Deve adlı hikâye Ömer Seyfettin ilk kez “Diken Dergisinde” 1919 yılına yayımlanan bir öyküsüdür. ( Deve,Diken , S. 8, 6 Şubat 1919, s. 6 )
Ömer Seyfettin bu hikayesinde esprili ve gülünç bir konuyu ela almış, kendisini Arpa diye halka yutturmak isteyen ama mantıksız şeylere de pek inanmayan Mestan adlı bir çingenenin başından geçen ibretlik ve komik bir olayı anlatmıştır.
Öykünün arka planında ise bağnazlık, halkı uydurma hükümlerle kandırmaya kalkan cahil imam konusu bulunmaktadır. Yazar bir çok öyküsünde halkı bağnazlığa sevk eden cahil imam, halkın dini İnançlarını şahsi çıkarına çevirtecek işler yapan sahtekar dindar konusunu işleyen öyküler de yazmıştır.
“Deve” Hikâyesi
Mestan Ağa, doğduğu, büyüdüğü Edirne’de “Çingene” olarak yaşamaya tahammül edemedi. Gurbet diyarında “Arap” gibi dolaşmaya karar verdi.
Yüzü, yağlı karadan daha koyu bir renkteydi. Beyazı sapsarı olan gözleri pek büyük, pek parlaktı. Çember bir sakal bıraktı. Basma bir ak sarık sardı. İstanbul’a geldi. Adını “Abdülmennan” koymuştu. At pazarında, eşek alışverişinde herkes onu hacı zannediyordu. Çingeneliğini belli etmemek için daima taassup taslar, beş vakit namazlarını kalabalık camilerde kılar; ayakta, besmelesiz su içmez, ezanı işitince “Aziz Allah, şefaat ya Resulallah!” diye hemen sözünü keserdi.
Bütün hülyası biraz para yapıp uzak bir Anadolu kasabasında garip bir Mekkeli gibi yerleşmek, beyaz bir Türk kızıyla evlenerek şu kötü Çingenelikten yakayı adamakıllı sıyırmaktı. İstanbul bu niyeti için tehlikeliydi. Edirne’den sık sık gelip giden oluyordu. Bursa’ya düştü. Orasını da emin bulmadı. Nihayet Çanakkale’ye indi. Sanatı cambazlıktı. Epeyce kâr etti. Kısa cübbesinin altında milliyetinin yegâne yadigârı gibi sakladığı uzun kırmızı bir kuşağı vardı. Bu kuşağın içindeki meşin kemer terden ve kirden sucuk rengini almıştı. Kasaba halkıyla çabucak ahbap oldu. Beş vakit namazlarını yine camide kılıyordu. Her fırsatta etrafındakilere sofuluğunu gösteriyor, en inanmadığı şeylere inanırmış gibi görünüyordu. Hiç Rumeli’ye benzemeyen Anadolu’nun tuhafına giden bir şeyi de, develeriydi. Kırk yaşına kadar Edirne’den dışarı çıkmamış, ömründe deve görmemişti. İçinden, “Şurada yerleşir, ev bark edinirsem, üzerine binip gezmek için bir deve alayım!” derdi. Dar sokaklardan önlerinde bir eşek, iki tarafa adım adım, baygın baygın bakarak geçen bu mübarek hayvanlar çok hoşuna gidiyordu. Bir gün camide, vaazı dinler gibi yapıp kendiişlerine dair derin bir dalga geçerken birdenbire “deve” ismini işitti. Kulak kabarttı. Yüksek kürsünün üstünde, göze görünmez bir adamla kavga ediyormuş gibi çırpınan, ağzı köpürerek önündeki kara kaplı kitaba yumruk indiren hoca, bu hayvanın mübarekliğinden, tekinsizliğinden bahsediyordu. Diyordu ki:
— Ağalar! O cennet mahlûkudur. Az yer, çok taşır. Hazret-i Ali efendimizin tabutunu alıp götürdü. Nereye? Allah bilir… Ne kadar yük vurulsa zarar yoktur. Ama sakın ola üstüne binmemeli. Ha meleklere binmişsin, ha deveye! Deveye yalnız Kâbe’ye giderken binmek caizdir. Kâbe yolunun gayrisinde deveye binen, maazallah hemen çarpılır. Eti kemiği birbirine karışır!
Cemaat, evvela kumanda verilmiş gibi, hep birden ağızlarını açmış dinliyor; hoca, devenin yağını, yününü, gübresini uzun uzadıya methediyordu. Kurnaz Mestan içinden, “Ben dolma yutmam. Kâbe’ye giderken binilsin de başka yere giderken neden binilmesin? Hoca atıyor!” dedi. Cemaat vaazdan dağılınca o da yattığı hana doğru yürüdü. Hava çok sıcak değildi. Hana girmedi. Kasabanın dışına çıktı. Ekinleri yetişmiş tarlaların arasında yürümeye başladı. Bir gün kendisinin de böyle toprağı olacak, serserilikten, çadırdan, yersizlikten, yurtsuzluktan kurtulacaktı. İlerde itibarlı bir adam gibi bu kasabada geçireceği rahat, şerefli hayatı düşüne düşüne giderken birdenbire bir tarlanın kenarında minimini sarı bir dağ gördü. Durdu, baktı. Gülümsedi. Bu genç bir deve idi. Semeri yoktu. Çok tüylü kamburu meydandaydı. Sürmeli gözleriyle şaşkın şaşkın bakınıyordu. Mestan, deveyi bu kadar yakından görmemişti. Yürüdü. Daha ziyade yaklaştı. Eliyle kamburunu okşamaya başladı. Pamuk gibi yumuşaktı. Hiç ürkmüyor, öyle hareketsiz duruyordu. Mestan parmaklarını tarak gibi bu güzel kamburun sık tüylerine daldırdı. Sıcacıktı. Birdenbire içinde garip bir arzu doğdu: Buraya çıkıp oturmak! Aklına yarım saat evvel vaazcı hocanın söyledikleri geldi. Yüzünü buruşturdu. Düşündü. İçinden kendi kendine sordu:
— Şuracığa binsem ne olur sanki?
— Bineyim be!
—Ya hocanın dediği?
— Haydi budala! O Türkleri kandırıyor, hep yayan yürüsünler diye…
Yağlı kara ensesini kaşıdı. Dünyada hiçbir şeye inanmaz, inanır gibi göründüğü şeylere hep için için gülerdi. Attan, eşekten farkı olmayan bir hayvana binince insan nasıl çarpılabilirdi? Çarpılmak neydi? Hem şimdiye kim çarpılmıştı? Ömründe hiçbir çarpık adam gördüğünü hatırlayamıyordu. Alay ederek, “Ya destur!” diye, “eûzü” ile kanşık bir besmele çekti. Yatmış devenin sırtına sıçradı. Yumuşak kamburunun üstüne yerleşirken bu sakin yığın canlanıverdi. Ayağa kalktı. Mestan düşmemek için sık tüylere bütün kuvvetiyle sarıldı. Aşağısını, yüksek bir minarenin tepesindeymiş gibi, pek derin gördü.
Deve ayaklarını açtı, bir silkindi. Bir daha silkindi. Üstündeki ağırlığı düşüremeyince koşmaya başladı. Mestan’ın korkudan ödü kopmuştu. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Onun bağırmasından bütün bütün huylanan deve, demin kenarında yattığı buğday tarlasını dört dönüyor, başakları dümdüz ediyordu. Yarım saat uzakta bir top ağacın altında uyuyan çiftçiler, Mestan’ın, acı feryatlarıyla uyandılar. Ellerinde birer orak sapı, kudurmuş gibi sıçramaya başlayan deveye koştular, önlediler. Güç bela durdular.
Mestan:
— Allah sizden razı olsun. Düşseydim parça parça olacaktım. Beni indiriverin… dedi.
— İn, hınzır fellah!
Bu üç çiftçi, bozulan tarlanın sahipleriydi. Hepsinin gözleri dönmüştü. Mestan’ı ayağından çektiler, “Ne hakla devene bizim tarlamızı çiğnetiyorsun uğursuz Arap oğlu!” diye gebertinceye kadar dövdüler.
Tekmelerin, tokatların, orak saplarının altında Mestan bir kelime bile söyleyemedi. O dayak yerken deve yola çıkmış, aynı hızla uzaklaşmıştı. Çiftçiler, ölmüş sandıkları Mestan’ın cesedini götürüp uzak bir hendeğe attılar.
Ertesi akşam kendine gelen Mestan yerinden kımıldayamadı. Hakikaten kemikleri etlerine karışmıştı. Ağzından, burnundan gelen kanlarla, yüzü kıpkırmızıydı. Ufukta güneşin battığı yere, Rumeli’ye doğru zorla gözlerini çevirdi. Hazin hazin baktı. Yürüyecek hâli olsa, kasabaya bile uğramadan İstanbul’un yolunu tutacak, hemen Edirne‘ye kapağı atacaktı. “Ah Çingenelik!” diye mırıldandı. Evet, bu bir saadetti. Ne gidilecek Kâbe’si, ne de üstüne binilince çarpılacak tekinsiz, mübarek bir hayvanı vardı.