Toplumların geçmişindeki bazı gerçekleri öğrenmek cesaret işidir; dirençli ve güçlü olmayı gerektirir.
Elinizdeki bu romanı okumak içinde biraz cesaret!..
Munzur Vadisinden iki aşiret reisi divana müracaat ederek bölgelerinde katliama varan kargaşanın durdurulması için yardım isterler. Böyle büyük kitlesel olaylarda esasen ordu görevlendirmektedir ama…
Osmanlının zor zamanlarıdır, çaresiz Zorbaz görevlendirilir.
Zorbaz/Mihrali, Deli Hoca /Müderris Alim Hoca ile Munzur vadisine girerler.
Burası dünyanın hiçbir yerinde örneği olmayan yüzlerce birbirine benzemez aşiretler mahşeridir.
Farklı inanç ve dillere sahip, onlarca etnik gurup ve birbirleri ile savaşmaktadır.
Çanlı Kilise 150 rahip mevcudu ile bölgenin en büyük Ermeni kilisesidir. Baş Rahip Rusların desteğiyle Ermeni Krallığını kurup başına geçmeye çalışırken; Derleme aşiretleri kiralık katil olarak kullanmakta, vadide ve çevre şehirlerde katliam yapmaktadır.
Vadide şaşırtıcı olaylar gelişmektedir, hiçbir hadise dışarıdan göründüğü gibi değildir.
Bölgede bulunan İki Rus General, Ermeniler ve aşiretler üzerinde çalışmaktadırlar.
Fakat çok daha derinlerde Zorbazı ve Deli Hocayı bile ürperten başka bir âlemin varlığını keşfederler!..
Sultanım, kestirmeden söyleyeyim ya gelir bu yangını söndürürsünüz…
Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa divan toplantısını konağında yapıyordu, gündem yoğundu. Reisülküttâb;
“Son bir konu daha var Paşam.” dediğinde, toplantı yedinci saatini doldurmuştu.
Divan üyeleri, yazıcılar ve teşrifat çavuşları artık yorulmuş, hareketleri ve konuşmaları ağırlaşmıştı.
Sadrazam başıyla işaret ederek;
“Nedir?” diye sordu.
“Ma’zul bir sancak beyi eşliğinde Munzur vadisinden gelen iki aşiret ağası…” diye, izahata girişti reisül- küttap ama sözünü tamamlayamadı, sadrazam elini kaldırdı…
“Bu uzun sürecek bir mevzu, bizim kethüda incelesin, sonra görüşürüz.”
Sadaret divanı sona ermişti. Salon boşaltıldı. Sadrazamın çubuğu ve kahvesi geldi, arkasına yaslandı. Sadece sır kâtibi ile kethüda ve divan çavuşunun kaldığı salonda, çubuğunu tüttürüp kahvesini içmeye başladı.
Devlet-i Aliyye için sıkıntılı günlerdi. Asırların birikintisi bin türlü dert vardı başlarında. Geleneksel yönetimin sonuna, bir yol ayırımına gelinmişti.
Başta ordu ‘Yeniçeriler’, eğitim ve adalet kurumlan olmak üzere birçok kuruluşun yeniden tanzim edilmesi gerekiyordu. Köhnemiş kurallar, kavramlar ve hayat anlayışı değişmeliydi. Yoksa avuçlardan kayarak akıp giden kum misali Devlet-i Aliyye’yi kaybedeceklerdi.
Sömüren ve böylece semirerek azgın bir canavara dönüşen Avrupa ile ancak değişerek, yeni kurum ve kavramlar edinerek baş edebilmek mümkündü. Bu yeni bir dünya idi. Bu dünyaya ayak uydurmak çok sanalı ve çileli oluyordu.
Divan tamamen boşalmış, sır kâtibi ile sadrazam baş başa kalmıştı. Sadaret kethüdasına işaret etti;
“Ziyaretçiler gelsin.”
Görüşme hafi ‘gizli’ olacaktı. Huzura giren aşiret reislerinden birini tanımıştı:
Diyarbekir Beylerbeyi iken, Munzur vadisinin önemli merkezlerinden olan Çemişgezek bölgesinde kendi aşiretinin bulunduğu bölgeyi ona yurtluk olarak tahsis ettiği Abasuşağı Reisi idi. Diğerlerini tanımıyordu.
Teker teker etek öpüp divan durdular.
