ÖNSÖZ
Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Gazi’den itibaren özellikle ilk sekiz padişahı, 15. yüzyıl Osmanlı kaynakları ‘gazi padişahlar’ olarak takdim ederler. Gaza ve cihad ülküsünün sembolü olan bu padişahlar, bazı zihinlerde ya kılıcını kuşanmış seferden sefere at koşturan ya da saraya kapanmış, zevküsefa içerisinde hayat süren bir yönetici olarak yer etmiştir. İkinci görüşte olanlar, devlete ve topluma hizmetlerini dikkate aldıklarında böyle bir düşüncenin hiçbir Osmanlı padişahı için tamamıyla gerçeği yansıtmadığını göreceklerdir.
14-15. yüzyılda Osmanlı Devleti’ni yöneten padişahlar ‘gaza ve cihad’ın yanında, ideal bir devlet ve toplum düzeni kurmak (nizâm-ı âlem) için de büyük çaba harcamışlardır. Onlar, kurmayı düşündükleri devlet ve toplum düzeninin temel harcına adalet, insaf, hoşgörü (engin müsamaha) gibi sadece düşüncede değil, uygulamada da içi anlam yüklü kavramları katmışlardır. Çok farklı dil, din, ırk ve kültürden meydana gelen Osmanlı toplumunda huzur ve barışın kurulmasında, ‘adaletli ve eşitlikçi’ yönetim anlayışını kendilerine temel ilke kabul etmişlerdir. Devletin ve toplumun ihtiyaç duyduğu idarî, hukukî, askerî, malî, sosyal ve benzeri düzenlemeleri, zamanında yapma sorumluluğu içerisinde hareket etmişlerdir.
Bu gazi padişahların devlet ve toplum hayatı ile ilgili yaptıkları önemli çalışmalar, Osmanlı Devleti’ni en parlak dönemini yaşadığı 16. yüzyıla hazırlamıştır. Elinizde tuttuğunuz Çadırdan Saraya 14-15. Yüzyıl Osmanlı Devlet Düzeni adlı eser, bu padişahların Osmanlı devlet düzeni ile ilgili çalışmalarını ele almaktadır. Aynı yüzyıllardaki Osmanlı sosyal hayatını konu edinen çalışmamız ise daha önce yayımlanmıştı (Saray Penceresinden 14-15. Yüzyıl Osmanlı Sosyal Hayatı, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul, Kasım, 2011, 204 s.).
Bu çalışmada, Osmanlı devlet düzenini ilgilendiren pek çok kurumun ve konunun ilk bilgileri yer alıyor. Bu özellikleriyle eserin, 15. yüzyıl Osmanlı tarih kaynaklarındaki devlet düzenine dair bilgileri bir araya getiren, ilk kitap denemesi olduğu söylenebilir. Bu yüzyıl kaynaklarında geçen ilk kurumsal bilgiler, sonraki yüzyıllarda çok daha çeşitlenip zenginleşecektir.
Bu eser, giriş ve iki bölümden oluşmaktadır:
Giriş’te ilk olarak çalışmada kullanılan 15. yüzyıl Osmanlı kaynaklarının kısa tanıtımları yapıldı. Ardından 14-15. yüzyıllardaki Osmanlı devlet düzenini ilgilendiren konular üzerinde duruldu. Bu kısım, esas itibarıyla iki ana bölümden oluşur.
Birinci Bölüm: Saray, eğitim ve bilim, hukuk, diplomasi, maliye, ordu, donanma, tımar sistemi, tahrir.
İkinci Bölüm: Esir ticareti, ahiler, zanaatlar, bayındırlık hizmetleri, madenler. Bu bölümlerin her biri çok sayıda alt başlığa ayrılmaktadır.
Osmanlı sosyal hayatını konu edinen çalışmamızda olduğu gibi bu çalışmada da 15. yüzyıl Osmanlı tarih kaynaklarından, işlenen konularla ilgili, günümüz imlası ile çok sayıda örnek metin verildi. Böylece okur, 15. yüzyıl Osmanlı tarih metinlerinin dili ve olayları anlatış biçimleri hakkında fikir edinme imkânına sahip olacaktır. Ancak alıntı yapılan bu metinlerde, değişik konulara ait bilgiler (mesela cami, medrese, imaret, tekke gibi) bir arada bulunmaktadır. Bu bilgilerin her biri ayrı başlıklar altında tasnif edildiğinden, aynı metin, bazen eserin başka yerlerinde tekrar geçebilmektedir. Okuyucunun, hiç de arzu edilmeyen bu tür tekrarları anlayışla karşılayacakları umulur.
Eserde kullanılan Osmanlı tarih kaynakları referans olarak gösterilirken kaynak kısaltmaları verildi. Dolayısıyla okuyucuların, metin alıntılarının hangi kaynaktan yapıldığını görmeleri için ‘kısaltmalar’ listesine veya Giriş’teki ‘kaynakların tanıtımı’ kısmına bakmaları yeterlidir. Verdiğimiz metinlerde geçen bazı terim/kavram ve sözcüklerden gerekli görülenlerin anlamları köşeli ayraç [ ]; diğer yerlerdeki açıklamalar ise yay ayraç ( ) içerisinde gösterildi. Dizin, yer ve şahıs adları ile teşkilat tarihi ögelerinden oluşmaktadır.
Bu çalışmayı, genç meslektaşım Arş. Gör. Ercan Alan baştan sona okudu ve değerli katkılarda bulundu; kendisine müteşekkirim. Giriş kısmını okuyan oğlum M. Alper’e teşekkür borçluyum. Eserin basımını titiz bir şekilde gerçekleştiren Yitik Hazine Yayınları yöneticilerine, tarih editörü Salih Gülen’e ve emeği geçen çalışanlarına teşekkür ederim.
Acıbadem-İstanbul / 08 Mart 2012
Prof. Dr. Necdet ÖZTÜRK
BİRİNCİ BÖLÜM
SARAY, EĞİTİM VE BİLİM, HUKUK, DİPLOMASİ,
MALİYE, ORDU, TIMAR SİSTEMİ, TAHRİR
A. SARAY
1. Bursa Bey Sarayı’ndan İstanbul Topkapı Sarayı’na
15. yüzyıl Osmanlı kaynaklarından öğrendiğimize göre Osmanlılarda ilk saray Orhan Gazi döneminde (1324-1362) Bursa’nın fethinden (1326) sonra bu şehirde inşa edilmiştir. İstanbul’un fethinden önce Bursa ve Edirne, Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan şehirlerdir. Bu şehirlerden Edirne, İstanbul’un payitaht/saltanat merkezi olması ve özellikle Fatih’in, Topkapı Sarayı’nı (Saray-ı Cedîd/Yeni Saray) yaptırması ile birlikte bir süre arka planda kalmış ise de Sultan II. Bayezid devrinde (1481-1512) tekrar eski önemine kavuşmuştur. Çünkü, Bayezid, İstanbul’dan çok Edirne Sarayı’nda oturmayı tercih eder. Bayezid’den sonra Edirne, uzun süre diğer şehirler gibi kendi hâlinde iken, Sultan IV. Mehmed (Avcı) zamanında (1648-1687) yeniden daha önceki canlı başşehir günlerini yaşar hâle gelmiştir.
Osmanlı devlet düzeninde/teşkilatında sarayın özel bir yeri ve önemi vardır. Bursa’daki Bey Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na gelinceye kadar sarayların fizikî yapılarında ve saray görevlilerinde birçok değişiklik olmuştur. Saraydaki odaların/ofislerin ve görevli personel sayısı arttığı gibi teşkilat açısından da yeni düzenlemelere gidilmiştir. Sarayların birer cazibe merkezi hâline gelmeleri, devletin güçlenip gelişmesine paralel bir şekilde olmuştur.
Osmanlı sarayı denilince, şüphesiz, akla ilk gelen padişah ailesinden başka çok sayıda cariyenin yaşadığı gizemli bir mekândır. Bu mekânı gizemli kılan sarayın bölümlerinden biri olan ‘Harem’dir. Oysa saray sadece haremden ibaret bir yapı değildir. Harem, sarayın önemli bir bölümüdür, hepsi o kadar. Genel olarak saray eğlencenin, zevk ve sefanın hüküm sürdüğü kamusal bir mekân da değildir. Nitekim, bugünkü Topkapı Sarayı’nın bölümlerinden biri olan Enderun, üniversite özelliğinde olan bir mekândır. Osmanlı devlet adamları ve bürokratlarından başka, çeşitli sanat erbabının da yetiştiği âdeta akademik bir kurumdur. Bilim, kültür ve sanatın merkezidir; siyaset ilmi açısından devletin beyni ve kalbidir. O yüzden saraya ve hareme magazin konusu olabilecek dar bir anlam yüklemek haksızlık olur.
İlk Osmanlı sarayları ile ilgili kayıtlar:
Rivayet olunur ki, Osman Gazi’yi Manastır’da [Bursa’da] defnettikleri zaman, Orhan ve kardeşi Alaaddin Paşa bir araya geldiler. O vakit, Bursa Hisarı’nda Bey Sarayı’na yakın yerde zaviyesi olan Ahi Hasan şunları söyledi: “Osman’ın malını oğlanlarına bölüştürmek ve miras işlemini yapmak için orada hazır olan azizler [erenler] toplandılar ama hiç hazinesi bulunmadı. Hemen yalnız bu fethedilen yerler vardı, altın ve akçası yoktu. (ÂPT, 1949: 115; NT, 2008: 70)
[Geyikli Baba], bir nice günden sonra bir kavak ağacını kopardı. Omuzuna götürüp doğru Bursa’nın hisarına, padişahın sarayına geldi. Avlu kapısının iç yanında bu kavak ağacını dikmeye başladı. Gördüler. Hana haber verdiler. “O derviş geldi, bir kavak ağacı dahi getirdi. Kapıda dikeyorur.” dediler. (ÂPT, 1949: 122)
Bir gün, o derviş [Geyikli Baba], bir kavak ağacını omuzuna alıp götürdü, Bursa Hisarı’nda Bey Sarayı avlusunun iç yanına, bu kavağı dikmeye başladı. “O derviş geldi, bir kavak ağacı dikiyor.” diye çabucak Orhan’a haber verdiler. (NT, 2008: 79, dipnot 961)
Musa’ya, “Kardeşin [Emir Süleyman] hamam içinde sohbettedir, yalnızdır.” dediler. Musa bunu işitince atını sürüp üzerine vardı. Emir Süleyman’a haber yetişti ki, “Hasan Ağa bütün kapı oğlanlarını alıp kardeşin Musa’nın yanına gitdi. Ve çok beyler de birlikte gittiler. İşte şimdi kardeşin Musa üzerine geliyor.” deyince, bu kez ne olduğunu anladı ve elindeki kadehi yere çalıp, “Eyvahlar olsun! Nefis yüzünden ad ve ünü bir tarafa bıraktım.” diyerek, atına binip saraya [Edirne Sarayı] yetişti. Musa Çelebi ardını sürüp sarayı ortaya aldı. Emir Süleyman ah vah ederek, “Eyvah! Ne müşkül işe rastladık. Bunun gibi belaya düştüm.” deyip, gece oluncaya kadar tahammül etti. (NT, 2008: 225-226)
2. Saray görevlileri ve bunlara dair metinler:
Cariyeler
Cariye/Câriye: Arapça bir kelime olan “cariye” yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın için kullanılan bir tabirdir. Bu kelimenin Türkçedeki karşılığı ‘karavaş ve kırnak’tır. Osmanlıların Rumeli’deki fetihlerinde ele geçirilen esirler arasında bazen çok sayıda cariye de bulunurdu. (Aşağıda bk. İkinci Bölüm, A. Esir Ticareti)
Edirne Eski Saray kalıntılarını gösteren tarihî bir kartpostal
Osmanlı kaynaklarında yaygın olarak kullanılan ‘cariye’ kelimesinin ilk kez Sultan I. Murad zamanında geçtiğini görüyoruz. Bu kelimenin Türkçesi ‘karavaş’ kelimesi Orhan Gazi; ‘cariye/halayık’ karşılığı olan Türkçe ‘kırnak’ ise Çelebi Mehmed devrinde geçmektedir.
Geldi her yerden ona çok sîm üz zer
Kul, karavaş hoş latîf ü sîmber
(DTMÂO, 1949: 10/145)
Sultan Mehmed oğullarının en büyüğü Murad Çelebi’yi veliahd edip öldü. Beş oğlu vardı: Murad Çelebi, Mustafa Çelebi, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi ve Mahmud Çelebi. Kamusunun [hepsinin] anaları ‘kırnak’tır. (BT, 1949: 61-62)
Murad Hüdavendigâr, şehzadesi Bayezid’in Germiyan beyinin kızı ile olan düğününe ünlü akıncı beylerinden Evrenos Gazi’yi de davet eder. Evrenos’un getirdiği düğün armağanları bütün yerli yabancı davetlilerin gözünü kamaştırır. Onun getirdiği hediyeler arasında yüz oğlan [ÂPT’de yüz kul] ve yüz güzel ‘cariye’ de bulunmaktadır. (ÂPT, 1949: 130; NT, 2008: 95)
Yıldırım Bayezid Laz’a [Sırbistan] hâkim olduğunda Sırp kralı Vılkoğlu, anası ağzından bir mektup yazarak çok armağanlarla birlikte elçi gönderip Bayezid’in tahta çıkışını kutladı. Güzel bir kız kardeşi vardı, Sultan Bayezid’e vermeyi vaad etmişti. Padişaha, “Karavaşını [cariyeni] şimdi al, varıp hizmetinde olsun.” dedi. Bayezid de kabul etti. Kızı gönderdiler. Maksat ne ise hâsıl oldu. Sultan Bayezid, işret ve sohbet etmeyi Laz [Sırp] kızından öğrendi. O zamana kadar Osmanlı soyunda asla işret ve sohbet yoktu. (ÂPT, 1949: 138; NT, 2008: 150-151)
Bayezid Han’ın Ertuğrul, Mustafa, Süleyman, Mehmed, İsa, Musa, Kasım adlarında yedi oğlu vardı. Bunların hepsi de ‘cariye’den idi (NT, 2008: 166). [Cariye kaydı dolayısıyla Neşrî’den aldığımız bu bilginin doğruluk yanı yoktur.]
Çelebi Mehmed, Emir Süleyman’ın tahta geçtiğini işitince elçi gönderip, “Babamız öldü ise ağabeyimiz sağ olsun. Ağabeyim bize baba yerinedir.” dedi. İki iyi at gönderdi. Emir Süleyman bu armağanları kabul etti. Kendisi de kardeşi Mehmed’e bir nice oğlan ve cariye gönderdi. (ÂPT, 1949: 146; NT, 2008: 167)
Sultan Murad uçları bahadır beylere vermişti. Laz ucunu da İshak Bey’e emanet etmişti. İshak Bey ne vakit akın etmek istese Semendire tekfuru Vılkoğlu duyup el altından kâfirlere bildirirmiş. Bu sebepten İshak Bey’e çok ganimet çıkmazdı. İshak Bey bu olaydan haberi olunca Vılkoğlu’nun yaptıklarını Sultan Murad’a bildirdi. Bunun üzerine hünkâr Vılkoğlu’na her ne vermiş ise alıp yine kullarına verdi.
Vılkoğlu, Sultan Murad’ın kendisine verdiklerini geri aldığını duyup niyetini öğrenince hemen elçi gönderdi ve “Devletlü sultanım! Kızımı cariyeliğe kabul eylesin. Dedeniz Yıldırım Bayezid de bizden kız almıştı.” dedi. Elçisiyle padişaha çok armağanlar yolladı. Ve paşalara da ayrı ayrı hediyeler gönderdi. Paşalar padişahı razı ettiler. Murad, Alacahisar’dan vilayetine kadar olan yerleri Vılkoğlu’na verdi, ama kendi vilayeti için her yıl haraç vermesini de şart koştu. (ÂPT, 1949: 172; NT, 2008: 277-278)
Sivricehisar’ı fethettiler [859/1455]. Hak Teala gazilere ganimet malı ihsan etti. Beş on bin esir ellerine girdi. Sultan Mehmed’e haber oldu. Âlemin padişahının kalbi münevver olup, şad oldu. O ganimetten hâsıl olan esirleri, her ne ki var ise hepsini İslam askerine ve beylere, derecelerine göre güzel oğlanlar ve güzel cariyeler ihsan etti. (FSM, 1955: 84-85)
İç oğlanları
Üçüncü Osmanlı padişahı I. Murad döneminden itibaren savaşlarda alınan esirlerin beşte biri (pencik/penc-yek) devletin payına ayrılırdı. Bunlar, acemi ocağında toplanır veya bir iki yıllığına Anadolu’da Türk ailelerin yanlarına gönderilirlerdi. Gerek acemi ocağında gerekse ailelerde bu çocuklara Türkçe öğretilir ve İslam terbiyesi verilirdi. Bunların bir kısmı türlü devlet hizmetleri için (siyaset ve devlet adamı, asker ve bürokrat) yetiştirilmek üzere saraya alınırdı. Saraya alınacakların seçimi, yeteneklerine ve fizikî özelliklerine göre titizlikle yapılırdı. Görülebildiği kadarıyla Osmanlı tarihinde ‘iç oğlanı’ tabiri ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde geçmektedir.
