Osmanlı İmparatorluğu son 150 yılında bir çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez savaşlar, yenilgiler ve büyük insan kayıpları devletin devamı konusunda derin endişeler yaratmıştı. İmparatorluğu yıkılmasını önlemek için yapılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanırken, iktidarı elinde tutan kadrolar, olan bitenden emperyalist güçleri ve onlarla işbirliği yapan azınlıkları sorumlu tutmak eğilimindeydi. Ama kaçınılmaz son geldi ve Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömüldü. Cumhuriyet’in kurucularının neredeyse tamamı, Mustafa Kemal dahil olmak üzere, bu hezimetlerle dolu tarihin mimarı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleriydi. Daha sonra iktidara gelenler de onların ideolojik akrabalarıydı. Bu kadrolar 1923’ü bir sıfır noktası olarak gördüler, küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka kuşu gibi bir ‘Türk ulusu’ ve ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ imal etmeye soyundular. Bu iş için de tarihi ve tarihçileri kullandılar. Önce Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olmadığımızı öğrettiler bize. Sonra Harf Devrimi, Kıyafet Devrimi, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi icatlarla, bu kopuşu kesinleştirmeye çalıştılar. Bu amaçla bazı olaylar atlandı, bazıları küçümsendi ve çarpıtıldı. Bazı parçalar ise elden geçirildi, cilalandı ve öne çıkarıldı. Böylece ne Birinci Dünya Savaşı’na girişimiz, ne bunun ardından sökün eden Sarıkamış Faciası, ne Çanakkale Savaşı, ne 1915-1917 Ermeni Kırımı, ne Kafkaslar, Filistin ve Irak’ta yaşanan hezimetler, ne ‘Arap İsyanı’, ne Çerkez Ethem meselesi, ne Kürt isyanları, ne İstiklal Mahkemeleri, ne 150’likler üzerine konuştuk. Konuşmak isteyenler, kendisine öğretilenleri sorgulamak isteyenler yıldırıldı, susturuldu. Bu durum yakın döneme kadar kesintisiz sürdü. 1980’lerden itibaren küreselleşme ve bilgi teknolojilerinde yaşanan devrimler sayesinde, bilgi daha demokratik biçimde dağılmaya başladı. Türkiye de bu demokratikleşmeden payını aldı ve kendisine öğretilen tarihi de sorgulama ihtiyacı duydu. İşte bu kitap, Abdülmecid’le başlayıp İttihat ve Terakki’nin sonuna kadarki dönemin ‘öteki tarihi’ne bakmaya çalışıyor. Yeni Osmanlılar aslında neyi kurtarmaya çalışıyordu, Abdülaziz nasıl öldü, Kıbrıs’ı nasıl kaybettik, Hamidiye Alayları’nın amacı neydi, 31 Mart Olayı’nı kim örgütledi, Abdülhamid nasıl halledildi, Babıali Baskını neyin miladıydı, Birinci Dünya Savaşı’na neden girdik, Sarıkamış Faciası’nda kaç evladımızı yitirdik, Ermenilerin tehcirine nasıl karar verildi, Cemal Paşa Arap milliyetçiliğini nasıl kışkırttı, Şerif Hüseyin’in İsyanı’nın arkasında kimler vardı gibi sorulara bugüne dek bize öğretilenlerden farklı cevaplar veriyor.
***
BAŞLARKEN
Batı dillerinde, ‘tarih’ için kullanılan sözcüklerin kökeni olan Eski Yunanca’daki historein fiili ‘öğrenmeye çalışmak, araştırmak, incelemek, keşfe çıkmak, gezerek tanımak, sormak, soruşturmak, sorarak bilgi edinmek, sözle ya da yazıyla bildiğini aktarmak’ gibi onlarca anlama gelirdi. Nitekim Mısır’dan Karadeniz’in kuzeybatı kıyılarında uzandığı tahayyül edilen İskit ülkesine; İtalya’dan Anadolu’ya kadar uzanan dev bir coğrafyaya dair yazdığı 9 ciltlik ünlü eseri, kendisinden yaklaşık 7 yüzyıl sonra, Historiai (Tarihler) adıyla anılacak olan ‘Tarihin Babası’ Herodot (M.Ö. 484-425), ille de gördüklerini anlatmak zorunda hissetmemişti kendini. Bazen söze “ben gördüm” diye başlamış, bazen “söylediler ki” demiş, bazen “dendiğine göre” diye devam etmişti. Üstelik bunları yaparken, tarih vermeyi de pek şart görmemişti. Kendisine ‘Tarihin Babası’ diyenler olduğu kadar ‘Yalanın Babası’ diyenlerin de olması bu yüzdendi. *
Tarih yazımında köşe taşları
İnsanın tarih içindeki yerini, tarihin insanlar için önemini fark etmediği halde, gerçeklikle efsane, tarih ile destan arasındaki farklara kafa yoran, başka bir Yunanlı, Thukydides (M.Ö. 460- 400) olmuştu. Thukydides, anlatısı boyunca birinci şahsa, yani tarihçiye dair tüm izleri silmeyi hedefledi. Ona göre tarih bir çeşit vakayiname idi, tarihçi ise sadece olayları izleyen bir göz ve yazan bir eldi.
Roma’da, historia iki damar halinde gelişti. Bunların birincisi olayların Annales denen yıllıklara kaydedilmesi geleneği, ikincisi ise tarihin nasıl yazılabileceğini konu alan Historiographia (tarih yazımı) meselesi idi. Bu dönemde, aynı zamanda, geçmişi hatırlamayı dinsel bir görev olarak gören Yahudiler ve onlardan devraldıkları gelenekle Eski Ahit’e (Tevrat’a) kendi tarihlerini ekleyen ilk Hıristiyanlar, tarih yazımına dinsel bir içerik kattılar.
16. yüzyıldan itibaren, Reform ve Aydınlanma akımlarının da etkisiyle, tarih tekrar dünyevileşirken, 19. yüzyılda tarihi katı kurallara bağlı objektif bir bilim olarak tanımlayan Leopold von Ranke (1795-1886) tarihte gerçekten neler olduğunu göstermenin aslında tanrının düzenini ortaya koymak olduğunu ileri sürerek, dünyevi olanla dinsel olanı birbirine karıştırdı. Ama asıl, gerçeğin sadece belgelerde saklı olduğuna inanmak diye özetlenebilecek ‘belge fetişizmi’ dediğimiz bir tür tarihçi hastalığının temelini attı.
Özetle söylersek, Herodot’tan Ranke’ye kadar uzanan tarih yazımının temel iddiaları şöyle idi: l) Tarih, gerçekten var olan kişiler ve gerçekten icra edilmiş eylemleri ortaya koyar, 2) İnsani eylemler, aktörlerin niyetlerine ayna tutar, dolayısıyla tutarlı bir anlatı kurmak isteyen tarihçinin görevi bu niyetleri kavramaktır. 3) Olaylar tutarlı bir silsile içinde öncekileri izler, dolayısıyla tarih, tek boyutlu bir zaman içinde ilerler. Yani ortada ‘tarihsel gerçeklik’ diye bir şey vardır ve tarihçi bunu ortaya çıkarabilir! Peki, bu çıkarım doğru muydu?
Tarih ve ideoloji
20. yüzyılda, her alanda olduğu gibi tarih alanında da çok büyük değişiklikler yaşandı. Öncelikle artık kimse tarihin sultanlar,
antlaşmalar, görüşmeler, mühim olaylar ve zevattan oluşmadığını, tarihi yazanların arasında sıradan insanların da olduğunun farkında. Gerçeğin sadece yazılı kaynaklardan değil, sözlü kaynaklardan da derlenebileceğinin ya da tarihin, sosyoloji, ekonomi, psikoloji, antropoloji, folklor, iklim bilimi, nüfus bilimi ve daha onlarca bilimden destek alması gerektiğinin de farkında.
Ama esas değişiklik ‘tarih yazımı’ alanında yaşandı. Yaklaşımını çok beğendiğim Britanyalı diplomat-felsefeci Edward Hallet Carr’a (1892-1982) göre tarihsel gerçekler (olgular) “içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer.” ‘Boş çuvalı dik tutan mızrak’, tarihçilerin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif (nesnel) görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani ‘tarih yoktur, tarihçi vardır’ diyenler haklıdır.
Peki, ‘objektif tarihçi’ diye bir kavram anlamsız mıdır? Elbette hayır, ama Carr’a göre ‘objektif tarihçi’, kendini objektif sayan ya da böyle görmeyi tercih eden ve kendini tüm ideolojilerden ve dönemin bağlamından bağımsız gören kişi değildir. ‘Objektif tarihçi’ ortaya koyduğu tarih yazımını, kusursuz bir gerçeklik olarak sunmaya kalkan değil; tarihsel gerçeklerin ve teorilerin sınırlarını kabul eden, değerlerin ve gerçeklerin bir arada olduğunu ve bunların kendi üzerindeki etkisini fark eden, nihayet vardığı sonuçlara, hangi gerçeklerden ve hangi değerlerden yola çıkarak vardığını söyleyen kişidir.
Tarih ne işe yarar?
Geçmiş temel olarak iki nedenle hatırlanır: Birincisi geçmişin çizgisinden ayrılmamak için; İkincisi ayrılmak için. Birinci durumda geçmişi, bugünkü ihtiyaçlar doğrultusunda ‘yeniden kurma’ çabası ağırlık kazanır. Geçmişin gurur verici yönleri öne çıkarılırken, kötü yanları gözden kaçırılmaya çalışılır. Özellikle Türkiye gibi yeni bir başlangıç yapma iddiasında olan toplumlar ‘geçmişe kalın bir çizgi çekme’ ve ‘bir sıfır noktası tespit ederek geleceğe yönelme’ politikalarını yaşama geçirirken çeşitli ‘bastırma’ stratejileri kullanırlar. Bastırma bazı durumlarda ‘kamusal suskunluk’, bazı durumlarda ‘resmi hatırlama yasağı’ şeklinde tezahür eder. Daha çok da ‘unutma’ ile ‘hatırlama’nın (gerçeğin başka türlü hatırlatılması da dahil) çeşitli kombinasyonları kullanılır, çünkü düşünür Frederich Nietzsche’nin (1844-1900) dediği gibi “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” Devletler de bu gerçeği gayet iyi bilir.
Bu sözler bir başka tehlikeye dikkat çeker. Bir tarihçi Balkan halkları için “o kadar çok tarihleri var ki, geleceği inşa etmeye ihtiyaç duymuyorlar” demişti. Gerçekten de, tarihe aşırı önem atfetmek, deyim yerindeyse ‘tarihe saplanmak’ toplumlara ayak bağı olabilir. Çünkü bugünün sorunlarının cevabı her zaman tarihte değildir. Bazen bugünün kavramları, bugünün kazanımları, toplumların sorunlarına daha köklü çözümler sunar. Ama ‘fazla tarih’ kadar ‘az tarih’ de iyi değildir. Çünkü bazen ancak tarihe bakarak bugünü anlayabilir, içinde yaşadığımız sorunların nasıl ortaya çıktığını, nasıl şiddetlendiğini, nasıl kemikleştiğini kavrayabiliriz. Birbirinden hak talep eden grupların, ezildiğini, mağdur edildiğini ileri sürenlerin akıl yürütme biçimlerini ancak tarihsel hikâyeyi bilirsek daha iyi anlayabiliriz. Böylece günümüzün sorunlarını çözerken, ya da geleceği inşa ederken daha az yanlış yaparız.
Popüler mi akademik mi?
Bu kitapta başta Taraf ve Agos olmak üzere çeşitli mecrada yayımlanan veya yayımlanma fırsatı bulamayan ya da kısaltılarak yayımlanan tarih yazıları var. Bu yazılar esas olarak Abdülmecid’den İttihat ve Terakki’ye kadarki döneme dair. Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemine dair yazılarımı başka kitapta veya kitaplarda toplamayı düşünüyorum.
Bu yazılar ne gerçek anlamda ‘popüler’ yazılar, ne de gerçek anlamıyla ‘akademik’ yazılar. Bilindiği gibi, popüler tarih yazarları, değişik ilgileri olan geniş kesimlere seslendikleri için, uzmanı olmadıkları konularda da kalem oynatmak zorundadırlar. Verdikleri bilgilerin referanslarını bilimsel makalelerdeki usullere göre vermelerine ne sayfanın boyutu yeter ne de yazı işleri müdürleri izin verir. Bir başka yazı türünde kimse yazarı ‘bilgi yanlışı’ ile suçlayamaz, çünkü yazarın ‘yorum yapma’ hakkı baştan teslim edilmiştir. Halbuki popüler de olsa bir tarih yazısında okur, yazardan maddi hatasız yazı talep eder. Kim, nerede, ne zaman, ne yapmış sorularına ciddi cevaplar bekler.
Kısacası, popüler tarih yazarının önünde iki yol vardır: Ya hedef kitlesi olan ortalama okuru kaçırma pahasına akademinin baskısı altında giderek belli bir konuda uzmanlaşacak, kaynakçalı, dipnotlu yazılar yazacak ama hiçbir zaman akademik çevrelerin onayladığı kriterleri tutturamayacaktır. Ya da tarihe ilgi duyan ama cilt cilt kitap okumaya zamanı olmayan ortalama okura yönelik tarzda kolay okunur, eğlenceli yazılara yönelecek ve akademik dünya tarafından görmezden gelinmeyi göze alacaktır. Ben bu iki uç arasında bir yerde durmaya çalıştım.