Gelenler iri ve heybetli insanlardı. Tam birer dağ adamı idiler.
Sadrazam;
“Oturun.” diye işaret etti.
Reisler kısa bir tereddüt geçirdikten sonra Divan Çavuşunun;
“Tamam, oturabilirsiniz.” Anlamına, başını eğmesi ile ma’zul Sancakbeyi1‘nin her iki yanına yere bağdaş kurup oturdular.
Önce Sancakbeyi’ne söz verildi;
“Devletlûm, Munzur vadisinden geliriz.”
Eliyle işaret ederek; “Bu sağımda oturan Çemişgezek bölgesinde yurtluk bağışlayıp ferman ettiğiniz Abasuşağı Reisi Sanıbegdir. Solumda oturan yine aynı bölgeden Şeyhasanlu Aşireti Reisidir. Bölge ile ilgili arz tezkerem de budur.”
Sancakbeyi elindeki ruloyu sadrazamın kethüdasına uzattı ve tezkereye yazdıklarını kısaca özetledi:
“Devletlûm sizce de malûm Munzur vadisi olarak; Divriği, Erzincan, Harput sancaklarının sınırlarından başlayıp Diyarbekir, Van, Bitlis civarına kadar uzanan Karasu ve Murat nehri yataklarının bulunduğu yer kastedilir.
Burayı ümera gayya kuyusuna benzetirler.
Burada onlarca birbirine benzemez din, mezhep ve soya mensup aşiretler, içeride birbirine düşman, dışarıya karşı birlik olarak yaşamaktadırlar.
Ahali: Türkmen, Zaza, Kürt, Ermeni ve daha adı sanı bilinmeyen kadim zamanlardan kalmış bir yığın kalabalıktır.
İnsanlar bu vadide zulüm görüp acı çekmektedirler.
Sebebi ise; Devletlimizce malûm. Biraz evvel arz etmiştim.
Bu şer insanlarının bir kısmı kendi bölgelerinde her türlü suça günaha bulanmış kaçıp vadiye sığınmış aşiret kaçkınlarıdır.
Sözü edilen bu azgın kalabalığın önemli bir kısmı mağaralarda barınmaktadırlar.
Yine bu hezele grubunun başında ne idiğü belirsiz dört şeytan uşağı reis vardır. Kadim zamanlardaki Alamut Şeyhi Hasan Sabah gibi etraflarını yağmalarken cinayet işlemekten, katliam yapmaktan asla kaçınmamaktadırlar. Özellikle ırza, namusa tasallutları had safhadadır…”
Sadrazam dikkatle Sancakbeyini dinliyordu.
O’nun anlattıklarına zaten aşina idi. Vadi ile ilgili benzeri şeyleri çok dinlemişti. Ayrıca Diyarbekir beylerbeyi görevinde iken buraları tanımıştı.
Elini sakalına götürdü, sıkıntı ile karıştırdı. Evvelki yönetimlerin bu belâyı nasıl hallettiklerini düşündü:
Hazine-i evrak mümeyyizi onu bilgilendirmiş, konu ile ilgili belgeleri göstermişti:
Her otuz kırk senede bir tahrir yapılır gibi, o bölgeye asker sevk edilip dağlar ovalar ve mağaralar elden geçiriliyor, mazlumlar azat ediliyor, zalimlerin hakkından geliniyor nizam ve düzen yeniden tesis ediliyordu.
Bu vesile ile oraların idari düzenlemesi olan Yurtluklar, Ocaklıklar yeniden dağıtılıyor, sükûnet sağlanıyordu.
Bu sefer bunu yapmak mümkün değildi. Devletin başında çok daha büyük gaileler vardı. Bir kere her şeyden evvel bura ahalisinin ve özellikle reislerinin terbiyesi için elde sevk edilecek asker yoktu. Üstüne üstlük Yeni- çeri-Devlet çatışması sürüyordu. Allah göstermesin ya, bir iç savaş yaşanacak gibiydi.
Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’nın, aşiret reislerini dinlerken endişelenmesine bir başka sebep ise: Bölgede yoğun bir Ermeni nüfusunun olması idi. Hatta Muş civarında Anadolu’nun en büyük ve etkin Ermeni kilisesi “Çanlı kilise” vardı.
