Bir polis, Araf adındaki kulüpte öldürülmüştür ve Eve Dallas suç dünyasının cehennemine inmek zorunda kalacaktır.
Üst düzey bir gece kulübünde, hunharca öldürülmüş bir polis bulunur.
Silah olarak beysbol sopası kullanılmıştır. Cinayet sebebi ise bir muammadır. Büyük bir acımasızlıkla işlenen bu cinayeti ise Eve Dallas hızla çözmek zorundadır. Ne var ki araştırmaları, bu özel kulübün bir gece kulübünden fazlası olduğunu ortaya çıkarır. Araf herkesin yargılanmadan önceki son şansıdır. Burada nihai kaderinizi en mahrem günahlarınız belirler. Ve Araf’taki bir polisin sırları, masum ruhların sonsuza kadar lanetlenmesine sebep olabilir…
“Çok eğlenceli.”
Cosmopolitan
“Muhtemelen eşi benzeri yok.”
Library Journal
BİRİNCİ BÖLÜM
Araf’ta durarak ölüme baktı. Etrafa saçılan pıhtılaşmış kanı ve ölümün yoğun vahşetini inceledi. Ölüm bu mekâna bir çocuğun mutlak inadında olduğu gibi öfke, tutku ve kayıtsız bir şiddetle gelmişti.
Cinayet hiçbir zaman temiz bir iş olmazdı. İster ustaca hesaplanmış, ister tamamen dürtüsel olsun, genelde başkalarının temizlemesi gereken bir pislik bırakırdı arkasında.
Cinayetin enkazı arasında zor bela ilerleyip parçaları toplamak, hangi parçanın nereye uyduğunu bulmak ve sona erdirilen hayatın resmini oluşturmak da Eve’in işiydi. Ve bir de bu resim içinde bir katili bulmak.
Ve şu anda, 2059 yılının gelip gelmemekte kararsız baharında, bir sabahın ilk saatlerinde, ayağındaki botlar cam kırıklarından oluşan pürüzlü bir denizde gıcırdıyordu. Konyak rengi, soğukkanlı gözleriyle suç mahallini taradı: Paramparça aynalar, kırık şişeler, darmadağın olmuş ahşap. Duvarlardaki ekranlara, özel kabin alanlarına saldırılmış ve ciddi hasar verilmişti. Tabureleri ve daha konforlu oturma gruplarını kaplayan örtüler ve pahalı deriler lime lime edilmişti.
Oldukça pahalı ve kaliteli bir striptiz kulübünden geriye, pahalı çöplerden oluşan karman çorman bir yığın kalmıştı.
Bir insandan geriye kalan şey ise şu anda barın geniş kavisinin arkasında yatıyordu. Artık kendi kanının ortasına serilmiş bir kurbandı.
Teğmen Eve Dallas kurbanın yanına çömeldi. Eve bir polisti ve bu durum adamı artık onun yapardı.
“Erkek. Siyah. Otuzlarının sonunda. Kafada ve bedende şiddetli travma izleri. Kemiklerde çoklu kırık.” Olay yeri setini açarak beden ve çevre ısısına bakmak için ölçüm aygıtını çıkardı. “Görünüşe göre kırık kafatası da işini bitirmeye yetermiş ama katil durmamış.”
“Sonrasında da iyice dövülmüş.”
Eve mırıldanarak yardımcısının yorumunu onayladı.
Hayatının en parlak döneminde olan, muhtemelen bir doksan boylarında, çoğu kas olmak üzere yüz beş kilo civarındaki adamdan geriye kalanlara bakıyordu.
“Ne görüyorsun, Peabody?”
Peabody hemen duruşunu değiştirdi ve bakışlarını adama odakladı. “Kurbana… şey görünüşe göre kurbana arkadan saldırılmış. İlk darbe onu yere sermiş ya da en azından epey sersemletmiş. Katil tekrar tekrar vurarak işine devam etmiş. Kan izlerine ve beyin sıvısının saçılma şekline bakılırsa kafasına aldığı darbelerle kendinden geçmiş yerde yatarken, muhtemelen bilinçsiz haldeyken, dövülmeye devam etmiş. Yaralardan bazılarının ölüm sonrası açıldığı kesin. Metal sopa muhtemel cinayet aleti ve epey güçlü biri tarafından kullanılmış. Olay yeri genelde Zeus kullanıcılarının sergilediği aşırı şiddet öğeleri taşıdığından, katilin bir kimyasal etkisinde olması kuvvetle muhtemel.”
Eve elindeki alete, “Ölüm zamanı sabah dört,” dedikten sonra başını çevirerek Peabody’ye doğru baktı.
Yardımcısı olay yerine vardıkları andaki kadar derli toplu, sert ve resmi gözüküyordu. Üniformasının başlığı, çene hizasındaki koyu renk saçlarının üzerine mükemmel bir açıyla sabitlenmişti. Eve, iyi gözlere sahip diye düşündü; berrak ve sert. Olay yerindeki katışıksız vahşet, yanaklarının rengini biraz soldurmuş olsa da kendine hâkimdi.
“Cinayet sebebi?”
“Soygun gibi gözüküyor, Teğmen”
“Neden?”
“Kasa sonuna kadar açık ve içi boş. Kredi makinesi de kırılmış.”
“Hmm. Böyle şık ve lüks bir yer kredilerle dönüyordur ama nakit para da alıyorlardır.”
“Zeus bağımlıları bozuk para için bile öldürürler.”
“Evet makul. Peki kurbanımızın tek başına, kapalı bir kulüpte, bir bağımlıyla ne işi vardı? Zeus’la uçuşa geçmiş birinin barın bu tarafında ne işi vardı? Ve…” Mühürlü parmaklarıyla uzanarak kan gölünden ufak bir gümüş kredi markası aldı. “Ve bağımlımız neden bunları geride bıraktı? Burada, kurbanın etrafında bir sürü var.”
“Düşürmüş olabilir.” Ama Peabody, Eve’in gördüğü bir şeyi göremediğini hissetmeye başlamıştı.
“Olabilir.”
Eve gümüş krediler sayarak topladı; toplam oyuz taneydiler. Delil torbasına koyarak mühürledi ve Peabody’ye uzattı. Sonra üzerinde kan ve beyin parçaları olan metal sopayı eline aldı. Sopa yarım metreden uzundu ve ağırlığına bakılırsa şakalaşmak için dizayn edilmemişti.
Kesinlikle şakalaşmak için değil.
“Çok kaliteli ve sağlam bir metalden yapılmış. Bir uyuşturucu bağımlısının izbe bir binada bulacağı türden değil. Bahse girerim bu aletin buraya, barın arkasına ait olduğunu öğreneceğiz. Ve Peabody, kurban katilini tanıyordu. Belki mesai saatleri sonrası bir şeyler içiyorlardı.”
Olayı canlandırmaya çalışırken gözlerini kıstı. “Belki tartışmaya başladılar ve tartışmanın dozu arttı. Daha da muhtemel olanı, katilimiz buluşmaya gelirken zaten yeterince sinirliydi. Sopanın nerede olduğunu biliyordu. Barın arkasına geçti. Bu daha önce de yaptığı bir şeydi o yüzden burada yatan dostumuzun aklına kötü bir şey gelmedi. Endişeli falan değil, ona arkasını dönmekte bir sakınca görmüyor.”
Eve, kurbanın pozisyonuna ve kan sıçramalarının yönüne bakarak arkasını döndü. “İlk darbeyle yüzünü arka duvardaki cama çarpıyor. Yüzündeki kesiklere bir bak. Bunlar savrulan cam kırıklarıyla açılan kesikler değil. Fazlaca uzun, fazlaca derinler. Bir şekilde arkasını dönmeyi başarıyor, işte bu noktada katil ikinci darbeyi çenesine doğru savuruyor. Kurban tekrar kendi etrafında savruluyor. Şuradaki raflara tutunmaya çalışıyor ve onları da aşağıya çekiyor. Şişeler devrilip kırılıyor. İşte öldürücü darbeyi de o anda alıyor. Kafatasını bir yumurta gibi çatlatan darbe bu.”
Eve tekrar kurbanın yanına çömeldi. “Ondan sonra katil onu iyice dövüyor ve sonra mekânı tahrip etmeye başlıyor. Belki öfkeden, belki de senaryo gereği. Ama gitmeden önce buraya gelip eserine bakacak kadar kontrol kazanıyor. İşi bitince de sopayı buraya bırakıyor.”
“Bir soygun gibi gözükmesini istiyor? Ya da aşırı doz kimyasal etkisinde bir saldırı gibi belki?”
“Evet. Ya da katilimiz aptalın teki ve ben ona fazladan şeyler yüklüyorum. Kurbanı ve suç mahallini kayıt altına aldın mı? Bütün açılardan?”
“Evet efendim.”
“Hadi bakalım onu çeviriyoruz.”
Eve cesedi çevirirken paramparça olmuş kemikler, bir çuval kırık tabak gibi sesler çıkardı. “Lanet olsun! Ah, lanet olsun!”
Soğuk, katılaşmış kan gölüne uzanarak üzeri kanla kaplı rozeti aldı. Mühürlü parmağıyla fotoğrafın ve rozetin üzerini sildi. “Görev başındaymış.”
“Polis miymiş?” Peabody yaklaşmıştı. Aniden ortaya çıkan sessizliği fark etmişti. Barın diğer tarafında çalışan olay yeri inceleme takımı ve adli tıp çalışanları konuşmayı kesmişti. Kimse hareket etmiyordu.
Yarım düzine kadar surat onlara dönmüş bekliyordu. “Dedektif Taj Kohli.” Eve tekrar ayağa kalkarken yüzü buz gibiydi. “Bizden biriymiş.”
* * *
Peabody altüst olmuş zeminde ilerleyerek, Dedektif Taj Kohli’den arda kalanların morga transfer edilmek üzere kaldırılmasını izleyen Eve’in yanına geldi. “Temel bilgilerini çıkardım Dallas. 128. Birimde, Yasadışı Kimyasallar’da görevli. Sekiz senedir meslekte. Ordudan hemen sonra emniyet kuvvetlerine katılmış. Evli. İki çocuğu var.”
“Dosyasında gözüne çarpan bir şey var mı?”
“Hayır efendim. Temiz.”
“Burada gizli görevle mi bulunuyormuş yoksa ek işte mi
çalışıyormuş öğrenelim. Elliott? Hemen güvenlik kayıtlarını istiyorum.”
“Kayıt yok ki.” Olay yeri inceleme takımında görevli polis seri bir şekilde Eve’in yanına gelmişti. Yüzünde öfkeli çizgiler vardı. “Disketler temizlenmiş. Her biri. Baştan aşağı kamera sistemi kurulu ama bu adi herif hepsini silmiş. Elimizde hiçbir şey yok.”
“İzlerini kapatıyor ha!” Eve elleri kalçalarında kendi etrafında döndü. Kulüp üç katlıydı. Giriş katında büyük bir sahne, üstteki iki katta ise dans pistleri vardı. Özel kabinler en üst kattaydı. Tahminine göre baştan aşağı bir kamera sistemi, bir düzine, muhtemelen daha da fazla kamera anlamına geliyordu. Bütün disketleri silmek zaman ve özen gerektiriyordu.
“Mekânı biliyormuş,” diye karar verdi. “Ya da lanet olası bir güvenlik dehası daha. Gösteriş, göz boyama,” diye mırıldandı. “Tüm bu hasarı sadece göz boyamak için, vitrin olarak kullanmış. Ne yaptığını biliyormuş. Kontrol ondaymış. Peabody mekânın sahibi, işletmecisi kimmiş hemen bul. Burada çalışan herkesi öğrenmek istiyorum. Çalışma sistemini bilmek istiyorum.”
“Teğmenim?” İyice azarlanmış gibi gözüken bir polis memuru kaosu yararak Eve’in yanına geldi. “Dışarıda bir sivil var.”
“Dışarıda bir sürü sivil var. Orada kalmalarını sağla.” “Evet, efendim ama bu sizinle konuşmak konusunda ısrarcı. Bu mekânın kendine ait olduğunu söylüyor. Ve bir de… şey Teğmenim…”
“Ve bir de ne?”
“Sizin karısı olduğunuzu söylüyor.”
“Roarke Eğlence Endüstrisi.” Peabody el bilgisayarından akmaya başlayan bilgileri okuyarak seslendi. Eve’e temkinli bir gülüş yolladı. “Bil bakalım Araf’ın sahibi kim?”
“Tahmin etmeliydim.” Eve öfkeyle giriş kapısına doğru ilerledi.
Roarke tam olarak, ikisi de kendi ayrı işlerine gitmek üzere ayrıldıkları iki saat önceki gibi gözüküyordu. Şık ve göz kamaştırıcı. Koyu renk takım elbisesinin üzerine giydiği hafif pardösü rüzgârda hafifçe uçuşuyordu. Aynı rüzgâr, günahkâr sayılabilecek ölçüde yakışıklı yüzünü çevreleyen yele gibi siyah saçlarını da çekiştiriyordu. Güneş ışıklarına karşı taktığı koyu renkli güneş gözlükleri, ustaca oluşturulmuş şık zarafetini tamamlıyordu.
Roarke, Eve’in dışarı çıktığını görünce gözlüklerini çıkardı ve enfes mavi gözleri karısının gözlerine kenetlendi. Gözlükleri cebine sokarak tek kaşını kaldırdı.
“Günaydın Teğmen.”
“Buraya girdiğim andan itibaren içimde kötü bir his vardı zaten. Tam senin tarzında bir yer değil mi? Neden sanki her lanet şeyin sahibi olmak zorundasın ki?”
“Çocukluk hayalimdi işte.” Sesinde İrlanda’ya özgü ahenkli bir aksanın izleri vardı. “Anlaşılan ikimiz de sıkıntılı haberler aldık,” dedi. Başıyla polis kordonunu işaret ediyordu.
“Memura karın olduğumu söylemek zorunda mıydın?” Roarke bakışlarını ona çevirerek, rahat bir tavırla, “Karımsın ama,” dedi. “Beni her gün daha çok mutlu eden bir gerçek bu.” Uzanarak Eve’in elini tuttu ve genç kadın elini hızla çekmeden önce başparmağını hafifçe alyansının üzerinde gezdirmeyi başardı.
Eve’in, “Temas etmek yok,” diye hırlaması Roarke’ı güldürdü.
“Ama iki saat önce öyle söylemiyordun. Hatta aslına bakarsan- ”
“Kapa çeneni Roarke.” Etrafına bakarak olay yerindeki polislerden dışarıda ya da duyabilecek kadar yakında olan kimse var mı diye kontrol etti. “Bu bir polis soruşturması.”
“Bana da öyle olduğu söylendi.”
“Peki kim söyledi acaba bunu?”
“Cesedi bulan temizlik elemanı. Önce polisi aramış,” diye aceleyle ekledi. “Ama olayı bana da bildirmesinin doğal olduğunu kabul edersin. Pekâlâ, neler olmuş?”
Roarke’ın işiyle kendi işinin kesişmesi – yine kesişmesi – üzerine dişini sıkmasının bir anlamı yoktu artık. En azından bazı pis evrak işlerinde daha hızlı ilerlemesine yardımcı olabileceğini düşünerek kendini avutmaya çalıştı.
“Kohli adında bir barmenin var mı? Taj Kohli?”
“Hiçbir fikrim yok. Ama öğrenebilirim.” İç cebinden ince dijital bir ajanda çıkararak istenilen bilgileri tuşladı. “Ölmüş mü?”
“Oldukça.”
Roarke, “Evet, benim çalışanımmış,” diye onaylarken sesindeki soğuk İrlanda aksanı dikkat çekici bir hale dönüşmüştü. “Geçtiğimiz üç aydır. Yarı zamanlı çalışıyormuş. Haftada dört gün. Bir ailesi varmış.”
“Evet, biliyorum.” Roarke bu gibi konulara çok önem verirdi ve bu durum Eve’i çok etkilerdi. “Bir polisti.” Bu kez Roarke’ın iki kaşı birden kalktı. “Sanırım bu ufak bilgi, küçük ekranında yoktu.”
“Hayır yoktu. Görünüşe göre idarecim dikkatsizlik etmiş. Bu konuyla şahsen ilgileneceğim. İçeri girebilir miyim?”
“Evet, birazdan. Ne kadar süredir bu mekânın sahibisin?”
“Dört sene, aşağı yukarı.”
“Toplam kaç çalışan var, tam ve yarı zamanlı?”
“Sana bütün bilgileri vereceğim Teğmen ve uygun bütün sorularını cevaplayacağım.” Eve’i beklemeden giriş kapısına dönerken gözlerinde belli belirsiz bir rahatsızlık belirmişti. “Ama şu anda öncelikle mekânımı görmek istiyorum.”
Kapıyı iterek içeri girdi ve içerdeki tahribatı gözleriyle taradı. Sonra morg görevlilerinin tekerlekli sedyeye yüklediği fermuarlı kalın siyah torbaya baktı.
“Nasıl öldürülmüş?”
Eve, “Adamakıllı,” dedi. Sonra Roarke’ın kendine dönüp dik dik bakmasıyla iç geçirerek, “Epey kötü işte, tamam mı? Metal bir sopayla dövülmüş.” Roarke’ın dönerek bara ve cam üzerinde anlaşılmaz bir tablo gibi parlayan kanlara bakmasını izledi. “İlk bir-iki darbeden sonra hiçbir şey hissetmemiştir.”
“Hiç metal bir sopa darbesi yedin mi?” dedi. Eve cevap verme fırsatı bulamadan, “Ben yedim,” diye ekledi. “Hiç hoş bir şey değil. Soygun olmasının ihtimal dışı olduğunu düşünüyorum. İşlerin çığırından çıktığı bir soygun bile pek akla yatkın değil.”
“Neden?”
“Dolaşımda olan ve kolayca elden çıkarılacak çok kaliteli içkiler var burada. Satan kişiyi epey süre iyi yaşatır. Satabilecekken neden kırsın ki içkileri? Eğer böyle bir yeri soyuyorsan bu kasadaki az miktarda nakit için değil, içki stoku ya da belki donanım içindir.”
“Tecrübelerine dayanarak mı konuşuyorsun?”
Eve sonunda ondan bir tebessüm koparabilmişti. “Elbette.
Bir işadamı ve kanuna saygılı bir vatandaş olarak tecrübelerime dayanarak konuşuyorum.”
“Tabii canım.”
“Güvenlik disketleri?”
“Alınmış. Adam hepsini almış.”
“Yani mekânı önceden özenle incelediğini anlıyoruz.” “Kaç kamera var?”
Roarke tekrar ajandasını çıkararak bilgiyi kontrol etti. “On sekiz tane. Bu katta dokuz, ikincisinde altı, en üst katta da iki tane var. Sen sormadan önce söyleyeyim, kapanış saat üçte; yani personel de üç buçuk gibi çıkar. Son gösteri ve gösterilerimiz canlıdır, saat ikide biter. Müzisyenler ve dansçılar- ”
“Striptizciler.”
Roarke nazikçe, “Nasıl istersen,” dedi. “Onlar da saat ikide çıkarlar. Bir saat dolmadan isimleri ve çalışma saatlerini senin için bulmuş olurum.”
“Teşekkür ederim. Peki neden Araf?”
“İsmi mi?” Roarke’ın dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. “Bilmem hoşuma gitti işte. Rahipler Araf’ın kefaret ödemek için, ne bileyim ıslah olmak için bir yer olduğunu söylerler. Biraz hapishane gibi yani. Bense hep insan olmak için son bir şans olarak yorumlarım,” dedi. “Yani kanatlarına bürünüp ışığa doğru uçmadan ya da ateşlere atılmadan önce insan olmak için son bir şans.”
Eve merak etti. “Sen hangisini tercih ederdin? Kanatları mı yoksa ateşi mi?”
“Söylemek istediğim de o işte. Ben insan olmayı tercih ediyorum.” Ceset arabası götürülürken Roarke elini Eve’in konyak renkli kısacık saçlarına uzatarak okşadı. “Bunun için çok üzgünüm.”
“Ben de öyle. Peki bir New York dedektifi neden kimliğini saklayarak Araf’ta çalışır?”
“Bilemiyorum. Müşterilerimizin bazıları NYPGT’nin özellikle onaylamadığı alanlarda geziniyor olabilir ama uç noktada bir duyum da almadım. Belki özel odalarda ya da masa altlarında el değiştiren yasadışı kimyasallar… ama burada büyük alışverişler asla olmaz. Haberim olurdu Eve. Striptizciler lisans sahibi değillerse ki bazılarının lisansı var, asla müşterilerle birlikte olamaz. Yaşı tutmayan kimse kapıdan giremez – ne müşteri ne de çalışan olarak. Standartlarım olduğunu biliyorsun Teğmen, değil mi?”
“Seni sıkıştırmaya çalışmıyorum. Ama olaya dair bir resim oluşturmam gerekli.”
“Boş versene. Burada olduğum için bile öfkelisin.”
Eve bir an cevap vermedi. Hafif dalgalı, kısa saçları dışarıdaki rüzgârda savrulmanın izlerini hâlâ taşıyordu. Morg görevlileri Kohli’yi çıkarmak üzere kapıları açtığında, dışarıdaki günün sesleri içeriye doluştu.