Bu yazıları bize doğru diye belletilenlerin arkasında yeni, farklı bir şey var mı diye bakmaya heves uyandırmak, kasıtlı olarak çarpıtılan, atlanan, abartılanlara dikkat çekmekten amacıyla yazdım. Amacım bu ama bazı yazılarda sıkıcı bir dil kullanmış olabilirim, bazen lafı fazla uzatmış, bazen çok kısa kesmiş olabilirim. Bazen tarih, isim veya yer ismi gibi konularda ufak tefek hatalarım da olabilir, bunlar için peşinen özür diliyorum. Yazıları mümkün olduğunca kronolojik olarak sıraladım ama bazı konuları (örneğin Mithad Paşa, Osmanlı-Rus ilişkileri, Balkan milliyetçiliği, Prens Sabahattin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Mondros Mütarekesi hakkında) yazmadığımı fark ettim. Bazılarını da yeterince derin işlemediğimi.
Ama daha önemlisi ‘tarihsel gerçeklik’ olarak ortaya koyduğum şeylerin tümünde, değer yargılarımın ve ideolojik biçimlenmemin izlerinin olduğunu hatırlatmayı borç biliyorum. Sizlerin de, okuduğunuz metinleri değerlendirirken, kaçınılmaz olarak, kendi değer yargılarınız ve ideolojik biçimlenmeleriniz ile yorumlar yapacağını tahmin ediyorum. Ancak, bunun çok olumlu bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki taraf arasında farklı yaklaşımlardan doğabilecek düşünsel çatışmaların, tarihsel gerçekliğe biraz daha yaklaşmamızı sağlayacak bir yaşam pınarı işlevi görmesi mümkün.
Bu kitapta yer alan yazıların, hem yazarı, hem de okuyucuları, E. H. Carr’ın deyişiyle “yalnız geçmiş zamanların uygunsuz etkisinden değil, kendi zamanımızın uygunsuz etkisinden, gelecek zamanların ve çevrenin tiranlığından, soluduğumuz havanın basıncından da kurtarması” ve tarihe karşı daha önyargısız, daha hoşgörülü, daha kavrayıcı bir bakışla tanıştırmasını umuyorum.
Son olarak, 2002 yılında, ilk yazılarımı yayımlayan Radikal‘den Ali Topuz’a ve Radikal İki’den Tuğrul Eryılmaz’a; 2007 yılında beni Taraf‘la tanıştıran Alper Görmüş’e, bana her pazar özgürce yazma olanağı sağlayan Yasemin Çongar ve Ahmet Altan’a; yazılarımı kitap haline getirmem için beni ikna eden Profil Yayıncılık’tan Cem Küçük’e, kitap konusunda beni yüreklendiren dostlarım Şahin Tekgündüz, Fadıl Kocagöz ve Mehmet Şimşek’e teşekkür ederim
Ayşe Hür
İstanbul, 14 Aralık 2011
**
ABDÜLMECİD VE TANZİMAT DÖNEMİ
Şehzadeliğinde yarı hapis hayatı yaşayan Abdülmecid, babasının erken ölümü üzerine, 1 Temmuz 1839 günü tahta geçtiğinde henüz 16 yaşındaydı. Belki de bu yüzden babasının kurduğu idari kadroyu bozmak istemedi. Böylece, 1838’te İngilizlerle imzalanan Ticaret Antlaşması’nın mimarlarından Mustafâ Reşid Paşa da Hariciye Nazırlığı görevine devam etti. Mustafa Reşid daha önce Paris ve Londra’da sefirlik yaparken, Batı siyasi kültürünü gözleme imkânı bulmuş, özellikle eşit vatandaşlık meselesinin önemini iyi kavramıştı. Bunun meyvesi sadece Abdülmecid Dönemi’ne değil, Osmanlı tarihine damgasını vuracak olan Gülhane Hattı-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) oldu. Mustafa Reşid Paşa’nın daha genç padişahı ikna etmesi zor olmamıştı, çünkü Abdülmecid, şehzadeliğinde dönemin ölçülerine göre çok iyi bir eğitim almıştı. Bu eğitim de sadece alaturka dersleri değil alafranga dersleri de kapsıyordu ve babasının izlediği yola da büyük saygı duyuyordu.
Tanzimat Fermanı
3 Kasım 1839 Pazar günü Gülhane Bahçesi’nde okunan Tanzimat Fermanı’nın özetinin özeti şuydu: “Bugüne dek devlet kanunsuz yönetiliyordu. Bundan böyle her şey kanuna dayanacaktır. Bu kanunlar da devletin Müslüman ve gayrimüslim tebaasına eşit olarak uygulanacaktır.” Fermanın okunması için Müslümanların tatil günü olan Cuma değil de Batılıların tatil günü olan Pazar gününün seçilmesi bile gayet ‘devrimci’ bir tutumdu….
—–
* Bir ifade eğer bir belgeden alıntıysa (ki bazen kelimesi kelimesine değil bu alıntılar), birinin sözüyse ya da bir makale adıysa çift tırnak (“) işaretini kullandım. Tek tırnak (‘) işaretini ise, terimlerde ve dikkat çekmek istediğim kavramlarda kullandım.