Hiçbir şey Betsy Taylor’ı ayakkabı fetişinden vazgeçiremez -ölmek ve yeni Vampir Kraliçesi olarak dirilmek bile. Hem kraliyet ailesi mensubu bir ölümsüz olmak hiç de öyle sanıldığı kadar matah bir şey değil -mesela ödenmeyi bekleyen faturalar halen mevcut. Zaten Betsy de hayatına mümkün olduğunca ‘normal’ bir şekilde devam etmeye kararlı; bu durum artık bir iş bulması gerektiği anlamına gelse bile, böyle. Gösterişli bir şekilde sergilemekten geri durmadığı ‘ayakları’ onu bu kez, Macy’s’e götürüyor, tezgâhtarlık yapacağı hayatının isine.
Ortam, nasıl derler, gıcır! Her bir şey yolunda. Tabii mesai saatlerinde Bayan Kraliçeyi sıkıştırıp duran şu yeni dostları hariç. Ufff! Sanki, denenmesi ve indirimlerde de satın alınması gereken onca güzelim ayakkabı varken insanlarla muhabbet edecek vakti varmış gibi! Derken ortam bir miktar kızışıyor. St. Paul’de öldürülen vampirler gibi bir hal ortaya çıkınca herkes feryatlar içinde Betsy’den bu işe bir el atmasını istiyor. En beteri, ay yani en feci katlanılmazı da içini hoplatabilen tek vampirin yardımına ihtiyaç duyacak olması: Şu ‘ah-çok-seksi’ Sinclair’ın. Şimdi artık bizim Betsy hakikaten de tehlikeli topraklarda geziniyor, hem de yüksek ökçelerine rağmen!
GİRİŞ
Robert Harris’in polis görüşmesi. 30 Haziran 2004
02:32:55 00:45:32
Dedektif Nicholas J. Berry tarafından dosyalanmıştır. Dördüncü Bölge Karakolu. Minneapolis, Minnesota. Bay Harris olay yerinde tedavi edildikten sonra hastaneye yatırılma teklifini geri çevirdi, karakolda bir görüşme için ilgili memurlardan Whritnour ve Watkins’in eşlik etmesine razı oldu.
Görüşme, Minneapolis Dedektifi Nicholas J. Berry tarafından yönetildi.
Robert Harris, Bright Ycllow Cab’de taksi şoförlüğü yapan elli iki yaşında beyaz bir erkek. Aşağıda anlatılan olaylar gerçekleştiği sırada Bay Harris görev başındaydı. Ayrıca Bay Harris, olası madde kullanımı ihtimaline karşın alkol metre ve laboratuar testlerinden de geçmiştir.
Dedektif Berry: Hazır mıyız? Kaset acaba… Tamam. Bir şeyler içmek ister misiniz? Kahve? Başlamadan önce?
Robert Harris; Hayır, teşekkürler. Eğer bu saatle kahve içersem, sabaha kadar uyku tutmaz. Ayrıca bilirsiniz, bendeki bu prostatla başıma bela almış olurum
DB: Bu gece yaşanan olaylar hakkında konuşabilir miyiz?
RH: Elbette. Kıçlarına tekmeyi yiyen ikizlerden mi, yoksa sürekli oturmamı gerektiren bir iş bulacak kadar salak biri olmamdan mı bahsetmek istersiniz? Tamının cezası hemoroitler.
DB: Olaylar
RH: Tabi, benimle ilgilenen şu elemanlara anlattığım hikâyeyle ne kastettiğimi bilmek istiyorsunuz. Bir çift düz tabana göre oldukça iyi insanlar denebilir. Bu arada, böyle söylerken de saygısızlık etmek istemedim. Yani, bu yüzden buradayız, değil mi?
DB; Doğru.
RH: Çünkü siz çocuklar benim deli ya da sarhoş olduğumu düşünüyorsunuz.
DB: Sarhoş olmadığınızı biliyoruz, Bay Harris. Şimdi, bu gece erken saatlerde
RH: Bu gece erken saatlerde kıçımın üstüne oturmuş, kızımı düşünüyordum. On dokuz yaşında, üniversitede okuyor.