Kara Halil oğlu Ali Paşa vezir oldu, zevk ve eğlence ziyade oldu. Mahbup [güzel] oğlanları yanına aldı. Adını ‘iç oğlanı’ koydu. Bir nice zaman ne gerekse eder. Sonra çıkarıp mansıp [makam, görev] verir oldular. Eskiden aileler var idi. Cümle mansıp onların idi. Azl edip başka birine vermezlerdi. Eğer bir sipahi ölse mansıbını [görevini] oğluna verirlerdi. Ve eğer oğlu kalmasa, kızı veya avratı kalsa zelil olmasınlar [hor görülmesinler, güç durumda kalmasınlar] diye onları bir kula verirlerdi. O ölenin tımarını bile verirlerdi. İç oğlanına rağbet etmek Vezir Ali Paşa’dan kaldı. (AOK, 2000: 38-39)
Hünkâr [II. Murad] bir gün, “Kocacık Hisarı’na sefer edelim.” dedi. İsa Bey’i önceden gönderip, “Allah’ın yardımı ile git akıncıları doyum eyle!” dedi. İsa Bey de yürüyüp Arnavut’un kenar illerine girerek akın edip at koşturdular. Kâfirler bu olanlardan habersiz değillermiş, hazır imişler, bütün yolları tutmuşlar.
Arnavut Beyi’nin İskender adında bir oğlu var idi. Bu aslında hünkârın ‘iç oğlanı’ idi. Hünkâr, Arnavut vilayetini ona tımar olarak vermişti. Sonra hünkâra asi olup kaçtı. İsa Bey’in gönderdiği akıncıların yolunu İskender bağlamıştı. Gaziler kâfirlerin yollarını bağlamış olduklarını gördüler. Gaziler önce esirlerine kılıç koydular. Sonra kâfirleri o kadar kırdılar ki, kılıçların yüzleri körleşti, oklar tükendi. Her ne kadar hayli gazi şehit oldu ise de çok vilayet de fethedildi. (ÂPT, 1949: 178; NT, 2008: 286)
Bu sonuncu örnekte, saraya alınarak yönetici olmuş (mesela Arnavut beyi/valisi gibi) bir ‘iç oğlanı’nın efendisine yani dönemin padişahı II. Murad’a karşı ihanetini ve isyanını görmekteyiz. Ancak bu örnekten yola çıkarak, saraya alınıp yetiştirilen ve devletin en üst makamlarına (vezir/veziriazam) getirilen bütün iç oğlanların devlete karşı baş kaldırdığı gibi genel bir hükme de varılmamalıdır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde bu tür isyanlar ender görülür.
… Cuma gecesi vezirler ve kazaskerler, Sultan Mehmed’in [Fatih] cesedini İstanbul’a getirdiler. Ben [Cihânnümâ yazarı Neşrî], o seferde birlikte idim. Sahib-ayar [sâhib-i ayar: Darphanede basılan paranın ayarından sorumlu kişi] çadırına yakın idik. Sahib-ayar gece yarısında gelip beni de uyandırdı ve “Kalkın, atınızı eyerleyin.” dedi. Kalkıp geldik. Bir de gördük ki, paşaların ve kazaskerlerin çadırlarının yerinde yeller esiyordu. İşte o zaman can başımıza sıçradı. Tenha bir yoldan Üsküdar’a hareket ettik, ama hünkârın hayatından ve ölümünden şüphemiz vardı. Cuma günü kuşluk vaktinde bir çayırda yemek yemek için konduk. Tam bu anda gittiğimiz yoldan ardımızca bir kişi geldi. Ona durumu sorduk. O da bize gerçeği söyledi. Sonra Üsküdar’a geldik. Gördük ki, bütün yeniçeri ve iç oğlanları tozlara boğulmuş olarak gelip Üsküdar’a döküldüler. Sultan Mehmed’in cesedini sabah olunca İstanbul’a götürdüler. (NT, 2008: 369)
Hadım ağaları
Hadım ağası (Kızlar ağası, Harem ağası veya Darüssaade ağası da denir), Osmanlı sarayının en yüksek rütbeli ve en nüfuzlu görevlilerinden biri olup padişah ailesinin oturduğu Harem Dairesi’den sorumludur.