Konuşma sırası Abasuşağı Reisi Sanıbege geldiğinde daha da şaşırtıcı şeyler duydu:
Konuştuğu lehçe ağır ve ağdalı idi, acemlerin konuştuğu farsça gibi sesleri oval ve Yörüklerin konuştuğu gibi kelimeler gırtlaktan çıkıyordu. İlk önceleri anlaşılması zor görünüyordu ama konuşma ilerledikçe daha anlaşılır oluyordu:
“Devletlû Sultanım, Şeyhim…” Diye söze başladı, sonra şeyhim denmeyeceğini tembihledikleri aklına geldi, kızardı, kekelemeye başladı. Sadrazamın yüzüne baktı, belli belirsiz tebessüm ediyordu, bundan cesaret aldı ve konuşmasına devam etti;
“Beni bağışlayın sultanım, biz edep erkân ve konuşmasını bilen insanlar değiliz. Hele böyle yüksek huzurda hiç konuşamayız.
Bizim dağlar ve yaylalar Munzur, Mercan, Bingöller taa.. Bitlis’e kadar yanıyor sultanım.
Karasu, Murat nehirleri kan ve irin akıyor.
Büyüklerimiz dedi ki;
Osmanlı her otuz senede bir gelir buraları ıslah eder, terbiye eder, azanı kuduranı ayıklar, böylece insanlar da rahat ederdi.
Sultanım, kestirmeden söyleyeyim ya gelir bu yangını söndürürsünüz, ya da biz hepten helâk oluruz.”
Reis çok kısa konuşmuştu ama sadrazam her şeyi yeterince anlamıştı…
Diğer reise baktı…
Başı eğik duruyordu, sancakbeyi usulca onu dürterek uyardı. O ise sadece başını tasdik makamında salladı
“Her şeyi Sanibeg Ağam anlatmıştır.” Dedi ve sustu…
Sadrazam kethüdaya emir verdi;
“Reisler ve Sancakbeyi misafirlerimizdir, ağırlansınlar yine görüşeceğiz.”
Herkes çıktıktan sonra sadrazam paşanın çubuğu ve kahvesi tazelendi.
Sır kâtibine sancakbeyinin tezkeresini uzattı;
“Oku.”
Sır kâtibi ağır ağır okumaya başladı…
Sadrazam paşa bir taraftan dinliyor, bir taraftan da çubuğunu çekip sakalını sıvazlıyordu.
Uzun zamandır Munzur vadisinin çevre Beylerbeyilikleri Van ve Diyarbekir’den bölgeyle ilgili dişe dokunur bir şikâyet almamışlardı.
Sancakbeyi ise tezkeresinde bu iki beylerbeyinin büyük rüşvetler yiyerek oradaki canilerin icraatlarına ortak olduğunu söylüyordu.
Hoş, benzer ifadeler peykân ve ulak teşkilâtlarının tezkerelerinde de vardı. Taa buralarda payitahtta, BabIâli’de, hatta divandakilerce de eşkıyanın korunup kollandıkları sanılıyordu…
Zaten o sebepten konuyu divan toplantısında görüşmeyip sona bırakıp, hafi görüşmek, değerlendirmek istemişti. Bu arada kâtip okumasına devam ediyordu ki;
“Dur.” dedi;
“Şu yukarıdaki bölümü bir kere daha oku.
”Kâtip sorulan yeri buldu, okumaya başladı:
…Bölgede iki Rus iki de İngiliz keferesinin uzun zamandır isimlerini yukarıda verdiğim reislerle irtibatta oldukları ve ne olduğunu tespit edemediğimiz bir hazırlık içinde olduklarını….
Gerisin dinlemedi:
“Kâtip, geçtiğimiz sonbaharda Erzurum Beylerbeyi- liğindeki peykân ağasından gelen tezkereyi hatırlıyor musun?”
“Evet devletlim, din adamından ziyade rütbeli askere daha çok benzeyen iki Rus papazına Çapakçur” civarındaki ‘Çanlı Kilise‘ye gidişleri için rüşvet karşılığı alay beyinin ‘mürur tezkeresi”” verdiğini söylüyorsunuz her- hâlde…”
“Evet, aynen öyle, burada sözü edilen iki Rus ihtimaldir ki üst rütbeli askeri ajan olmalı.
İngilizlere gelince; İzmir limanından misyoner olarak giriş yapanlardır mutlaka.
Demek ki döne dolaşa Munzur vadisine ulaşmışlar, eh… İngilizlerin zaten bu mülk üzerindeki talepleri hiç bitmez…”
Sadrazam paşa tekrar kahve istedi. Kâtibi göndermiş, tek başına kalmıştı. Kethüdası kapıda çağrılmayı bekliyordu. Yarım saat daha kendi kendine tefekkür etti. Konuyu padişaha arz etmesi gerekiyordu ama salt problem olarak değil çözümünü de beraber sunmalıydı.
Bu mesele çok önemliydi, kim bilir belki müdahale edilmekte geç bile kalınmıştı ama nasıl müdahale edeceklerdi ki?
Hâlihazırda Yunan isyanı sürüyor, bütün Avrupa var gücü ile bunu destekliyordu.
Açıkçası Avrupa ile savaş halinde idiler. Hatta Rusya’da Osmanlıya karşı hareketlenmeler başlamıştı. Onlar da Anadolu’da karıştıracak uygun bölge arayışına geçmişlerdi anlaşılan.
Eh… Bu durumda, Munzur vadisinden daha uygun yer mi vardı?… İngilizler de orada olduğuna göre.
Sadrazam Paşa birden çenesinin ağrıdığını hissetti, farkına varmadan bir saattir dişlerini sıkıyordu, sıkıntısı büyüktü.
Sadaret kethüdası çekinerek paşanın huzuruna girdi… Paşa böyle destursuz gelişe öfkelendi;
“Kethüdayine ne var?… Ne istiyorsun?”
“Devletlûm saraydan geldiler, fermanlıların listesini getirdiler, bu gece infaz edileceklermiş ama sizin önce bir görmeniz gerekiyormuş”
Sadrazam hatırladı; Sultan Mahmut bütün infazların sadrazamında onayı ve bilgisi dâhilinde yapılmasını şart koşmuştu.
Listeye baktı. Liste dediği de iki isim ve bu iki isme ait özgeçmiş ile işledikleri cürüm yer alıyordu.
Birincisi son hasodah diye ünlenmiş hasodanın son ağası Mihrali Ağa diğeri ise iki kişinin katili bir gaspçı idi.
Sadrazam, Mihrali ismine takılmıştı… Mihrali!… Mihrali!.. Hımm… Dur hele bu geçenlerde Kadıköy’deki İbrahimağa çayırlığında yapılan büyük gösteride olay olan ‘Zorbaz1 değil mi?
“Kul sıkışmazsa Hızır yetişmezmiş” diye geçti aklından.
Tebessüm ediyordu, Sadrazam Paşa rahatlamıştı.
Yerinden fırladı, bir taraftan da yüksek sesle emir veriyordu:
“Mihrali’yi yarın buraya getirin beni bekleyin, diğerini idam edin… Toparlanın, saraya gidiyoruz, huzura çıkacağım.”
Sadrazamın yüreğindeki sıkıntı, Mihrali ismini duyması ile dağılmaya başlamıştı.
Zorbaz hem oyunun adı, hem de bu gösteriyi yapan ustaların sıfatıydı.
Nah! Şu başparmak kalınlığında gövdesi olan bir eşek arısı, renkli şeffaf kanatlarını açmış, hortumunu aşağı doğru salmış çalağan’ gibi vızıldayarak üstüne süzülüyordu.
Kara gözlü kara saçlı on iki yaşındaki Kara İsmail hiddetle söylendi;
“Vay alçak vay, bir sokarsa akşama kadar inletir beni…”
Uzandığı yerden doğrulmadan eşek arısını eliyle havada vurup defetmeye çalışıyordu. Elini salladı, arı tam üstüne oklanırken bir vuruşta bacanın öbür ucuna gönderdi. Zaferle gözleri parladı:
“Heyyttt tamam artık, eşşoğlu bir daha üstüme gelemez…”
Başım kolunun üzerine koyup yeniden karşı damdaki kaysı yaranlara bakmaya başladı.
Kendi yaşındaki Aygoş onun gizlendiği yeri keşfetmiş, o da ona bakıyordu.
Aygoş’un hemen arkasında gözüken, karşıdaki dağın yamacına aşağı inen yol bütünü’ ile görünüyordu. Birden taa geçidin başında siluet halinde beliren atlıyı gördü.
Aygoş’la karşılıklı gülüşürken arada bir arka plânda gözüken atlıya da göz atıyordu. Merak etmişti bu gelen neyin nesiydi? Buraların adamı olmadığını, yabancı olduğunu fark etmişti: