Tarih

Osmanlı’nın Son Savaşı – Turan Hayalinden Sevr’e

Bir ülke düşünün ki, varlığını sona erdirecek bir savaşa, hükümeti, meclisi, genel karargâhı ve devlet başkanı olan padişahından gizli girmiş olsun!

Bir ülke düşünün ki, bu oldu bittiden sorumlu olan Harbiye Bakanı’nın karar ortağı, kendi ülkesinin yetkili kurumlan değil de Alman Büyükelçisi ve generalleri olsun!

Bir ülke düşünün ki, meşru yönetim organları, savaşa girildiğini, limanları durup dururken bombalanan Rusya’nın protestosuyla öğrensin!

Bütün bunlar insana inanılmaz geliyor ama Osmanlı’nın I. Dünya Savaşına girişi, tam da böyle gerçekleşti ve İmparatorluk, tipik bir derin devlet operasyonuyla kendisini savaşın içinde buldu!

Yaygın çarpıtmalara konu olan bu süreci aydınlatmak, tarih bilincimiz üzerindeki ipotekleri kaldırıp dünden bugüne taşınan sorunları aşmak için zorunludur.

Bu kitapta Osmanlı’nın, yok oluşu pahasına Savaş’a sürüklenişi ve gözünü Turan’a dikmiş bir ‘Enverland’ haline getirilişinin trajik öyküsünü okuyacaksınız…

***

Birkaç Söz…

Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Avrupa emperyalist devletleri arasında oldu. Dünyanın paylaşılması amacıyla ortaya çıkan bu kirli ve kanlı savaşta, halkların hiçbir çıkarı yoktu; emperyalist sistem, ölüme sürecekleri halkları kandırmaya yönelik bahaneler icat etti. O bahanelerin bilançosu da, 39 milyon ölüdür. Bu yıkımdan en büyük payı alanlardan Osmanlı Devleti’nin cephelerde 500 bin dolayında asker kaybı yetmez; topraklarını emperyalistler arasında bölüşürler.

Nasıl olur bu trajedi?

Tanınmış tarihçilerimizden Erdoğan Aydın, “Neydi bu işin aslı? / Turan Hayalinden Sevr’e Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti” adlı yeni kitabında bu soruya yanıt veriyor.

Canlı kalemiyle, yaratıcı diyalektik yöntemiyle…

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na, Almanların yanında, ama bir anlaşma da olmadan, üstelik savaş ilân etmeden ve saldırgan olarak girdi. Milyonları ölüme ve İmparatorluğu yıkıma götürecek savaş bir “oldu bitti” olarak başladı.

Bir yanlışlıklar komedyası da oldu bu savaş bizler için.

Sözü geçen savaşa girmemiz zorunlu muydu?

Hiçbir çıkarımız açısından değil: Osmanlı İmparatorluğu, bir “geri kalmış” idi; çağını yakalamak için, başta iktisadi ve sosyal reformları bekliyordu. Üstelik, birkaç yıl önce Balkan Savaşı’ndan çıkmıştık; yaralarımızı sarıp sarmamız için de bir zaman ihtiyacındaydık. Olsa olsa Almanların bu savaştan bir beklentisi vardı; düşündüğü de, cephelerde silah arkadaşlığı değil, Osmanlı toprakları üzerinde bir egemenlik kurmak, onları sömürgeleştirmek istiyordu. Girdiğimiz, giderek derinleşecek böyle bir bataklıktı. Böylece, yapılması gereken, “itler dalaşı dışında” kalmaktı. Nitekim, daha o sıralarda, Mustafa Kemal, “Bu savaş, bizim savaşımız değil” demişti.

Ne var ki, şanssızlığımız, iktidarda olan “İttihat Triumvira”, başta Enver Paşa yurtsever değildi: Orduyu bütünüyle Alman generallerin denetimine bırakmışlardı; beyinleri de, Osmanlıyı genişleterek diriltme arzularıyla, Panturanizm ve Panislamizm düşleriyle yıkanmıştı. “Büyük Türkiye yaratma hülyası” içindeydiler. Kendi topraklarında çağdaş bir düzen kurmak yerine, militarist ve şoven yönelişlerle, Osmanlı “kendi kuyusunu kazıyor, kendi geleceğine ateş ediyordu”.

Savaşa girmememiz mümkündü, körleşip girdik.

( …………. )

Erdoğan Aydın, kitaplığımızda benzersiz görünen eseriyle, “tarihiy eniden okuma”nın seçkin örneklerinden birini de ortaya koymuştur. Tarihi yeniden okurken, tarihten ders de çıkarıyor.