Kızlar ağası, saraya alınan önceden hadım edilmiş / enenmiş yani kısırlaştırılmış erkek köleler arasından seçilirdi. Bu saray görevlileri, gerektiğinde padişahın huzuruna çekinmeden çıkabilirlerdi. Harem’e yeni cariyelerin alınması, haremdeki nikâh, sünnet düğünü ve doğum törenlerinin düzenlenmesi en önemli görevleri arasındadır. Aşağıdaki metinde görüldüğü gibi saraya gelin gelecek kızı istemeye giden heyette hadım ağaları da bulunmaktadır. Bu ağaların, özellikle 17. yüzyılda nüfuzları çok artar. Padişaha olan yakınlıkları nedeniyle protokoldeki yerleri zamanla Kapı ağasının da üzerine çıkar. Osmanlı yönetiminde, II. Murad zamanından itibaren vezirlik makamına gelen çok sayıda ‘Hadım Paşa’ bulunmaktadır (mesela bu dönemde Hadım Şehabeddin Paşa). Osmanlı tarih kaynaklarında ‘hadım’ tabiri ilk kez bu padişah döneminde geçmektedir:
Sultan Murad kendisi İsfendiyar’ın kızını almak için Bursa’da düğün hazırlığını gördü. Bütün düğün eşyası hazır olunca Çaşnigirbaşı Elvan Bey’i ve kapı kullarından hayli kişiyi gelin almaya gönderdi. Bunlarla birlikte Şerefeddin Paşa ve Reyhan Paşa adlarındaki iki ‘hadım’ da gitti. Ve hatunlardan Halil Paşa hatunu, Sultan Mehmed’in dadısı Dadı Hatun, Halil Paşa’nın anası Meliç Bolay, Germiyanoğlu Yakup Bey’in hatunu Kirece, ki padişah ona ‘Şah Ana’ derdi, daha bunun gibi nice hatunlar dünürcü olarak İsfendiyar’a gittiler. Bu düğün, 828 (1424/25) yılında idi. (ÂPT, 1949: 164; NT, 2008: 265-266; krş. OBT, 2008: 56; AOK, 2000: 75)
Padişah [II. Murad]: “Tedariki ne ise edin” dedi. Üsküp’ten İshak Bey’in hatununu gönderdiler. Kapıdan [devlet eşiğinden] Hadım Reyhan Ağa’yı ve Özbek Ağa’yı gönderdiler. Bunlar hayli adam ile birlikte Üsküp’e vardılar. Oradan, doğru Semendire’ye gittiler. Birkaç günlük yol kalınca Vılkoğlu kâfir beylerinin hatunlarını konukları karşılamaya gönderdi. Acayip konukluklar etti. (ÂPT, 1949: 176; NT, 2008: 283-284)
Sefer dönüşünde yeniçeriler saf tutarak Sultan Mehmed’e [Fatih] karşı durup bahşiş istediler. Padişah, yeniçerilerin bu hareketlerine incindi, fakat açığa vurmadı. Turhan Bey ve Hadım Şehabeddin Paşa padişaha, yeniçerilerin bir şeyler istediklerini bildirdiler. Padişah da on kese akça verilmesini emretti. Birkaç gün sonra, bu olayın sorumlusu olarak gördüğü yeniçeri ağası Kazancı Doğan’ı huzuruna getirtti. Güzelce dayak attırıp azletti. Yeniçeri ağalığını Mustafa Bey’e verdi. Padişah yayabaşılarına da aynı şekilde dayak attırdı. (NT, 2008: 308-309)…