11 Ağustos 1999 gecesi evimin salonunda kahve içip gazete okurken anonim bir culex’in saldırısına uğradım. Bu gözüdönmüş kan emiciyi haklamak için elimdeki gazeteyi katladım ve karşı saldırıya geçtim. Zorlu bir mücadele sonunda onu can alıcı bir gazete darbesiyle duvara mıhladım.
Mezkur culex’in kanı salonumun duvarlarından birinde küçümsenebilir bir leke bırakmıştı ve zaten benim gibi barbarca bir görmüş-geçirmişlikle mücehhez bir gazete okuru için böyle mikro cinayetlerin sözünü etmek bile makro lüzumsuzluk demekti.
Derken, tekrar gazetemi okumaya koyuldum ve en arka sayfanın sağ alt köşesinde culex’in kalıntılarına rastladım. Kalıntıların bulunduğu yerde bir böcek ilacı reklamı ya da haşere zehirleme servisi ilanı olsaydı amma matrak olurdu fakat yoktu; onların yerine Mars’ın bir Avustralya firması tarafından parsellenip satıldığına dair bir haber vardı.
Merkezi, Melbourne’de bulunan ‘Mars & Authory’ adlı kuruluş tarafından satışa çıkarılan arsaların fiyatı 6,5 – 29 $ arasında değişiyormuş. Durumdan kuşkulanan Avustralya Senetler ve Yatırım Komisyonu, söz konusu firmanın faaliyetlerini inceleme kararı almış ve müfettişler, Mars’tan arsa almak Culex:
Ev sivrisineği. için firmaya ödeme yapan müşterilerle temasa geçmiş filan. Culex’ten geriye kalan parçaların kuruduğunu far-kettim ve bir fiskeyle gazetemden sıyırdım onları. .Jelleşmiş beyninde binlerce zehirli kıymık taşıyan biz şehirliler, yerli-yerleşik [‘yerli yerinde’ demiyorum] olana bayılırız; ah, bir de kazanılmış atalete yani tatile.
Militanca bir hırsla dünyaya kazık çakmaya uğraşırken Mars’taki sessizlik kulağımıza hoş gelir ve uzaydaki çıkarlarımızı hesaplarken bilgisayar yardımına başvururuz. Tevafuktan kaçarken felakete toslayacağımızı aklımıza getirmediğimiz için eşyaya uygunsuz sıfatlar yakıştırarak frapan imajlar oluşturur ve bu arada kendi görüntümüzün silikleşmesine göz yumarız.
Sağlam. kalıcı ve başedilmez görünsün için ‘gayrimenkul’ deriz, pasta gibi dilimlenmiş arazilere, pasta gibi kat kat yapılmış ve artık gök cismine benzeyen binalara. Teknolojik kesinliklere[!J tam teslimiyetin doğurduğu ‘tabii’ boşlukta sallanırken, ölümcül bir münasebetsizlikle Azrail’i ve onun etkinliğini inkara ya da itfaya yeltenişimizin bilançosunu uzmanlara imzalatırız.
Robotlar tarafından kullanılan robot yüklü TIR’lar-da şanlı yurdunun bayrağının dalgalandığını görüp heyecanlanan saygın vergi mükellefleri, herdaim haklı müşteriler ve/yahut bireysel kılık kıyafet devrimi yapmış narsi-sist züppelerle dolu bir gezegende yaşamak; sürekli ve aralıksız olarak bize eşlik eden ve eli kalem tutan meleklerin arasında bulunmaktan daha çok işimize gelir, hoşumuza gider.
Karton politikacıların, kukla sanatçıların, kurmalı öğretmenlerin, oyuncak tamircisi doktorların, kuş dili konuşan hukukçuların ve numaralandırılmış işçilerin; sosyal hiyerarşik yapı dahilinde sergiledikleri göz kamaştırıcı dayanışma avuntusu içinde, vicdanlarından geriye kalan son kırıntıları da ithal yetim kanlarıyla ıslatarak yumuşattıkları modern dünya karşısında, su tabancası işlevi gören ve haklı nedenleri olan bir küçümseme, hattâ [neden olmasın?] bir terkedip gitme eylemi işe yarar mı acaba?
Belki. Ortaçağı atlatılmış bir maddi kriz dönemi saymaya yatkınızdır. Cep telefonu, bilgisayar, elektrikli aydınlatma sistemleri ve ev aletleri… yokken ha kral olmuşsun ha köle ne farkeder? Ortaçağın tescilli geçiciliği karşısında cep telefonlarının kalıcılığı bizim çağcıl güvenlik hissimizin kaynağını teşkil eder.
Ayaklarımızı yerden kesebilmek için ürettiğimiz arabalar, bize adım atacak yer bırakmadığında Mars’a göç edeceğiz ne de olsa. Hak değil çıkar gözeten bir bencilliğin toplumun iliklerine işlediği önyargısının motive ettiği sosyo-politik ezicilik, medyatik söylemin hunharlığına da geçerlilik kazandırır.
“Bir sinekle bir devlet adamı arasındaki benzerlik nedir?” sorusunun cevabı 19. yüzyıldan hazırdır: “İkisini de gazeteyle öldürebilirsin!” ‘Tüketici’ sıfatı isimleşe-li beri, ömür boyu gazete okuyanların ölü^m/kalım sebepleri arasında medya faktöründen bahis açan yok çünkü bahisleri hep gazeteler açıyor.
Dünyayı dev bir sinek olarak algılayan birileri, onu ellerindeki katlanmış gazetelerle “Şırrraaaaak!” diye kendi çöplüklerinin karanlığına yapıştırmaya hazırlanıyor. Aciliyet asabiyetinden doğan panikle tozutanların iletişimi, bacasından çıkan dumanlar içinde kalarak görünmeden ilerleyen bir treni, öküzlerin gözünün bir yerlerden ısırması gibi zorlu bir belirsizliğe mıhlanmıştır.
Zihinsel irtifa kaybını sona erdirmesi, biricikliğimi-zi kumar masasında bırakmaması ve ‘hayatını kazanırken’ hayat kazandırması gereken entelektüel de gözden kaybolmuş çünkü medyanın tavanarasındaki tabutlardan birinde ‘yaşamayı’ seçmiştir.
Sürüleşmiş halkın sözcüsü, lanetli bir büyünün tesiri altındaki politik bir yük hayvanı edasıyla geviş getirerek vaziyeti idare etmekte yani devrimci ideallerin ve zalimleri ırgalayan bir tehlikenin temsilcisi değil; her türlü materyal ve moral değeri ‘kuşatan’ liberal piyasadaki kanlı ucuzluğun getirdiği dünyevi hareketlilikteki kaosun alelade bir unsurudur.
Öyle ki, gazete kağıdıyla sarmalanmış bu kurukafalar yüzünden, her türlü entelektüel teşebbüs, kaosa yapılmış mütevazı bir katkıya indirgenmektedir. Herşeye rağmen, tekdüze kükremelerde ve/ya da dürüstlükten uzak birtakım nezaket jestlerinde ifadesini bulan insancıl yaklaşımlar, yaralı bilince tükürük kadar faydalı elbette. Ayrıca, Georg Christoph Lichtenberg’in de dediği gibi: Üzerine yasaların kazılı olduğu çikolata ve arsenik tabletleri de işimizi pekala görür.
YAZIYOOOR. .. YAZIYOOOOORRR! .. ‘İÇ ÇAMAŞIRLARINA NEDEN CEP DİKİLMİYOR?!’ Yeni Zelanda’nın Wellington şehrinde yaşayan emekli marangozlardan biri, Bay Michael Morel, 10-11 Nisan 1999’da 25 saat boyunca hayat hakkında konuşarak gevezelik rekoru kırdı! 64 yaşındaki Morel, 1957 yılında 24 saat 19 dakika süresince çenesini açık tutan Storm Thurmond’u geride bıraktı ve bu başarısını bira içerek kutladı.
Rekortmen Bay Morel’in aptalca gayretkeşliği sadece uğursuz bir acayiplik değil ama aynı zamanda dayanıklılık, ısrar ve direnişin murdarlaştırılmasına da örnektir. Geveze kişi, muhatabıyla kurduğu münasebetin bir anlama kavuşmasına iain vermeksizin, sözel enflasyondan kaynaklanan bir değer kaybına yol açar ve kendisini ‘konuşan hayvan’ konumuna düşürür.
Gevezeliğin ilerlemesi ve yayılması; doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, faydalı ile faydasız [bilinmeli ki faydasız, zararlının ta kendisidir] arasındaki farkın ortadan kalkması ve böylelikle sessizliğin bile yozlaşmasına varır.
Konuş-k-an bir hayvanın dinleyicisi, susan hayvandır! Haksızlık karşısında susmak, şeytanın yakın akrabaları arasına katılmaktır ve/fakat konuşarak haksızlık etmekten de kaçınabildiğimiz ve dilimizi düzeltmeden elimizden hiçbirşeyin gelmeyeceğini, belimizi doğrultamayacağımızı kavradığımız ölçüde şeref kazanırız.
Dil-in-e hakim olamayarak lüzumsuz bir fazlalık [lüzumlu bir fazlalık var mıdır? l haline gelen kimse, eline ve beline sahip çıkamayacağını da göstermiş olur. Özümüzle sözümüz, fikrimizle zikrimiz ve söylediğimizle eylediğimiz arasındaki uyumun peşinde değilsek, insanın zarar görmesinden çıkar güttüğümüz ve tam da bu sebeple güdülmeye müsait olduğumuz ortaya çıkar. Konuşan ya da susan hayvan olmaktan kurtulun-madıkça güdülmekten de kurtulunmaz.
Gevezelik eleştirisinin eleştirel gevezeliğe dönüşmemesi ender görülen bir olaydır; gelgelelim nasıl ki bebeklerle ilgili bir konferansta bebekler konuşamıyorsa, gevezeler de gevezelik hakkındaki bilgiyi iletemezler. Tecrübenin önemini törpüleyen ve kendisine bir tecrübe süsü veren gevezelik, vakit öldürmenin en canice biçimidir.
Medyanın [o çenesi düşük kırk başlı, takma dişli, dul canavarın] faaliyeti, seyircileri susan hayvana çeviren özelliği bakımından tam bir gevezeliktir. Seyirci kırk yılda bir sokaklara dökülüp şu veya bu yayını protesto ettiğinde de medyatik bir malzemeye dönüşür.
Televizyon seyretmek ve/ya da gazete okumak tecrübe değeri taşımaz çünkü izleyicinin özgün bir katkısıyla ortaya çıkacak program dışı etkilere esasen kapalıdır ve tecrübenin itibarını silmeye, buna bağlı olarak tecrübesizliğe hizmet eder.
Kelle koltukta cenk etmek için hiçbir haklı gerekçesi bulunmayan çünkü haklılığın bir gerekçe sayılmadığı çağımızın beyni deteıjan reklamlarıyla yıkanmış bireyleri, koltuğa ‘gömülmüş’ gövdelerinin üzerindeki kuru kafalarıyla, toplumda kendilerine yer açmayı başarmış teneşir kargalarını andırıyorlar.
Elekten geçirilmemiş milyonlarca elektronik ses ve görüntüyle hem kör hem sağır olup çıkmış bir adamın ya da kadının zaping yapması, bir ölünün mezarında sağa sola dönmesi kadar tecrübe niteliği taşır ancak. En yeni dedikoduların [gıybet kelimesinin yerine geçen bu efemine lakırdı manevi terörün, gerizekalılığın kasvetinin ve çirkinliğin diktatoryasının motorunun adıdır] aktarıldığı tv. programları ve gazete sayfaları, varoluşlarını bir dedikoduya indirgemiş tüketicilere yöneliktir.
Sadece magazin haberleri ve paparazziler değil; ateşli politik tartışmalar, her telden çalan belgeseller, teatral bir biçimde sunulan haber bültenleri, atraksiyonel kültür-sanat programları, birinden biri tam size göre olan sinema filmleri,
fare gibi sindiği gazete köşesinden ekranın ortasına sıçrayıp fareli köyün kavalcısına dönüşen yazarların ‘dinlendirici’ yorumları, canhıraş spor müsabakaları, züppeliğin sözel ve görsel kayıtları ‘talk show’lar [‘konuşma gösterisi’ anlamına gelen bu ibare, boşboğazlığın meşruiyetinin ithal edildiğinin de göstergesi] ve de burada sıralamakla sonunu getirmeye güç yetiremeyeceğim trilyon çeşityayını ciddiye alsaydık ne olurdu?
Bütün bunlar doğru, iyi, güzel yani dikkate değer, zihin açıcı, akılda tutulması gereken şeyler midir? Değilse medyanın ‘örgütlü gevezelik’ diye tanımlanması zorunludur.