DB: Minnesota Üniversitesi, Duluth Kampusu.
RH: Aynen. Neyse işle, sürekli fazla mesaiye kalmamın nedeni de bu zaten çünkü Tanrım, o kitaplar gerçekten çok pahalı. Yani, bir kitaba yüz on papel verilir mi, be? Bir kitaba.
DB: Bay Harris!!
RH: Neyse, işte yine her zamanki gibi kendi sorunlarımla uğraşıyor ve bir yandan da öğlen yemeğimi yiyordum. Elbette tam olarak öğlen yemeği vakti sayılmazdı çünkü saat akşamın onuydu ama insan ikinci mesaisine çıkınca ne bulursa yiyor işte. Lake ve 4. Cadde’nin orada bir yerde oturuyordum. Taksilerin çoğu da o mahalleyi sevmez zaten, bilirsin işte, bütün o zenciler yüzünden. Üzerinize alınmayın. Yani, zenciyi andırdığın da yok ama.
DB: Bay Harris, ben Afro Amerikan değilim ama öyle olsaydım bile eminim konu dışına çıkmamayı yeğlerdim.
RH: Bugünlerde insan hiçbir şeyi kestiremiyor, haksız mıyım? Kahrolası Naziler. Artık insan kendi fikrini bile savunamıyor. Danny Pohl diye bir arkadaşım var, adam maça ası kadar siyahtır ve kendisine sürekli şey, sana ne dediğini söylemeyeceğim ama hep aynı deyimi kullanır. Ve eğer onun bile umurunda değilse, biz neden umursayalım ki?
DB: Bay Harris…
RH: Affedersiniz. Neyse işte, insanların pek de methetmedikleri şu mahallede takılıyor, bir yandan da öğle yemeğimi yiyordum hani eğer birilerinin bilmesi gerekliyse diye söylüyorum; jambon, İsviçre peyniri ve hardal soslu büyük bir sandviçti ve işte tam o sırada taksim birdenbire yan yattı!
DB: Hiçbir şey duymadın mı?
RH: Evlat, ne olup bitliğini anlamadım bile. Bir saniye önce yemeğimi yiyordum, bir saniye sonra yan yatmıştım ve yerdeki tüm çöpler üstüme yağıyordu, üstelik elimdeki sandviçi de düşürmüştüm ve kafam da yola değiyordu. Itrilerinin yanımdan geçtiğini duyabiliyordum ancak hiçbir şey göremiyordum. Ama en kötüsü bu değildi
DB: Neydi peki?
RH: Şey, yerde yatmış neler olup bittiğini anlamaya çalışırken ve bir yandan da yeni iş gömleğimin üzerindeki hardal lekesini çıkartıp çıkartamayacağımı merak ederken gerçekten çok şiddetli bir çığlık sesi işittim.
DB: Bağıran bir erkek mi, yoksa kadın mıydı?
RH: Sana söyleyeyim, ayın etmek hakikaten zordu. Yani, şimdi biliyorum çünkü onları gördüm her ikisini deama o anda bilmiyordum. Bağıran her kimse herhalde birileri bacaklarını falan kopartıyordu çünkü herkes feryat ediyor, haykırıyor ve ağızlarından anlaşılmaz sözler çıkartıyordu ve bugüne kadar, hayatımda duyduğum en korkunç sesti bu. Örneğin kızımın da kulağı berbattır ve sürekli yeni enstrümanlar çalmayı dener. Mesela tuba çalmayı öğrendiği zamanlar duyduğum sesler… Ama bu seferki, onlarla mukayese bile edilmezdi.
DB: Sonra ne yaptınız peki?
RH: Şey, kahretsin, elimden geldiğince hızlı bir şekilde taksinin yolcu tarafından dışarı çıktım tabii ki, sen ne sandın? Savaşta sağlık görevlisiydim Vietnam Savaşı’nda. Ülkeye geri dönünce o defteri kapattım ve hayır, hayatımda bir daha asla hastaneye gitmedim, huzur içinde yatsın, karım. Atina’yı doğurduğunda bile. Ama o sırada yardımcı olabileceğimi düşündüm. Arabam sigortalıydı ne de olsa, umurumda hile değildi çünkü birilerinin bası cidden beladaydı ve bu çok daha önemliydi. Birileri arabasıyla geri geri giderken kazara çocuğunu falan ezdi, diye düşündüm. O sokakların bazıları zifiri karanlıktır. Bazı şeyleri görmek zordur.
DB: Daha sonra?
RH: Sonra şu otobüs yanaştı. Az kalsın taksime çarpacaktı! Ve bu biraz tuhaftı çünkü otobüslerin çalışması için epey geç bir saatli ve zaten içindeki tek bir yolcu dışında bomboştu. Sonra da şu hatun dışarı fırladı. Ve otobüs olduğu yerde kaldı. Otobüs şoförünün hatuna çikolatalı dondurmaymış gibi baktığını gördüm. Ve sonra da kızı dikkatlice süzdüm.
DB: Onu tarif edebilir misin?
RH: Şey, uzun boyluydu, hakikaten uzundu benim boyumda falandı ve ben de bir seksen civarındayım. Açık sarı saçları ve şöyle çizgi çizgi ne diyorsunuz onlara? Gölgeleri vardı! Gölgeleri biraz kızıla kaçıyordu ve bugüne kadar görebileceğin en büyük, en güzel yeşil gözlere sahipti. Gözleri aynı şu eski cam şişelerin, hanı şu hakiki koyu yeşil olanların rengindeydi. Ve teni de sanki sürekli ofis içinde çalışıyormuş gibi hakikaten çok solgundu. Mesela benim bir kolum yaz aylarında sürekli taksi camından dışarı sarkıttığım için kiraz gibi kararır ama sağ kolum böyle bembeyaz kalır. Her neyse, üzerinde ne vardı gerçekten hatırlamıyorum daha çok yüzüne bakıyordum. Ve… ve…
DB; Siz iyi misiniz?
RH: Sadece bu kısmı biraz zor, o kadar. Yani, şu hatun benim kızımdan belki beş atlı yaş daha gençti oysa ben şey, şöyle diyelim, bir adam karısını cumartesi gecesi nasıl arzularsa ben de onu o şekilde arzuluyordum, tabi ne demek istediğimi anladıysan. Ve hiçbir zaman kendi çocuğu kadar küçük veletlerin peşinden koşturan o azgın köpeklerden biri olmamışımdır, karım öleli altı yıl olmasını da boş verin. Vani, o korkunç çığlıkların hâlâ havada eko yapmasına rağmen benim birdenbire çükümle düşünmeye başlamam utanç vericiydi.
DB: Şey, bazen insanlar stres altındayken
RH: Stresle alakası yoktu. Onu sadece arzuladım, o kadar. Hem de hayatımda kimseyi arzulamadığım kadar. Neyse işte, gözlerimi dikmiş ona bakıyordum ama o beni Fark etmedi bile. Onun gibi bir hatun, herhalde benim gibi onu kesen yaşlı moruklarla günde en az yirmi kere karşılaşıyordun Bana hiçbir şey söylemedi, sadece sokağın içine daldı. Böylece ben de onu takip ettim. Orada bir iki tane sokak lambası vardı, dolayısıyla nihayet bir şeyler görebilmeye başlamıştım. Kendimi daha iyi hissetmemi sağladığını söyleyebilirim.
Ve tam o sırada, daha biz oraya varmadan çığlıklar kesildi. Sanki birileri radyoyu kapamıştı, işte bu kadar ani oldu. Ardından bizim hatun koşmaya başladı. Ki bu da hakikaten komik bir sahneydi çünkü ayağında incecik topuklu ayakkabılar vardı. Arkasında fiyonkları olan mor ayakkabılar. Ufacık ayakları ve şu güzelim mini minnacık ayakkabıları vardı. Gerçekten gülünç bir manzaraydı….