Önsöz
Özge Calafato’nun Çekilir Dert Değil isimli öykü kitabı, zamane karakterlerin bir araya geldiği bir geçit töreni sanki. Calafato alışkanlıklarla, zorunluluklarla ve takıntılarla örülü günlük hayatlarımızdan alınmış anlık fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor. Karakterler içimizde bir yerlerde ya da yakınlarımızda yaşıyorlar ve çevremizdeki görünmez duvarları örüyorlar. Calafato bir yanıyla da arşivci gibi çalışarak zamanın kişilik envanterini oluşturuyor.
Çekilir Dert Değil aynı zamanda Calafato’nun kısa bir süre önce altKitap tarafından yayınlanan öykü kitabı Su Eleştirmenleri’nin tamamlayıcısı niteliğinde. Kitaplar ayrı ayrı okunduklarında, bağımsız anlamlar inşa ettikler gibi birlikte okunduklarında da birbirlerini destekliyor. Su Eleştirmenleri’nde yer alan öykülerde yaratılan tekinsiz atmosfer; detayların groteskleştirilerek alışılmış durumların rahatsızlık verecek büyüklüklere taşınması yoluyla foyası ortaya çıkarılan ve bu yolla kıyasıya eleştirilen yeni dünya anlayışı; Çekilir Dert Değil’de anlatılan karakterlerin arızalı hallerinin arka planını oluşturuyor adeta. Özge Calafato’nun derin mizah anlayışı ve keskin diliyle yarattığı karakterler günümüze eğlenceli ve bir o kadar eleştirel bir bakış sunuyor.
Su Eleştirmenleri ve Çekilir Dert Değil kitaplarının oluşum süreci, altKitap ekibi olarak editör-yazar-eser arasındaki ilişkiyi sorguladığımız bir çalışma oldu. Editoryal müdahale sadece redaksiyon aşamasında kalmayarak yazarın dramaturjik olarak sorgulandığı ve yazara eser hakkında farklı bir açılım sunmaya çalışan, tartışmaya açık bir pratik olarak benimsendi. Bu sürecin bundan sonraki kitaplarımızda bizim için model oluşturacak bir çalışma olduğuna inanıyoruz.
Hande Ortaç
Dresenkçe
Bir iş ilânı gördüm. Dolgun ücret veriyorlardı.
Bir pazarlama şirketinde çalışmak üzere
Dresenkçe bilen prezentabl eleman alınacaktır.
Telefon: 234 45 839
Aradım. Hayır, ilânda ücreti de belirtiyorlardı ama şimdi orasını yırttım. Aradım, bir bayan çıktı karşıma.
“Buyrun,” dedi.
“İlânı gördüm,” dedim.
“Adınız?” dedi.
Söyledim. Üç dakika konuştu konuşmadı benimle. Fonetik bir sesim vardır, aynı zamanda da prezentablım ama bayanı etkilemeyi başaramamıştım. Gazetede yazan ücret doğruydu, ne bir sıfır eksik ne bir sıfır fazla. Arada benden önce iş ilânıyla kaç kişinin ilgilendiğini de sorayım dedim. Hatırlamıyormuş. İnanmadım.
Mutlaka Dresenkçe bilinmesi gerekiyordu. Daha önce bu dilin adını hiç duymadığımı söyleyip de daha ilk telefondan puan kaybetmek istemedim. Ama canım da çok sıkılmıştı. Dresenkçe. Kulağa böyle sanki zor bir dilmiş gibi geliyor. Bu benim tahminim. Belki de kolaydır. Çinceden bilmemneceden daha zor olacak değil ya. Çinceyi de insan konuşuyor, Çinliler uzaylı mı? Hayır. ‘Rusçayla mı akraba acaba?’ dedim sonra. Belki de Germen dillerindendir. Karnıma bir ağrı saplandı. Nasıl olur da bilmezdim Dresenkçeyi?
Bilmemesi kesin olan birkaç kişiye sorayım dedim önce. Onlar bile biliyorsa o zaman utanırım. Komşuların kapılarını çaldım, Dresenkçe-Türkçe sözlüğünüz var mı diye. “Yok,” dediler. Yanlış soru sormuştum. Belki o dilin varlığını biliyorlardı da evde sözlük-leri yoktu. Yanlış soruyla birinci el kaynaklarımı harcamıştım.
Dolaşmaya çıkar gibi yaptım. Bakkal tanıdıktı. Anlattım, böyle böyle bir durum var.
“Valla hiç duymadım,” deyince bir sevindim. O sevinçle birkaç parça gıda ürünü aldım, bakkal da sevinsin.