Strasbourg, 21 Temmuz 2007
Server Tanilli

BAŞLARKEN…

Bir ülke düşünün ki, varlığını sona erdirecek bir savaşa, hükümetinden, meclisinden, genel karargâhından ve devlet başkanı olan padişahından gizli girmiş olsun!

Bir ülke düşünün ki, bu oldu-bittiden sorumlu olan harbiye bakanının karar ortağı, kendi meclisi, hükümeti, genel karargâhı ve devlet başkanı değil de Alman Büyükelçisi olsun!

Bir ülke düşünün ki, meşru yönetim organları, savaşa girildiğini, limanları durup dururken bombalanan Rusya’nın protestosuyla öğrensin! Ve düşünün ki, bu sırada, Genelkurmay Başkanı, Donanma Komutanı ve kimi ordularının komutanı (diğerlerinin de kurmaybaşkanları) Alman olsun!

Bütün bunlar insana inanılmaz geliyor ama Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşına girişi, tam da böyle gerçekleşecekti. Osmanlı, Almanya ile işbirliği içinde olup içeride gerçek bir diktatörlük kurmuş olan bazı yöneticilerinin komplosuyla savaşa sürüklenecekti. Kısacası Osmanlı’yı tarihten silip toplumunun felaketi olan bu son savaş, tipik bir derin devlet operasyonu olacaktı.

Konunun bir başka yanı da, “Rusya’nın, müttefikleri İngiltere ve Fransa ile Osmanlının paylaşılması konusunda anlaştığı” şeklindeki savaş bahanesidir: Yenilgi sonrasının mazereti olarak kurgulanan bu senaryoya göre Osmanlı, İtilaf Bloğu’nun paylaşım anlaşmasını engellemek için çok çaba harcamış, ancak başaramayınca Almanya ile ittifak yapmaya ve savaşa girmeye mecbur kalmıştı! Oysa bu kitapta görülecektir ki, Osmanlı’nın bu bağlamda savaşa girmek zorunda kaldığı iddiası gerçek dışıdır.

Dahası bu senaryoda kurtarıcı müttefik olarak sunulan Almanya’nın amacı, Osmanlı’yı sömürgeleştirmek ve savaş cephelerinde harcanacak güç olarak kullanmaktı. Buna rağmen Osmanlı, (üstelik İtilaf Bloğu’nun, toprak güvenliği taahhüdüne rağmen), Almanların yaptığı gizli savaş planıyla ve Almanya’yı içine düştüğü sıkışıklıktan kurtarmak için savaşa atılacaktı.

Yine görülecektir ki, ülkenin savaşa sürüklenmesi, saldırıya uğrama korkusundan değil, Almanya’nın işbirlikçisi haline gelmiş muktedirlerinin Turan’a ve Mısır’a hâkim büyük bir imparatorluk yaratma hayalinden kaynaklanmıştır. Ne ki, “Düşmanın ülkesi viran olacak / Türkiye büyüyüp Turan olacak” gibi kışkırtmalarla toplumu savaşa hazırlayan muktedirlerin ektiği bu hayallerden milyonların felaketi ve Sevr biçilecekti.

Yaygın çarpıtmalara konu olan bu süreci aydınlatmak, tarih bilincimiz üzerindeki ipotekleri kaldırmak ve dünden bugüne taşınan sorunları aşmak için zorunlu. Bu gerçeklikte özellikle belirtilmeli ki, sürecin muktedirlerini savunan tarih yazıcılığı, ülkesi ve halkını maceraya atmayı ve derin devlet zihniyetini meşrulaştıran bir misyon üstleniyor.

Beş yıl kadar önce, Sarıkamış Harekâtı ve onun kaçınılmaz sonucu gelen Çanakkale savaşlarında yaşananların hamaset aracı kılınmasına itirazla başladığım çalışma, beni öncelikle savaşa niçin ve nasıl girdiğimiz sorularının yanıtlanmasına yönlendirdi. Burada Osmanlı’nın, yok oluşu pahasına nasıl I. Dünya Savaşı’na sürüklendiği ve gözünü Turana dikmiş bir ‘Enverland’ haline getirildiğinin trajik öyküsünü okuyacaksınız (Sarıkamış, Çanakkale, ve diğer yaşananların irdelenmesini ise ikinci cilde bırakıyorum).

Elinizde tuttuğunuz bu kitabı, daha ilk taslaklarını paylaştığım andan itibaren, gerek Strasbourg gerek İstanbul’da uzun uzun tartışan, bununla da yetinmeyip yazdığı erken Önsöz’üyle beni ödüllendiren Server Tanilli’nin saygın hatırasına ithaf ediyorum.

