Her şeyi bildiğimi zanneden ben, meğer bu konularda hiçbir şey bilmiyormuşum. Senin o minik kalbin, o çocuğun sevilmeye layık olmadığını anlamış da, ben anlayamamışım. Yavrum, beni affet. Allah’ım, bana doğru olanı göster. Kızımı bana geri ver, yarabbim. Yalvarıyorum, sana sığınıyorum.”
Kalkmak için doğruldu. Bir an Süreyya ile göz göze geldi. Kızın gözleri ıslak gibiydi. Ama hemen ifadesiz haline büründü. Bir an ümitlenen Miralay, gözlerinde yaşlarla odadan çıktı. Bitişik odadan Senane Hanım’ın sesi geliyordu:
“Fahrünisa, onun altına kalın bir bez tut, e mi. Dünden beri öylece yatıyor. Hem adet zamanı da gelmiş olabilir. Sık sık da kontrol et! Üşütmemeye de dikkat et, dün gece birkaç defa öksürdü yavrum.”