Yine de bakkaldan çıkarken rastladığım ilkokul öğretmeni Hand’anım’a da sorayım dedim. Hem bir mevzu olur, yoksa hanımla ilişkimiz iyi günler düzeyinde kalacak.
“Hoca Hanım,” dedim, “Dresenkçe öğrenmek kolay mıdır?”
Şaşırdı, anlamadı. Ya da başka bir dille mi karıştırdı artık.
“Felemenkçe mi?”
“Hayır, Dresenkçe.”
“Hiç duymadım,” derken birden tavrının değiştiğini hissettim bana karşı. Şüpheciliğinden korktum. Demek dalga geçtiğimi sanmıştı. Daha beter etmiştim sorarak. İlân da yoktu ki yanımda; bundan sonra yanımda taşımalıydım.
Durumumu nasıl düzeltsem diye düşünürken Hand’anım gitmişti bile. Ama selamı kesebilirdi bile bundan sonra, o kadar sinirli.
En azından koca öğretmen bile bilmiyordu. Sevindim. Bir ben değilmişim cahil.
Eve dönüp ilk iş olarak ilânı buldum: Bir pazarlama şirketinde çalışmak üzere Dresenkçe bilen prezentabl eleman alınacaktır. Telefon: 234 45 839 (Ücreti yine söyleyemeyeceğim).
Bu işi istiyor muydum? İş nasıl bir işti? Kadın sordurtmamıştı ki. Kimlerle iş yapıyorlar? Dresenkçe neden lazımmış? Bunları öğrenmeli. Yoksa, sırf parası iyi diye yanlış işlere bulaşmayalım.
Bir daha aradım kadını. Çıkmadı, bir bant çıktı konuştu. Önce Türkçe sonra İngilizce konuştu. İki saat sonra bir daha aradım. Saat, işte olsun olsun dört. Yine bant çıktı.
Yalnız tam kapatıyordum bir şeyce başladı. Oydu kesin, Dresenkçeydi. İngilizcesinden sonra Dresenkçesini de koymuşlar: Santrale bağlanmak için sıfırı tuşlayının Dresenkçesini duyunca ne yalan söyleyeyim birden gözümden yaş geldi, o denli sevindim. Eski bir dosta sokakta rastlamış gibi oldum.
Bu dili konuşan birine tesadüf etmiştim; demek konuşulabilen bir dildi, konuşan biri vardı karşımda. Hem hiç bilmesem de ne dediğini bile anlamıştım. Sıfırı tuşlayın, diyordu.
Bu dili öğrenmenin tek yolu kadını bulmaktı. Yarın sabahtan arardım, durum böyle böyle; anlatırdım. Sıkıntım sanki biraz geçti. Oh, parayı düşündüm. Üç yıl çalışsam sonra ömür boyu yatsam yine yeter (böyle diyerek prensiplerimi bozup ücret hakkında tüyo vermiş gibi oldum galiba). Hatta hayatımı garantiye almak için beş-altı yıl çalışırım. Yaşasın.
Ertesi sabah sekizden itibaren düzenli olarak kadını aramaya başladım. Kadını değil tabii, şirketi. Bir türlü çalışmaya başlamıyorlardı. Ama beri yandan iyi diye düşündüm, demek ben de işe girdiğimde sabahın kör karanlığında büroya taşınmak zorunda kalmayacağım. Böyle küçük ipuçlarından yola çıkıp başka başka sonuçlara ulaşmayı çok seviyorum. Zihin jimnastiği oluyor.
Her neyse, sekiz on beş oldu, sekiz buçuk oldu, oldu da oldu. Açan maçan yok. Dedim bir çıkayım nefes alayım, yoksa telefonun başında içim daralacak. Hem de belli olmaz, teknolojik aletlerin yanında uzun süre kalmak sağlık açısından da sakıncalı denir.
“Est-ce que vous parlez dréssent?”
“Dréssent? Qu’est-ce que c’est?”
O da bilmiyordu. Fransız bir tanıdık. Dedim, o bilir böyle şeyleri, çok okur filan. Sigara içmeye çıkmıştım ya nefes alayım diye. O arada rastgeldim yolda. Fırsattan istifade sorayım dedim. Fakat yüzüme gözüme bulaştırdım ne yalan söyleyeyim. Yani benim Fransızca bilgim parlez-vous düzeyi ile sınırlıdır. En tabii kesköse filan, gerisini getiremedim. İyi günler dedim, çıktım. Aman zaten Türkçesi de vardır herhalde, yıllardır Türkiye’de yaşıyor. Benimki de iş.
“O zaman başka bir şeyler denemek lazım,” dedim, eve geldim. Üniversitelerde okutuluyor mu acaba? Önce bir araştırma yaptım. İnternette bir aradım. Ama Türkçe hiçbir kaynak yoktu. Tabii bu hep böyle kenarda kıyıda kalmış dillerin başına gelir. Ama ne yazıktır ki, İngilizcesini de bilmiyordum. Drecenk? Dresian? Dressss…
Üff..
Kızı da arıyorum arıyorum çıkmıyor.
Oldu dokuz buçuk. Dedim bir çay kahve bir şey yapayım. Sıkıntılar bastı ama bir yandan da parayı düşünüyorum. Önce buradan daha güzel bir eve çıkacağım. Oh, denize nazır. Kira mı? Ne kirası, düpedüz satın alırım (kusura bakmayın para konuşmaktan pek hazzetmem, o yüzden ücreti yine belirtemeyeceğim). Sonra bir plazma ekran, bir de en incelerinden cep telefonu. İçinde video özelliği de olacak. Sonra bir motosiklet alacağım. Kocaman siyah kovboy çizmesi de alıp öyle bineceğim.
Ben böyle kurdukça baktım giderek terliyorum. Bana yakışmayan şeyler bunlar. Kendime bir anlam veremez oldum. ‘Kendine gel,’ diyorum kendime ama dinleyen yok. Yani kendimi dinlemiyorum. ‘N’oluyor?’ diyorum kendime. Aynaya bakıyorum.
Sapkınlaştım, sürekli numarayı çeviriyorum. Avına yaklaşmaktan çekinen tilki gibi, yahut da işte ne bileyim kedi gibi, önce sadece şirketin Türkçe telesekreterini dinliyorum. Hemen kapatıyorum. Sonra İngilizceye kadar dinliyorum. Onu da kapatıyorum. Dresenkçeyi duymayı yüreğim kaldırmıyor. Bir heyecan basıyor, avuçlarım terliyor. Ne oluyor anlamıyorum.
Bir ara da şunu yaptım: Arıyorum, “Şir..” demeden kapıyorum (“Şirin Pazarlama’ya hoşgeldiniz, dahili numarayı…”nın “Şir”i). Sanki yok olacakmış gibi. Ama korkup korkup bir yandan da aramaktan kendimi alamıyorum.
Onu diyordum, hanfendiye bir türlü ulaşamıyorum. Bir kere ulaştık, sonrası sır.
Saat oldu on bir. Nereye kayboldu bu insanlar. Şüphelenmeye başladım. Hemen bir rehber kaptım, aradım. Adresi var mıymış? Evde ne kadar telefon rehberi varsa taradım, internete baktım. Sadece bir telefon ve adres buldum Şirin Pazarlama Şirketi adına. Ama adres çok alakasız. Herhalde taşınmadan önceki adres diyeceğim ama o da değil. Telefon aynı çünkü. Demek bir dizgi hatası filan var.
Böylece oldu saat bir. Ama benim içimde kurtlar. Böyle affedersiniz haşır haşır kaşınıyorum, hiç kaşınmam normalde. Tekrar çevirdim numarayı. Tak diye çıktı bayan bu sefer.
“İyi günler buyrun,” dedi. Keşke iki kelam etseydi Dresenkçe. Ama bu yaşa gelmiş biri olarak, ‘Dresenkçe bir şeyler söyler misiniz?’ diye sorsam eksi puan olurdu herhalde benim için. İmajımı zedelemek istemedim o kertede.
Ama asıl ne oldu? Dilim tutuldu, konuşamadım. Görüyor musun. O “Alo, alo,” diyor, ben ağzımı açıyorum, ses çıkmıyor. Olabilir mi böyle bir şey? Rezil rüsva oldum. Hayır, bir şey değil, arayan numarayı da görüyorlar. Hem iş başvurusu maksatlı ara, hem sesini çıkarama. Demezler mi ki, dalga mı geçiyor bizimle diye. Ben olsam, derdim. Ben kendimi biliyorum ama bu tip bir durum karşısında, insanın çok kontrollü olması gerekiyor.
Neyse böyle “Alo, alo,” dedi kapattı haliyle. Hemen gittim bir elimi yüzümü yıkadım. Su içtim, televizyonu açtım ama nasıl yüzüm yanıyor anlatamam. Nasıl bir fırsatı göz göre göre kaçırmak üzeresin, diyorum kendime. Nasıl kızıyorum, kendi kendimin kulağından çektim, yemin ederim. Kendimi nasıl cezalandıracağımı bilemiyorum. Ağzımı açıyorum ses yok. Aaaa, aaaa. Yok da yok. Şoke oldum herhalde. Sabahtan beri ara, bir kereye mahsus çıksın, konuşama. Böyle bir şeyi ne gördüm ne işittim. Ama geleceği varsa geliyormuş işte başa.