Yine çalışmama katkıda bulunan, başta Taner Timur hoca olmak üzere, Esra Arcan, Gülten Kaya, Yalçın Yusufoğlu, Celal Başlangıç, Eşber Yağmurdereli, Hayri Yetik, Haldun Karyol, Ali Çakıroğlu, İbrahim Bahadır, Tuncay Özverim, İsmail Mert Başat, Levent Turhan Gümüş, Cihat Taşçıoğlu ve Özgür Üniversite’ye teşekkür ediyorum.

ÖNSÖZ YERİNE

ENVER PAŞA İŞBİRLİKÇİ Mİ YURTSEVER Mİ?

Bu kitap bir Enver Paşa biyografisi değil. Ne ki kitabın konusu olan sürecin tüm kritik aşamalarında onun belirleyici rolüyle karşılaşacağız. Bu nedenle onun konumuzla bağlantılı portresi, sürecin takibini kolaylaştıracaktır. Elbette ki gerçekçi bir tarih yazımı, bireyin rolünün sınırları olduğunu unutmaz. Ancak kritik dönemeçlerde etkin siyasal araçlara, hele ki mutlak yetkilere sahip olmuş bireylerin, sürecin gidişatını belirleyebildiği de pekçok örnekle sabit. İşte I. Dünya Savaşı öncesi ve savaş sürecinde Enver Paşa’nın böyle bir rolü olacaktır.

Turancı tarih yazımı onun bu kritik rolünden ‘kahraman bir Türk atası profili üretirken, savaşla gelen felaketlerdeki sorumluluğunu olabildiğince gizlemeye çalışır. Fikri donanımında sol bulaşıklık olan milliyetçi yazın ise, savaşa emperyalist emeller karşısında olabilecek tek seçenek olarak girildiği iddiasıyla Enver’in ‘yurtseverliğini’ ispatlamaya çalışır.

Kuşkusuz savaş ve Alman ittifakı yönelimlerinde yalnız değildir Enver; üstelik Almanların Osmanlı devleti üzerindeki kontrolü yanında Turancılık, Almancılık ve Rusya korkusu da Osmanlı kamuoyunu belirleyen önemli etkenlerdir. Keza muhalif siyaset ve basın özgürlüğünden arındırılmış olan Osmanlı siyaseti İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin, İTC ise Enver (ve Talat’ın) mutlak hakimiyetindeydi. O günün Osmanlı realitesi bu faktörlerle belirleniyordu ve bu durum Enver’i, sürecin bütün kritik dönemeçlerinde belirleyici kılıyordu.

Sonradan ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi, Enver’in yasalar içinde kalması sağlanabilmiş olsaydı ne Alman ittifakı, ne Goeben ve Breslau’nun Çanakkale’den girmesi, ne Rus limanlarına saldırı, ne de Sarıkamış faciası olmayacaktı. Çünkü bunların tümünde Enver’in, kâh Talat, kâh Cemal ile, kâh yalnız (ama hep Alman Büyükelçisi Wangenheim ile birlikte!) yasadışı iradesini görürüz. Dolayısıyla bu ve benzeri kritik gelişmeleri anlatırken, büyük bir yanlışlık örneği olarak ‘Osmanlı’ ya da ‘Babıâli’ olarak belirtilen öznenin, ‘Enver’ diye düzeltilmesi gerek. Çünkü tüm bu kritik gelişmeler Babıâli’nin, Meclis’in, Padişah’ın, Genel Karargâh’ın dolayısıyla ‘Yasal Osmanlı’nın haberi olmadan gerçekleşmiştir. Öyle ki, dönemin muktedir organı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Genel Merkezi bile, Turancı ve Almancı fikriyatına rağmen, kararların dışında kalacaktı.

Tarihsel gerçeklik ışığında, İsmet İnönü’nün şu yargısını paylaşarak yineleyebiliriz:

“Enver Paşa, İmparatorluk’un kaderinde birinci derecede rol oynamış olan insandır. İttihat ve Terakki’nin muvaffakiyetinde, prestijinin muhafazasında ve nihayet Balkan Harbi’nden sonra harbiye nazırı olarak doğrudan doğruya giriştiği teşebbüslerde rolü hep birinci derecededir. Memleketin Cihan Harbine girmesini sağlayan odur. Bütün harp esnasında onun stratejik fikirleri birinci derecede rol oynamış, harbin sevk ve idaresine hâkim olmuştur.”

