İstanbul’la ilişkim genel olarak üç aşamada gelişti. Bunların birincisi on sekiz yaşımda başlar ve birkaç yıl sürer; başlıca özelliği, duygusallığıydı. Amerika’dan yeni dönmüştüm. Oradayken, Massachussetts’de, Cape Anne adında bir yarımadada kalmıştım. Kentler kıyıdaydı, yarımadanın ortası da ormanlıktı. Burada uzun yürüyüşlere çıkmayı seviyordum.
Böylece, aynı yerleri, farkları çok belirgin dört mevsim boyunca görmüştüm. Sanırım bu bende, kendim de farkında olmadan, mekân duygusunu geliştirdi. Dönüşümde, doğa yerine zengin bir kentte buldum kendimi. Büyüme çağındaydım ve her şeyi anlamak istiyordum. Gene de, fazla akli bir anlama çabası değildi benimkisi.
Bir mekân görüp çok seviyordum, örneğin. Neresi olduğu çok önemli değildi. Atıf Efendi Kitaplığı ya da Büyük Valide Han. Yaşa nmakta olan ha yata ilgim daha fazlaydı. O yeri rengi ve kokusuyla, atmosferiyle, yaşıyordum.
Üzerinde düşünmüyordum. Eğri büğrü bir sokakta, çer den çöpten bir “ev”in pencere niyetine yapılmış bölümünde, Vita kutusuna ekilmiş bir sardunya görünce, bu yaşa ma sevincine ben d u Umumiye olarak yapıldığını öğrenmek, Bizans kilisesinde Yunan haçı tipini tanımak, camilerde kubbenin kaç dayanağa oturduğuna dikkat etmek, ikinci dönemin ilgileri arasındaydı.
Bu arada başka dünya şehirleri de görüp tanıdığım için karşı laştırmalar yapabiliyordum. “Kent”e ilişkin bilgi ve gözlemler zihnimde birikiyordu. Ama bu ilgilenme ve bilgilenme, sürekli ve düzenli değildi. Bilinçaltı bir eğilimim olmuştu herhalde ve böylece belleğimde İstanbul bilgilerine özel yer açmıştım; ama bilgiler ben özel ikle farkına varmadan birikiyordu.
1980’lerde İstanbul’la ilişkimin üçüncü aşaması başladı. Mustafa Kemal Ağaoğlu bir BİLSAK kültür etkinliği olarak İstanbul gezileri düzenlemeyi düşündü ve benden de Halic’i gezdirmemi istedi. Bu geziler çok tuttu.
Benim, kısa zamanda, Haliç’ten başka birçok semt ve bölge gezdirmem gerekti. Bu iş hâlâ devam ediyor. Sevdiğim birçok şeyi başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmışımdır. Bu çerçevede, İstanbul’u, ilgi duyup da fırsat bulamayanlara göstermenin, tanıtmanın iyi bir tarafı var.
Çok kişi, yaşadığı kenti az tanır. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır: “Nasıl olsa buradayım, bir gün gider görürüm,” tavrı. Ama söz konusu kent İstanbul olunca buna baş ka etkenler ekleniyor. Batılılaşma sonucu yaşadığımız kültürel ikilik nedeniyle, insanların mekânları da ayrışmıştır burada. Peyami Safa’nın bir romanına Fatih/Harbiye adını vermesinin altında bu yatar.
Batılı eğitim görmüş kesim şehrin belirli arterlerinde dolaşır ve bunun iki sokak ötesine gitmez gidince de “turist” muamelesi görür. Geleneksel kesimin de zaten böyle merakları ya da böyle bir “gözü” yoktur. İstanbul’u gezdirmek durumunda kalınca, üstüme sorumluluk bindi.
Gerçi bu gezilerde şehri bir tarih çi, bir sanat tarihçisi gibi uzmanca tanımadığımı, İstanbul’la ilişkimin bireysel ve yaşantısal olduğunu hep söylüyordum ve kimse benden bu tür bilgi sormuyordu. Gene de, daha çok bilmek gereğini duydum ve başka işlerimi bırakıp İstanbul’u öğrenmeye başladım. Aşamaların en kötüsü bu olabilirdi hâlâ da olabilir ya da oraya doğru gelişebilir.
Çünkü bu noktada iş gezi yapmakla kalmadı. Türki ye’de şehir ve özellikle İstanbul bilincinin yükseldiği bir evreye rastla dı benim geziler. İşte bu kitabı da yazıyor olmak dahil, çeşitli belge seller üstüne çalışmak dahil, İstanbul’la ilişkim hem uzmanlaşmak, hem de bir ölçüde profesyonelleşmek zorundaydı. Bu da, o kendiliğinden ilişki biçimini zedeleyebilirdi.
Neyse ki, İstanbul kendisi çok dayanıklı, çok zengin. Kurulan bağın duyusallığını ve duygusallığını o kendisi koruyabiliyor. Sonunda biraz bıktırma, şehirden değil, kendi anlattıklarımdan bıktım. Bu kitap da sonuçta hâlâ bir uzman kitabı değil.
Sanat tarihi, mimarlık tarihi konularına çok az girdim. Daha çok genel tarihe ağırlık vermeye çalıştım. İstanbul’un nasıl böyle olduğu konusu başlıca mera kım. Kaybolan çok şey olduğunu biliyorum, ama her yerde çok şey kaybolur.
Öte yandan, belki Lavoisier burada geçerli sayılabilir. Bir biçimde kaybolan, belki başka bir biç imde yaşamaya devam ediyordur. İstanbul’un tarihi duyarlığını yakalamaya çalıştım. Onun için, kitabın alanını tarihi İstanbul’la sınırlı tuttum. Ama, özellikle şehrin tarihi bölümlerinde, varolan bütün yapılardan tasaca da olsa söz etmeye çalıştım. Aynı zamanda, önemli yapılar üstüne sözlerimi mümkün olduğunca kısa tuttum:
Ayasofya ya da Kariye, Süleymaniye ya da Topkapı veya Dolmabahçe Sarayı gibi yapıları böyle genel bir rehberde hakkını vererek anlatmak imkânsız gibi bir şey. Doğrudan bu yapılar üstüne yazılmış kitaplar okumak gerekiyor.
Kitap, Sumner Boyd’la Freely’nin Strolling Through İstanbul’u tarzında, gezerken ve gezmek için kullanılacak bir rehber biçiminde yazıldı. Onların bu öncü kitabının bana hem kolaylık, hem de büyük güçlük çıkardığını söyle meliyim. Strolling Through herkes gibi benim için de son derece yararlı bir bilgi kaynağı. Ama bu konuda bu kadar iyi bir kitap yazılmışken, ikinci bir kitap yazmak çok güçleşiyor.
Sorun ille onu aşmak gibi iddialı bir şey değil; ama yargıları, değer lendi rmeleri, hatta esprileri bana da o kadar uygun ki, aynı sözleri tekrarlamaktan kendimi alıkoymak için bayağı zorlanmam gerekti ve tam başarılı olamadım buna rağmen.
Rehber olunca, semtleri belirli bir sırayla gezme mantığı kitaba egemen oldu. Gene de, tek bölümde anlatılan bazı bölgeler bir günde gezilemeyecek kadar büyük olabilir. Bir güzergâhta görülecek çeşitli mekânların kendileri hakkında görece az şey söyledim ve özel ikle değişik ilginç mimari ayrıntıları kaydetmeyi gezen kişiye bıraktım.
Ben daha ço k oralarda geçen olaylar ve mekânlarla ilgili kişiler hakkında hikâyeler anlattım. Dolayısıyla bu hikâyeler, mekânların sırasını izliyor. Gene de, kitabın sonunda, burada yaşanmış karmaşık tarih hakkında epey ayrıntılı bir resmin oluşacağını sanıyorum. İstanbul son otuz, özel ikle yirmi yıllık dönem içinde, belirgin bir biçimde, “nostaljik” bir konu haline geldi.
Bunun bir kaçınılmazlığı var. Böylesine hızlı bir büyüme, sindirilmesi güç bir değişim yaratıyor. Bu şehirde daha uzun süre yaşamış olanlar, her şeyden önce, değişenin bilincine varmak durumunda kalıyorlar. Dikkatleri, zamanla, kalandan çok kalmayana yöneliyor.
Bu ruh halini doğrusu ben de paylaşıyorum ve sanırım kitaba da yansıttım. Düşünün ki doğduğum ev, çocukluğumu geçirdiğim ev, üniversite yıllarımı geçirdiğim ev, ilk evlendiğimde oturduğum ev, çocukların doğduğu ev, iki çocuğun büyüdüğü ev, bugün yok.
Bu, sade benim tarihimle ilgili kısım. Tanıdıklarımın, akrabalarımın, arkadaşlarımın, içinde vakit geçirdiğimiz, bize aşinalaşmış binaları da, aynı şekilde, yok. Çoğumuz bu durumu oturup bilinçle düşünmüyoruz bile. Ama bu mutlaka bilinçaltımıza işliyor.
Bu kadar yoğun bir geçicilik insanın kalıcı herhangi bir şeye güvenini sarsıyordur diye düşünüyorum. Ör neğin bir yerden hep geçersiniz, onun için dikkat etmezsiniz: İifa’ya inerken St. Joseph’in duvarı, örneğin, o oradadır, hep orada olmuştur.
Bir gün o duvarın orada olmadığını görürseniz, tuhaf bir duygu gelir. Sanki yalnız duvar oradayken kaybolmuş değil, siz de sokağa ayak kabı giymeden, çorapla çıkmışsınız gibi, tedirgin edici bir eksiklik. Tabii sorun yalnız binalar değil.
Bütün insanlar değişiyor. 1960’ta İstanbul nüfusu bir milyonun biraz üstündeydi. Bunun içinde hâlâ hatırı sayılır oranda “azınlık’larımız vardı (6 7 Eylül’den sonra, Varlık Vergisi sonrası gibi, göç hızlanmıştı aslında). Kaşla göz arasında, mahalleden ya da okuldan arkadaşlarım ortadan kayboldu.
Bunu, okurken, pek anlamadık. Sonra bir gün geldi, bir de baktık ki kimse kalmamış. Çok sayıda insan gittiği halde, çok daha fazla say ıda insan geldi ve şimdi on milyonu zorlamaktayız.