Trafik şimdiden yoğunlaşmaya başlamıştı. Arabalar rahatsız edici bir şekilde caddelere doluşmuş, hava araçları gökyüzünde ilerlemeye başlamıştı. Güne erken başlamış seyyar bir satıcının teknisyenlere seslendiğini duydu: “Hey! Neler oluyor orada?”
“Tamam, burada olmana bile öfkelendim ama atlatırım. En son ne zaman geldin buraya?”
“Aylar önce. İyi idare edilen bir yer ve doğrudan ilgime pek ihtiyacı yok.”
“Kim idare ediyor peki?”
“Rue MacLean. Onun bilgilerini de hazırlarım.”
“Biran evvel olursa sevinirim. Şimdi mekânı incelemek istiyor musun?”
“Önceden nasıl olduğuna dair hafızamı tazelemeden önce pek bir anlamı yok. Ama hazır olduğumda içeri alınmak isterim.”
“Ayarlarım.” Bir santim kadar yakınına gelmiş ve boğazını temizleyen yardımcısına dönerek, “Evet, Peabody?” diye sordu.
“Özür dilerim efendim ama kurbanın birim sorumlusuna ulaştığımı bilmek istersiniz diye düşündüm. Yine kurbanın biriminde çavuş olan bir psikolojik danışmanla birlikte, ailesine haber vermeye gidiyorlar. Kurbanın karısını görmek üzere gitsinler mi yoksa sizi de beklesinler mi diye soruyorlar?”
“Beklemelerini söyle. Biz de çıkıp onlarla buluşacağız.” Roarke’a dönerek, “Gitmem lazım,” dedi.
“Şu anda işini hiç kıskanmadığımı söylemem gerek Teğmen.” Kendisi de ihtiyaç duyduğu için Eve’in elini yakaladı ve parmakları iç içe geçecek şekilde tuttu. “Ama bırakayım da işini yap. İstediğin bilgileri elimden geldiğince çabuk hazırlayacağım.”
Roarke arkasını dönmüş ilerlemeye başlamıştı ki Eve, “Roarke?” diye seslendi. “Mekânın için üzgünüm.”
Roarke omzunun üzerinden karısına bakarak, “Ahşap ve cam,” dedi. “Ben de daha çok var.”
Kapıyı arkasından kapadığında Eve “Hiç de öyle düşünmüyor,” diye mırıldandı.
“Teğmenim?”
“Ona şahsi olarak bulaştılar. Roarke asla bu işin peşini bırakmaz.” Eve derin bir nefes verdi. “Hadi, Peabody, gidip karısıyla konuşalım da asıl cehennemi aradan çıkarmış olalım.”
* * *
Kohli ailesi Doğu Yakası’nda güzel, orta ölçekli bir binada yaşıyordu. Eve, genç ailelerin ya da daha yaşlı, emekli çiftlerin yaşayacağı bir yer diye düşündü. Bekârlar için fazla demode, dar gelirliler için de fazla pahalı.
Kent savaşları sonrasında, çok şık olmasa da gayet hoş biçimde tadil edilmiş, çok katlı sıradan bir apartmandı.
Kapıdaki güvenlik ana güvenlik kodundan ibaretti.
Eve arabayı neredeyse yolun ortasına park edip,
GÖREVDE lambasını yakmadan önce binanın önündeki polisleri fark etmişti.
Biçimli bir vücudu olan kadının, yanaklarından itibaren iki sivri uç halinde kıvrılan pahalı bir saç kesimi vardı. Güneş gözlüğü takıyordu ve üzerinde pahalı olmayan koyu lacivert bir takım vardı. Uzun ve ince topuklu ayakkabıları Eve’e masa başında çalıştığını söylüyordu.
Yüksek rütbeliydi. Eve emindi.
Adamın geniş omuzları ve orta kısımlarda biraz fazlalığı vardı. Saçındaki beyazlara müdahale etmemişti – ki epey beyazı da vardı. Saçları şu anda, esen rüzgârla birlikte sessiz ve sakin yüzünde dans ediyordu. Ayağında polis ayakkabıları vardı – sert tabanlı ve parlak cilalı. Takım elbisesinin ceketi bedenine biraz dardı ve manşetlerinden aşınmaya başlamıştı.
Eve uzun süre caddeleri arşınladıktan sonra masa başına geçen emektar bir polis diye karar verdi.
“Teğmen Dallas.” Kadın biraz öne çıktı ama nazik bir el sıkışma için elini uzatmadı. “Sizi tanıdım. Medyada oldukça sık boy gösteriyorsunuz.” Düşmanca bir tavırla söylememişti ama Eve havada yine de bir düşmanlık seziyordu. “Ben 128. Birimden Yüzbaşı Roth. Bu da birimimden Çavuş Clooney. Burada yas danışmanı olarak bulunuyor.”
“Beklediğiniz için teşekkürler. Memur Peabody, yardımcım.”
“Soruşturmanızda son durum nedir, Teğmen?” “Dedektif Kohli’nin bedeni Adli Tıpta ve kendisine öncelik verilecek. Raporum maktulün ailesi bilgilendirildikten sonra yazılıp dosyalanacak.”
Eve sokağın aşağısındaki kaldırıma yanaşan büyük bir maksibüsün ani gürültüsü karşısında bağırmamak için sustu, sonra devam etti.
“Bu noktada Yüzbaşı Roth, çalışma saatleri dışında bir kulüpteyken sabahın erken saatlerinde vahşice bir saldırının kurbanı olan ölü bir polis memurum var. Kendisi bu barda yarı zamanlı bir barmen olarak çalışıyormuş.”
“Soygun mu?”
“Pek olasılık dahilinde değil.”
“Peki, cinayet sebebi konusundaki fikriniz nedir?”
Eve boğazına doğru yükselmeye başlayan hafif bir öfke tohumu hissetmeye başlamıştı. Eğer dikkatli olmazsa bu tohumun anında yeşereceğini biliyordu. “Soruşturmamın bu aşamasında henüz cinayet nedeni konusunda bir fikir sahibi değilim. Yüzbaşı Roth, gerçekten sokakta durup beni sorgulamak mı istiyorsunuz, yoksa hazırlandığı zaman raporumu okumayı mı tercih edersiniz?”
Roth ağzını açtı, sonra derin bir nefes alarak sustu. “Anlaşıldı Teğmen. Yalnız Dedektif Kohli beş senedir benim komutam altında, birimimde çalışıyor ve size karşı açık olacağım. Bu soruşturmanın benim birimim tarafından yürütülmesini istiyorum.”
“Bu konudaki hislerinizi anlıyorum Yüzbaşı Roth. Size şunun güvencesini verebilirim ki dava yetkilisi ben olduğum sürece, Dedektif Kohli’nin ölümüyle ilgili soruşturma tek öncelikli odağım olacak.”
Çıkar şu lanet gözlükleri, diye düşündü Eve, gözlerini görmek istiyorum. “Sorumluluğun el değiştirmesini resmi kanallardan talep edebilirsiniz,” diye devam etti. “Ancak ben de size karşı açık olacağım. Bu soruşturmadan öyle kolayca vazgeçmeyeceğim. Bu sabah onun başucundaydım. Ona neler yapıldığını gördüm. Onun katilini benden daha fazla yakalamak istiyor olamazsınız.”
“Yüzbaşım.” Clooney biraz öne çıkarak, elini hafifçe Roth’un dirseğine koymuştu. Açık mavi gözlerinin çevresine doğru yayılan çizgileri vardı. Bu çizgiler adama yorgun ve bir şekilde güvenilir bir görüntü kazandırıyordu. “Teğmen. Duygularımız şu anda fazlasıyla taze. Hepimiz için geçerli bu durum. Ama şu anda yapmamız gereken daha önemli bir işimiz var.”
Başını çevirerek dört kat yukarıdaki bir pencereye baktı. “Şu anda neler hissediyor olursak olalım, yukarıda hissedileceklerin yanına bile yaklaşamayacak.”
“Haklısın Art. Haklısın. Hadi yapalım şu işi.”
Roth bina girişine doğru ilerledi ve idareci kartıyla kodu devre dışı bıraktı.
“Teğmen?” Clooney duraksamıştı. “Patsy’yi, kendisi Taj’ın karısı, sorgulamak isteyeceğinizi farkındayım. Yalnız şu anda ona karşı biraz daha hassas davranmanızı istemek durumundayım. Nasıl bir acı yaşamak üzere olduğunu biliyorum. Ben de birkaç ay önce görev sırasında oğlumu kaybettim. Bu durumun insanın içinde nasıl bir boşluk açacağını biliyorum.”
“Bu durumdayken kadının üzerine gidecek halim yok, Clooney.” Eve kapıları itmişti ama duraksadı ve arkasını döndü. “Dedektif Kohli’yi tanımıyordum,” dedi daha sakin bir tonla, “ama bir cinayete kurban gitti ve bir polisti. Bunlar benim için yeterli. Tamam mı?”
“Evet. Evet tamam.”
“Tanrım, bundan nefret ediyorum.” Roth’un peşinden asansöre gidiyorlardı. Clooney’ye “Sen nasıl dayanabiliyorsun buna?” diye sordu. “Bu yas danışmanlığı işine. Nasıl katlanıyorsun?”
“Doğruyu söylemem gerekirse bir şekilde huzur bulabildiğim için bu görevi teklif ettiler bana.” Hızlıca bir gülümsemeyle ekledi. “Meditasyonla. Yakınlarını kaybedenlere yas danışmanlığı yapmayı kabul ettim. Bir denemek istedim ve gerçekten bir işe yaradığını gördüm. Nasıl hissettiklerini biliyorum – her aşamasını.”
Asansöre binerlerken dudaklarını bir an sıkıca birbirine bastırdı. Gülümsemesi çoktan solmuştu. “Katlanabiliyorum, çünkü yardım edebileceğimi biliyorum… bir nebze olsun. Danışmanın bir polis olması gerçekten daha farklı oluyor. Ve son birkaç ayda fark ettim ki danışman aynı acıyı yaşamış bir polisse fark daha da büyük oluyor. Siz hiç ailenizden birini kaybettiniz mi Teğmen?”
Eve’in gözlerinin önüne birden, küçük ve örselenmiş bir çocuk olarak bir köşesine kıvrıldığı pis ve loş oda; bir adamın kanlar içindeki bedeni geldi. “Ailem yok.”
Dördüncü katta asansörden inerken Clooney’nin tek söyleyebildiği, “Şey…” oldu.
Kadın neler olduğunu hemen anlayacaktı. Hepsi farkındaydı. Bir polis eşi kapıyı açtığı anda anlardı. Bazen sarf edilen kelimeler ve söyleniş şekilleri biraz değişiklik gösterirdi ama hiçbirinin anlamı yoktu. Kapı açıldığı andan itibaren yaşamlar geri dönüşü imkânsız şekilde değişiyordu.
Değişim başlamadan önce kapıyı çalma fırsatı bile bulamadılar.
Patsy Kohli abanoz renkli pürüzsüz bir teni ve kısacık kesilmiş siyah saçları olan güzel bir kadındı. Omzundan askılı bir ana kucağı takmış ve dışarı çıkmak üzere giyinmişti. Yanındaki oğlan sıkıca annesinin eline yapışmış durmadan zıplıyordu.
“Salıncağa gidelim! Salıncağa gidelim!”
Ama annesi olduğu yerde donakalmış, gözlerindeki neşe yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Diğer elini kaldırarak göğsünün üzerindeki bebeğe koydu. Bebeği kalbine doğru bastırıyordu.
“Taj.”
Roth güneş gözlüklerini çıkarmıştı. Gözleri donuk mavi bir renkteydi ve oldukça soğukkanlı bakışları vardı. “Patsy. İçeri girsek daha iyi olur.”
“Taj.” Patsy olduğu yerden kımıldamadan ağır ağır başını sallıyordu. “Taj.”
“Hadi Patsy.” Clooney genç kadına yaklaşarak bir kolunu omzuna doladı. “Neden içeri girip oturmuyoruz?”
“Hayır. Hayır. Hayır.”
Küçük oğlan ağlamaya başlamıştı. Annesinin tepkisiz kolunu çekiştirirken kesik kesik çığlıklar atıyordu. Roth ve Eve küçük çocuğa delice, yakıcı bir panik içinde bakıyorlardı.
Peabody aralarından geçerek küçük çocukla aynı seviyeye gelecek şekilde önünde diz çöktü.
“Selam dostum.”
Küçük oğlan, tombul yanaklarından kocaman yaşlar süzülmeye devam ederken dokunaklı bir sesle, “Sallanmaya gidecektik,” dedi.
“Öyle mi? Teğmenim ben onu çıkarsam olur mu?”
“İyi fikir. Çok iyi fikir.” Eve’in midesi giderek yükselen ağlama sesleri arasında düğümlenmeye başlamıştı. “Bayan Kohli, izniniz olursa memurum oğlunuzu biraz dışarı çıkarsın. Sanırım böylesi daha iyi olur.”
“Chad.” Patsy başını aşağı doğru çevirerek adeta bir rüyadan sıyrılırmış gibi oğluna baktı. “Parka gidiyorduk. İki sokak aşağıda. Salıncaklara.”
“Ben onu götürürüm Bayan Kohli. Bizi merak etmeyin.” Peabody, Eve’i şaşkına çeviren bir rahatlıkla küçük oğlanı kaldırarak kucağına yerleştirdi. “Selam Chad, soyalı sosis sever misin?”
“Patsy, neden küçük kızını ben almıyorum?” Clooney ana kucağının askısını açarak bebeği çıkardı. Sonra Eve’in kanını donduracak şekilde onun kucağına bıraktı.
“Ah, Clooney dinle ben pek- ”
Ama Clooney çoktan Pasty’yi koltuğa doğru götürmeye başlamıştı. Eve de kucağında tuttuğu torba gibi şeyle kalakalmıştı. Daha doğrusu torba olduğunu düşündüğü şeyle. Yüzünü buruşturarak aşağı baktığında ve merakla kendine bakan kocaman kara gözleri gördüğünde, avuçlarının terden sırılsıklam olduğunu hissetti.
Ve bebek birden, “Agu,” dediğinde Eve, tüm boğazının bir anda kupkuru olduğunu fark etti.
Yardım için gözleriyle odayı taradı. Ama Clooney ve Roth çoktan Pasty’nin iki yanına oturmuştu. Clooney alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Oda küçüktü ve içi yaşam doluydu, ortadaki halıya saçılmış oyuncaklar ve bir de yoğun bir koku vardı. Hemen tanıyamadığı bir koku: Pudra, pastel boya ve şeker karışımı bir kokuydu. Çocuk kokusu.
Ama yerde, bir sandalyenin yanında özenle katlanmış çamaşırlarla dolu bir sepet gördü. Mükemmel diye düşünerek, ev yapımı bir bombayı tutan bir kadının göstereceği özenle bebeği sepetin içine bıraktı.
“Burada kal,” diye fısıldayarak küçük tüylü kafayı acemice pat patladı.
Ve tuttuğu nefesi bıraktı.
Arkasını tekrar odaya döndüğünde, Clooney’nin sıkıca elini tuttuğu kadının, büzülmüş bir halde ileri geri sallandığını gördü. Hiç ses çıkarmıyordu ama gözyaşları yanaklarından aşağı sel gibi akıyordu.
Eve ayakaltında olmamaya karar verdi. Destek grubu dul kadının her iki yanında dururken Clooney’nin çalışmasını izlemeye karar verdi. Aile bu, diye düşündü. Ne olursa olsun aile buydu. Ve bu gibi zamanlarda yararlı olabilecek tek şey de aileydi.
Acı odanın içine bir sis gibi çökmüştü. Eve, bu sisin dağılması için epey zaman geçmesi gerekeceğini biliyordu.
“Benim hatam. Benim hatam.” Kanepeye oturduğundan beri Patsy’nin ağzından dökülen ilk kelimeler bunlardı.
“Hayır.” Clooney, kafasını kaldırıp ona bakana kadar genç kadının elini sıktı. Clooney kurban ailelerinin göz teması kurmaya ihtiyaç duyduğunu bilirdi. Size inanmak, bir nebze olsun rahatlamak için söylediklerinizi gözlerinizin içinde görmeliydiler. “Elbette senin hatan değil.”
“Ben olmasam asla orada çalışmazdı. Jilly doğduktan sonra işe dönmek istemedim. Evde çocuklarla kalmak istedim. Ama profesyonel anne maaşı o kadar azdı ki- ”
“Patsy, Taj senin evde çocuklarla kalmak istemene çok memnundu. Seninle ve çocuklarla gurur duyuyordu.”
“Ben asla Chad’e…” Elini Clooney’nin elinden çekerek, yüzünü ellerine gömdü. “Chad’e nasıl söylerim? Taj olmadan nasıl yaşayacağım? Nerede o?” Ellerini indirerek etrafına görmeyen gözlerle baktı. “Onu görmem gerek. Belki bir yanlışlık olmuştur.”
Eve devreye girme vaktinin geldiğini anlamıştı. “Çok üzgünüm Bayan Kohli, ama bir yanlışlık yok. Ben Teğmen Dallas. Soruşturmayı ben yönetiyorum.”
“Taj’ı gördünüz mü?” Patsy sendeleyerek ayağa kalktı. “Evet. Kaybınız için çok, çok üzgünüm. Başınız sağ olsun. Benimle konuşabilecek durumda mısınız Bayan Kohli? Bunu yapan kişiyi bulmama yardımcı olabilir misiniz?”
Roth, “Teğmen Dallas,” diyerek söze girdi ama Patsy başını salladı.
“Hayır, hayır. Konuşmak istiyorum. Taj böyle yapmamı isterdi. Benim konuşmamı… Jilly nerede? Bebeğim nerede?”
“Ben, şey…” Eve yine sıkıştığını hissederek büyük çamaşır sepetini işaret etti.
“Ah,” Patsy yüzündeki yaşları silerek gülümsedi. “Öyle akıllıdır ki. Tam bir melek. Neredeyse hiç ağlamaz. Onu beşiğine koysam iyi olur.”
“Ben koyarım Patsy.” Clooney ayağa kalkmıştı. “Sen Teğmenle konuş.” Eve’e hüzün ve anlayış dolu gözlerle sessiz bir bakış fırlattı. “Taj da böyle yapmanı isterdi. Aramamızı istediğin birileri var mı? Kızkardeşini arayalım mı?”
“Evet.” Patsy derin bir nefes aldı. “Evet, lütfen Carla’yı arar mısınız?”
“Komutan Roth hemen arayacaktır, değil mi Komutan? Ben bebeği yatırayım.”
Roth kasılarak dişlerini sıktı. Kadının rahatsız olduğunu görmek Eve’i şaşırtmamıştı. Clooney kibarca idareyi ele almıştı. Ve bu kadın astından emir almaktan hoşlanacak birine benzemiyordu.
Roth ayağa kalkarak, “Evet elbette,” dedi. Eve’e son bir uyarıcı bakış atarak yan odaya geçti.
“Taj’ın birliğinden misiniz?”
“Hayır, değilim.”
“Hayır, elbette değilsiniz.” Patsy şakaklarını ovmaya başlamıştı. “Cinayet masasından olmalısınız.” Tekrar dağılmak üzereydi. Dudaklarının arasından inlemeye benzer bir ses çıktı. Eve hayranlıkla kadının hâkimiyetini ve kendini toplamasını izledi. “Ne bilmek istiyorsunuz?”
“Kocanız bu sabah eve dönmemişti. Endişelenmediniz mi?”
“Hayır.” Uzanarak kanepenin bir kolundan güç altı ve arkasına yaslandı. “Kulüpten sonra merkeze gideceğini söylemişti. Bazen böyle yapar. Ve kapanıştan sonra biriyle buluşacaktı.”
“Kiminle?”
“Söylemedi, sadece kapanıştan sonra görmesi gerektiği biri olduğunu söyledi.”
“Ona zarar vermek isteyen biri var mıydı Bayan Kohli?” Kadın Eve’e bakarak, “O bir polisti,” dedi. “Size zarar vermek isteyen biri var mı acaba Teğmen?”
Eve makul bir misilleme diye düşünerek başını salladı. “Belli birisi? Belki size bahsettiği biri?”
“Hayır, Taj evine iş getirmezdi. Sanırım bir gurur meselesiydi onun için. O konuların ailesine yanaşmasını bile istemezdi. Üzerinde çalıştığı davaları bile bilmem. Haklarında konuşmayı sevmezdi. Ama son dönemde biraz endişeliydi.”
Ellerini sıkıca kucağında kavuşturarak onlara baktı. Eve genç kadının parmağındaki alyansa baktığını fark etti. “Bir şeyin onu endişelendirdiğini fark ediyordum. Ona nesi olduğunu sordum ama beni geçiştirdi. Taj böyleydi işte.” Dudaklarına titrek bir gülümseme yayıldı. “O, ne bileyim, bazı insanlar bunun erkek tavrı olduğunu söyleyebilir ama Taj olduğu gibiydi işte. Bazı konularda biraz eski modaydı. Ama çok iyi bir adamdı. Harika bir babaydı. İşini çok severdi.”
Dudaklarını tekrar birbirine bastırdı. “Görev sırasında ölmenin büyük bir onur olduğunu düşünürdü. Ama bu şekilde değil. Bu şekilde değil. Bunu ona yapan adam bu hakkını da elinden aldı. Onu benden ve çocuklarından aldı. Nasıl olabilir bu? Teğmen bu nasıl olabilir?”
Buna verebileceği bir cevabı olmadığından Eve’in tek yapabileceği yeni sorular sormaktı.