Bu bağlamda Enver’in Osmanlıyı felaketlerle sonlandıran portresini belirginleştirmek, doğru bir tarih bilinci açısından büyük önem taşıyor. Öyle ki Falih Rıfkı’nın, “Zafer bile neye yarayacaktı?’’ sorusuna verdiği, “Türkiye’yi kurtarmak için Alman zaferi yetmezdi. Enver’den ve Almanlardan da kurtulmak lazımdı” yanıtı üzerinden Enver’i yeniden yeniden düşünmek zorunlu.

Tam da bu noktada, Enver’in Almanlar için hangi misyonu temsil ettiğini, öncelikle Alman komutanlardan başlayarak belirginleştirmeye çalışalım. Süveyş Kanalı harekâtını örgütleme görevi öncesinde Genel Karargâh’ta Enver ile çok yakın çalışan Von Kress’in gözlemi şöyle:

“Biz Almanlar Enver’e, Merkezi Devletler ile olan ittifaka bağlılığındaki sarsılmaz sadakati, bu işte maruz kaldığı bütün muhalefetlere büyük bir enerji ile karşı gelmiş olması dolayısıyla büyük şükran borçluyuz. Enver herkesten önce İttifak Devletlerinin savaş harekatının idaresi için birleşik bir komutanlık kurulması gerekliğini çok açık takdir etmiş ve kendi arzusuyla Alman komutasının emri altına girmişti. O Dünya Savaşı sonucunun Türk cephelerinde değil, Fransa savaş meydanlarında kazanılacağını takdir ettiğinden, Alman Başkomutanlığının arzularını öyle geniş ölçekte yerine getiriyordu ki, bazen Türk cephelerinin menfaat ve ihtiyaçlarını yeteri derecede hesaba katmıyor ve bundan dolayı Türk politikacılar ve subayları arasında şiddetli eleştirilere ve ciddi bir muhalefete yol açmış oluyordu.”

‘Yurtseverlik’ iddiası açısından çarpıcı olan bu gözlemi Mareşal Hindenburg şöyle tamamlar:

“O kadar büyük ve o kadar güç olan ortak davamıza bu Türk’ün bağlılığı sonsuzdu. 1916 Eylülünün başındaki ilk görüşmemiz sırasında Türk başkomutan vekili (…) bana dönerek fikrini şu sözlerle sonuçlandırdı: “Asya’da Türkiye’nin durumu bazı noktalarda güçlüklerle dolu. Ermenistan’da tekrar geri çekileceğimizden korkmalıyız. Mezopotamya’da savaşların yeniden başlaması mümkün. İngilizlerin aynı zamanda daha üstün güçlerle Suriye’den saldırıp geçeceklerini sanıyorum. Fakat Asya’da her ne olursa olsun savaş Avrupa’da çözülecektir. Bu amaçla, henüz hazır bulunan tümenlerimiz emrinize hazırdır!”

Osmanlı ordularını mutlak anlamda Alman strateji ve komutasına tabi kılan bu yaklaşım karşısında Alman Genelkurmay Başkanı, yargısını şöyle bağlar: “Hiçbir müttefik, öteki müttefike bu derece akla uygun ve bu derece bencillikten arınmış bir biçimde konuşmamıştı ve Enver bunları yalnızca sözde bırakmadı!”

“Mareşal Hindenburg’un Enver Paşa’da övdüğü yön, Türk ordusunu Alman ihtiyaçlarına göre kullandırmaya hazır olmasıdır.” Gerçekten de Enver, sözlerini uygulamaya geçirmekte gözükara bir pervasızlık sergileyecekti. Osmanlı sınırları birer birer delinirken o, en seçkin birliklerini Alman ve Avusturya askerlerinin yerini alsın, onların yerine ölsünler diye Avrupa cephelerine yollayacaktı.

Ludendorf bu garip durumu, “Almanya’nın sadık bir dostu idi. (…) Galiçya’ya ve Romenlere karşı Türk birliklerinin gönderilmesi, onun gerçek asker duygularına uyuyordu” diyerek övgüyle teslim eder. “Kolayca anlaşılacağı gibi (…) onu Ludendorf’a övdüren hasletler, daima Alman Başkomutanlığı’nın isteklerine ‘peki’ demiş olmasıdır.” Ne ki bu Almandan çok Almancı tavır, Osmanlı cephesinden sorumlu von Sanders’i bile rahatsız eder:

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Claude David – Hitler ve Nazizm

Editor

Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı

Editor

Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin “100”

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası