Odysseus’un Dünyası Üzerine Mark Van Doren Odysseus’un Dünyası, Finley’in Homeros okurlarına sunduğu önemli bir eserdir. Kitap her yönüyle övgüye değer. Yazar, o sade üslubu ve ölçülü yaklaşımıyla bambaşka bir dünyayı, olabildiğince duru bir biçimde seriyor önümüze.
Bir dolu soru işareti de cevabını buluyor böylece. Bu alanda kılavuzluğuna başvurabileceğimiz bir eser yoktu. O nedenle Finley’in katkısı hayli büyük. Ancak kendisi söz verdiğinden daha öte bir şey yaptığını düşünmüyor kesinlikle. Söz verdiği de, Homeros kahramanlarının ait olduğu o dünyayı kabataslak resmetmek.
Oysa çok daha fazlasını sunuyor bize. Verdiği bilgiler, çağ dışı kalmış öyküleri okurken bilmemiz gereken şeylerdir. Günümüz insanının dürtü ve ahlaki değerlerinden çok daha farklı değerlerin, davranış biçimlerinin, nice farklı kavrayışların ve anlayışların olduğunu bilmek gerek. Finley’in bilgiyi kullanma ve bilgisini bize aktarma biçimindeki alçakgönüllü tavrı, bilmemiz gerekenleri daha bir anlaşılır kılıyor.
Aksi hâlde eserin ağırlığı karşısında ezilir giderdik. Yazar, öykü anlatmada üstüne olmayan Homeros’un ele aldığı tüm değerlerin, sadece arkeoloji yoluyla anlaşılabileceği kanısına her zaman uzak duruyor; daha doğrusu böyle bir yanılgıya asla kapılmıyor. Bu doğru ya da geçerli bir düşünce olsaydı şayet, Homeros’un hiçbir önemi kalmazdı. Finley Odysseus ve Akhilleus’un, bizim düzeyimizde olmasalar da bizler gibi birer insan olduklarını anlatıyor.
Her iki figürü de tuhaf, fakat anlaşılabilir karakterler olarak karşımıza çıkanyor. öykülerdeki, hatta çağımız öykülerindeki kahraman karakterlerinde her zaman yadırganacak unsurların olabileceğini; hatta bunların, aşina öğelerle bir arada işlenmesi gereken unsurlar olduğunu vurguluyor. Bize bildik gelen, yabancısı olmadığımız niteliklerden sıyrıldıkları anda kahramanların canavarlardan ya ca ejderhalardan pek farkları kalmazdı her hâlde.
Yazarın daha çok aykırılıklar üzerinde durduğu göze çarpıyor. Bu, bize tanıdık olan öğeleri ya da aynılıkları ortadan kaldırmak veya en aza indirgemek gibi bir amaca dayanmıyor şüphesiz. Farklılıklarla ilgileniyor, çünkü kahramanların büyüklüğü, o yadırgadığımız farklılıklarından, aykırılıklarından kaynaklanıyor.
Homeros’un, hayal gücünü kullanarak kendi çağının ötesinde bir dünyaya doğru yol aldığını ve o dünyada, sanki kendi diyarıymış gibi hiçbir yabancılık çekmeden gezindiğini anlatıyor bize Finley; tıpkı Shakespeare gibi. Tarihi içerikli oyunlarında Shakespeare de yok olmuş bir toplumu diriltmiyor muydu; ancak hâlâ görülebilen ya da kendi dönemine bildik gelen bir toplumu?
İşlediği, adeta yitip gitmiş bir Kraliçe Elizabeth toplumuydu. işinin ehli olmayan bir ozan salt farklılıklar üzerinde durursa, ihtimal ki pek kısa bir zaman zarfında unutulur gider. Oysa bir Falstaff, hem çok uzağımızda hem de bir o kadar yakınımızda durur sanki; II. Richard ve Bolingbroke için de bu geçerli. Belki de ününü korumak isteyen her ozan için doğru olan da budur.
Kendi çağına özgü öğeleri, örneğin kendi askerini, detektifini, politikacısını, hayat kadınını ya da kadının kendisini eserine taşımasından daha doğal ne olabilir ki. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı sadece bir ya da en çok iki nesil geçmişe, yazarın ataları olan Rostovlara ve Bolkonskilere uzanıyor. Tolstoy’un eserine onlar nasıl konu oldular dersiniz; nasıl işlendiler?
Uzak ama yakın, hayali ama sahici figürlerdi bunlar: Yazarın, dününden çektiği, ancak gününden, kendinden eklediği, böylece okuruna yakın kıldığı figürler. Belki de izlenebilecek tek yol budur. Bir de öykü anlatma sanatı var; kuralları hiçbir zaman değişmemiş bir sanat. Geçmişin ya da günümüzün veya hem dünün hem de bugünün penceresinden bakmak, bakabilmek tek başına yeterli olmasa gerek. Kişinin kendi çağının ya da kaleme aldığı çağın pek önemi yok aslında.
Önemli olan, kurgu, düzen, orantı, vurgu ve duygudur. Halk ozanlığı ustalık ister; tıpkı Homeros’taki gibi. Finley bu önemli gerçeğin altını çizmesini iyi biliyor. Şaşırtıcıdır ki şimdiye kadar sadece birkaç öykü mükemmel bir biçimde dile gelmiştir. Oysa Homeros’unkiler mükemmeldir; çünkü ozan işinin ehlidir. Onun hakkında söylenebilecek ilk söz de son söz de budur.
Onun en büyük ozan olması, bu sanatı en iyi biçimde icra etmiş olmasındandır. Finley her zaman ozanın bu yönünü bildiğimizi düşünmüştür. Hatta daha da ileri giderek, aslında sıradan okurlar olan bizlerin, iyi sorgulayan, iyi yargılayan kişiler olduğunu varsaymıştır. Elbette değiliz. Bu nedenle aslında kendisine teşekkür borçluyuz. Bizdeki sadece büyük bir ilgi.
Bizden öncekiler için de bu böyleydi ve muhtemelen bizden sonraki kuşaklar için de böyle olacak. Finley’in bizden beklediği, Homeros’taki kahramanların davranış biçimlerini değerlendirirken kendi değer yargılarımızdan sıyrılmak ya da kendimizi onlann yerine koymamak. Homeros’un o özel dünyasına özgü belirli kalıplar, belli başlı özellikler var çünkü.
Yazar, Homeros’un adil olmadığını veya kendi başına hüküm verdiğini düşünmememiz ya da onu yargılamamamız için bu kalıp ve özelliklere dikkat çekiyor ve bunları olabildiğince açık biçimde anlatıyor bize. Okurken, Homeros dünyasının her şeyden önce aristokratik bir dünya olduğunu görüyorsunuz; Shakespeare’deki gibi;
Tolstoy’un o ünlü eseri Savaş ve Barış’ taki gibi. Hiç görülmemiş bir konukseverlik anlayışıyla karşılaşıyorsunuz mesela. Tanrılar, o döneme değin alışılagelmiş tanrı betimlemesinden çok daha farklı bir kimlikte, tanrıdan çok birer insanmışçasına dikiliyorlar karşınıza. Neredeyse sırf savaşçıların, kralların dünyasına sürükleniyorsunuz ve servetin, hünerin, itibarın dışında, görebileceğiniz sadece birkaç şey kalıyor geriye.
Resmedilen dünya kadınların ya da çocukların değil, baştan sona erkeklerin dünyası aynca; tutsaklarıyla, köleleriyle tam bir savaş dünyası. Sözü geçer, hatırı sayılır liderlerin, büyük ev reislerinin dünyası. Finley bu dünyayı baştan sona, üstelik dupduru bir tarzda resmediyor size. Ardından da, Yunan edebiyatına başyapıtlar sunmaya devam eden bir ozana teslim ediliyorsunuz:
Eserleriyle düş gücünüzü zorlamayan; dizeleriyle sizi, size aşina diyarlara savuran bir başka ozana. Homeros’un ölümünden sonraki yüzyılda Yunanlılar için bir başka ilki başlatan; o dönemden itibaren gelmiş geçmiş tüm okurların bildiği gibi Yunanlılara bir mucize yaşatan, o ozana.
Bu kitabın ilk baskısından bu yana tam on iki yıl geçti. Şimdi yazacak olsaydım eğer, birçok yönden kesinlikle daha farklı bir kitap olurdu. On iki yıl önce kaleme aldığı eseri hakkında bunun aksini düşünen bir tarihçinin, bence emeklilik yaşı çoktan gelmiş demektir.
Buna rağmen sadece kitabın sonunda yer alan Kaynak Önerisi bölümünü yeniledim ki bu tanıttığım kitapların basım yıllarından da açıkça anlaşılabilir, içerik olduğu gibi duruyor; yaptığım birkaç küçük değişikliği saymazsak şayet. Bu noktada bazı açıklamalar yapmam gerekiyor.
Yeni kaynaklar önermiş olmam, yapılan en son çalışmaların o alışılagelmiş kabulünden daha öte bir anlam taşıyor benim için. Nasıl mı? 1953 yılının sonlarına doğruydu. Kitabımı baskıya henüz vermiştim ki hayli önemli bir haber aldım:
“Michael Ventris Linear B yazısını çözmüş!” Bu kil tabletler Knossos (Girit), Pylos ve Mykenae (Yunanistan) bölgelerinde gün ışığına çıkarılan büyük saray kalıntıları arasında bulunmuştu (Benzerlerine 1964 yılında Thebai’de rastlanmıştır). Üzerinde bulunan yazıtlara da Sir Arthur Evans’ın önerisiyle Linear B adı konmuştu.
Haber karşısında heyecanlanmamak mümkün değildi. En çarpıcı olan da, bir kaç bilim adamının önceden tahmin ettiği gibi, tabletler üzerinde yer alan yazı türünün Yunanca’nın ilk biçimi olmasıydı. O yıla kadar Yunan Bronz Çağı’na, özellikle de Myken Dönemi’ne -kabaca I.Ö. 1400 ile 1200 yılları arasındaki zaman dilimine- yönelik yapılan çalışmalar, arkeologların yapı ve eşya kalıntılarına dayanarak ortaya koydukları çıkarsamalardan ibaretti.
Sonraki yüzyıllara ait Yunan mit ve efsanelerinden edinilen bilgiler de önemliydi elbette. Ancak bu yeni keşif, yapılmakta olan çalışmaları yeni bir düzeye taşıyacaktı. Üzerine çalışılan dönemle çağdaş olan, üstelik okunabilen yazılı kaynaklara sahip olmak bundan böyle yapılacak olan araştırmaların niceliğine de tahmin edilemeyecek bir boyut kazandıracaktı.
Kazandırdı da; bu alanda bir dolu önemli yayın yapıldı. Bununla birlikte ben abartılmasından yana değilim. Her şeyden önce, gerek yazıda gerekse dilde hâlâ çözülmeyi bekleyen ciddi zorluklar bulunuyor. Ayrıca, sayılan bir kaç bine varan bu tabletler üzerindeki yazıtlar oldukça kısa; daha da kötüsü anlaşılması güç veriler içeriyor.
Tamamen yönetime ilişkin spesifik veriler bunlar. Eşya, personel, hisse, adak ve çeşitli içerikte bir takım kısa listelerden başka hiçbir şey sunmuyorlar bize. Üzerlerinde ne yasa, buyruk ya da antlaşma maddelerine rastlıyoruz, ne de dinsel inançlara ya da edebiyata ilişkin bilgiler bulabiliyoruz. Öyleyse söz konusu yazıtların Odysseus Dünyası’na katkısı nedir?
Bu sorunun cevabı, elbette o dünyanın nereye yerleştirildiğine bağlıdır. Odysseus’un içinde yaşadığı dünya Troia Savaşı’na tanık olmuş Myken krallarının dünyası mıdır ya da Homeros’un yaşadığı yüzyıllar sonraki dünya mıdır; aradaki bir zaman dilimine mi aittir; yoksa tamamen bir Hayal Diyan mıdır? Benim cevabım, şiirlerde karşılaştığımız toplumun Myken Çağı’nı izleyen yüzyıllara ait olduğu yolundaydı.
Bu görüşüm hâlâ geçerli. İlyada ve Odysseia elimizdeki biçimine, Yunan kent-devletlerinin oluştuğu dönemden kısa bir zaman önce kavuşmuştur. Bu, eserlerdeki bazı anakronik ve hayal ürünü olan ilaveleri de göz önüne alarak yaptığım bir tespit. Şayet bu tarihilendirme doğruysa, Linear B tabletlerinden güçlükle çıkartılabilen yeni bilgilerin, şiirlerde anlatılanlarla örtüşmemesi gerekir.
Bana göre tabletler bu görüşümü doğruluyor. Sundukları verilerMyken kültürünün, saray merkezli, hiyerarşik ve karmaşık bir toplum yapısı geliştirmiş olduğuna; çağdaşı olan Yakın Doğu toplumlarına benzerlikler gösterdiğine; gerek Odysseus’un dünyasından gerekse daha sonraki Yunan uygarlığından önemli ölçüde ayrıştığına işaret ediyor.
Aslında verilerin ortaya serdiği bu sonuç, kitabımdan da anlaşılacağı üzere, daha Linear B yazısı çözülmeden önce bazılarımızın yapmış olduğu tahminlerin doğruluğunu gösteriyor. On yıl önce tüm bilim adamlarınca onaylanmayan görüşlerimize, umarım şimdi daha fazla kablan olur. Kalıntılardan yola çıkarak Myken dünyasının ani ve büyük bir yıkıma uğradığını ileri sürebiliyoruz. Bu yıkımı izleyen yüzyıllar bizim için karanlık bir çağdır.
Etrafı surlarla çevrili o büyük yerleşim merkezleri, o görkemli saraylar yoktur artık. Ege havzasının bir ucundan diğerine yönelen göç hareketleri, düşük standartlı yaşam modelleri ve yazıdan bihaber topluluklardır söz konusu olan. Yunanistan tarih sahnesine tekrar çıktığında ise, Yunan uygarlığı henüz bir embriyondur; Aeskhylus’un, Herodotos’un, Sokrates’in ait olduğu o klasik Yunan dünyası bu embriyondan doğacaktır.
Bu arada yaşam durmamış; karanlık çağlar boyunca tüm hızıyla akmaya devam etmiştir: İnsanlar sosyal yaşamlarına bir çeki düzen vermiş; araç-gereç ve silahlarını üretmekten, tanrılarına kurbanlar kesmekten geri kalmamış; hatta Yunanca konuşmaktan dahi vazgeçmemiştir. Ne var ki bu devamlılık bizi yanıltmamak.
Ne de olsa insanlar Yunanistan’da hâlâ Yunanca konuşuyorlar. Ancak hiç kimse, bugün Atina’da karşılaştığı dünyanın klasik Yunan dünyası olduğunu ileri süremez. Odysseus’un dünyası, Yunan tarihinde eşi benzeri olmayan bir dünyadır ve bu dünyaya ilişkin bildiklerimiz İlyada ve Odysseia’dan edindiklerimizdir. Benim bu kitapta canlandırmaya çalıştığım da işte o dünyanın kendisidir. Bu kitabın ilk baskısına katkıda bulunan kişilere bir kez daha teşekkür etme şansı yakaladığım için mutluyum:
Hesiodos eserlerinin ve Homeros llahileri’nin H. G. Evelyn-White tarafından yapılmış çevirilerini kullanmama izin veren Harvard ÜniversitesiBasımevi’ne; el yazmalarını okuyan ve hiçbir zaman değerli görüşlerini esirgemeyen Profesör meslektaşlarım C. M. Arensberg, Herbert Marcuse, Martin Ostvvald ile Nathan Halper’a; ayrıca, geçen yıl kaybetmiş olmamız nedeniyle kendilerini büyük üzüntüyle andığım Viking Press’ten Pascal Covici ile Kari Polanyi’ye derin şükran duygularımı sunuyorum. Hepsine çok şey borçluyum.