Neyse su içtim, bir şeyler yedim; bir saate sesim yerine geldi. Ama kalbim küt küt. Allah’tan bu sefer akıl edip cep telefonumu gizli numaraya aldım ki kimin aradığı anlaşılmasın.
Aradım. Açılmıyor. Yine bant. Ay kendime bir tokat atacağım, her tarafım şişsin. Gördün mü yaptığın salaklığı. Kaçırdın fırsatı, bitti. Aramaya devam ettim. Böyle dörde kadar sürekli numarayı çeviriyorum. Telesekreter çıkar çıkmaz kapatıyorum. Aç kapa aç kapa bir şey değil, telefonu da bozacağım. Para kazanayım derken, evdeki işler aletten olacağım. Neyse kendini toparla dedim kendi kendime. Gittim bir duşa girdim sıcak sıcak. Rahatladım. Ama inanır mısınız, duşta bile rahat yok. Kafam sürekli numarada. Ezberledim de. 234 45 839. 234 45 839. Üstelik ben kimsenin numarasını ezberleyemeyen bir insanımdır. Annemlerin numarasını, ablamı, sucuyu, tüpçüyü, Gül’ü, Gencay’ı, Necla’yı (kuzenlerim olurlar) bile bilmem bunca senedir numarası kaçtır.
Neyse bir hamle kurulandım, yine oturdum başına telefonun. Ama düşürmeyen Allah düşürmüyor. Oldu mu beş. E zaten mesai bitmiştir. Yarına kaldı, derken içime bir kurt düştü. Dedim ister misin şimdi çıksın. Madem işe geç geliyorlar. Belki… Tabii ya! Her şey birden aydınlanıverdi. Dresenkçe artık nerenin diliyse ona göre işe başlıyorlardır, ülkenin zaman farkına göre. Bak bu da oldu, ben zaten geç yatan bir insanım, geç saate kadar çalışmak da bana uygun. Hem bir artı puan. Bayanlara, ailesi olanlara karşı. Oh, oh, şansım çok yükselmişti birden; çok ferahladım.
Neyse, altıncı his denilen şeye ben inanmazdım ama ablam öyle şeylere çok meraklıdır. Demek bir bildiği varmış. Ben kadın işi der geçerdim. Ama çıktı mı bayan, oysa olmuş saat altı!
Sesim de yerinde. Hatta özel bir ton takındım böyle, özgüvenli, maskülen. Sanki bıyığım varmış gibi. Yoksa bıraktığımdan değil.
Neyse hanımefendi açtılar o nazik sesleriyle. “İş başvurusunda bulunmak istiyorum,” çıkıverdi ağzımdan. Özgüvene bak.
“Hayhay,” dedi kadın. “Yarın sabah dokuza yazıyorum.”
Aa. “Ama, dedim, Dresenkçe bilmiyorum.”
“Sorun değil o, biz zaten o konuda eğitim veriyoruz elemanlarımıza. Gelin bir görüşelim. Adınız?”
Bu kadar mıymış? Hakikaten eleman sıkıntısı çekiyorlar galiba. Bu durgun piyasada. Çok garip. Neyse Türkiye’de Dresenkçeyi kim bilebilir ki zaten. Esamesi okunmayan bir dil. Ama bende bir heyecan, sanki sünnete gidiyorum. Adresi yazarken elim nasıl titredi nasıl titredi. Daha yazarken yarın ne giysem diye düşünmeye başladım. Mavi mi, siyah mı? Yoksa beyaz bir takımım var ama çok mu frapan kaçar o? Düğüne filan gidiyoruz öyle de. İş görüşmesine bilmem ki.
Neyse telefonu kapattım. Kapattım ama yerimde duramıyorum. Bir daha telefon açasım var. Bir boşluk oluştu hayatımda birden. Bir anlam kaybı yaşadım. Sanki birden her şey çözülüvermişti. Amacıma ulaşmıştım. Sonra, ‘Toparlan,’ dedim kendi kendime. Bir görüşme alt tarafı. Herhalde ne kadar biçareler ki bak sormadan etmeden hemen randevu veriverdiler. Acaba ses tonumun etkisi olmuş olabilir mi? Bence olmuştur, çünkü bir önceki işimde de görüşme boyunca aynı ses tonunu takınmıştım ve işe alınmıştım. Belki böyle maskülen tonlar iş hayatında tercih ediliyordur.
İnternette arıyorum da arıyorum. Dresenk, dreseen, dresenc, dresenque, dresenques, dresenq, drasank, dresenkish, dressenkisch, dressenisch, dresenqois, dresenese. Artık ne olursa, bütün gece aradım. Böyle bir dil yok kardeşim. Ay nasıl olmaz. Bu internetin bana bir oyunu mudur? Bütün girdilere bakıyorum. Google arama motoru ‘Dresden mi demek istediniz?’ diye soruyor. Ne Dresden’i? ‘Dresenk, diyorum,’ diyorum. Diyor ki: ‘Dresen mi demek istediniz?’ Öyle bir rejisör varmış meğer. Ben filme de meraklı bir insanımdır, böyle genel kültürü artırıcı bilgiler edinmeyi her zaman sevmişimdir ama işin dozunu da kaçırmamak lazım. Öğrendiğime öğreneceğime pişman oldum. İstesem de unutamam böyle bilgileri çünkü.
Bir tanesinde de dedi ki Google, ‘Dersane mi demek istediniz?’ Hiç güleceğim yoktu. Bu internet bazen beni çok güldürür. Neyse gülmüş oldum hiç yoktan.
Utana sıkıla ablama açtım telefon. Telefon numaralarını bilmememden anlamışsınızdır, biz çok sıkı fıkı bir aile değiliz. Bayramlarda filan işte. Bunu nereye bağlıyorum, ablam şaşırdı gece gece. Bir şey oldu zannetti. Hemen yatıştırdım ama. Bu tarz yatıştırmalar için de özel bir ses tonum vardır. Çok etkili.
“Abla.”
“Ne oldu?”
Sesimi yine kaybedeceğim sandım. Ablam çok anlayışlı bir insandır ama ne de olsa evli barklı bir büyüğüm. Karşısında aptal konumuna düşmek istemiyorum.
“Abla,” dedim, anlattım böyle böyle.
“Ne Dresenk’i ayol,” dedi. “Yanlış yazılmıştır o,” dedi. Duymamış hiç. Nerden duyacak. Küçümsemek istemiyorum ama kültürlülük konularında ben ablamdan daha geniş bir bilgiye sahibim. Yani o Fransız Bey bile bilmezken. Neyse, ablamı niye aradım ki zaten?
“Canım, bilerek yazmışlardır öyle, sınamak için, çok başvuru alıyorlardır da, taktiktir,” diye ağız değiştirdi sonra. Önce burnumu büktüm. Yalnız sonra, doğru olabilir, diye düşündüm. Yoksa sekreter hanım neden gitsin desin, ‘Bilmeseniz de olur,’ diye.
Eh, abla abladır. Yine de içimi rahatlattı işte. Televizyonu açtım. Ne giyeceğimi düşüne düşüne izlemeye başladım. Bir yandan da fıstık yiyorum çifte kavrulmuş.
Ertesi sabah bir zıplamışım yataktan. Ter içinde kalktım. Ay leş gibi de kokuyorum ki hiç kokmam. Olmuş saat sekiz. Taksiye binmeyecektim ama çare kalmadı. Hadi, dedim o zaman yıkanayım. Gece televizyon izlerken de karar vermiştim, siyahlarımı giyeyim diye. Onları da hazırladım. Çıktım.
Adres elimde. Ama o ne el. Zangır zangır. Taksi şoförü bile fark etti. “Abi, bir duralım su iç istersen,” dedi, düşünün heyecanımı.
“Yok,” dedim, “Geç kalmayalım.”
Adresin tamamını vermeyeceğim burada; ama yer Çeşmecibaşı mevkii. Semte yaklaştıkça beni kurdeşenler basıyor. Saat olmuş sekiz elli dört. Geç kalacağım bir şey değil. Şoföre dedim, parası neyse veririm, yeter ki yetiştir. Süratlendi, hadi geldik sokağa.
Buldum. Numara filanca, kat falanca. Hafif solgun kiremit renkli, devasa bir apartman. On beş katlı belki. Herhalde yirmi yıllık filan. Adres de tam. Kapıda da tabela var. Şirin Pazarlama yazıyor. Tamam dedim, saat de dokuzu bir filan geçiyor, o kadar olur. Bir de bizde memur usulü, saatler hep beş dakika ileri kurulur. Yani aslında geç de kalmadım.
Taksiciye verdim fazlasıyla. O gitti. Çiçeği burnunda damat gibiyim. Nasıl bir kalp atması. Kendime inanamıyorum. Çaldım. Otomata bastı biri, apartmanın dış kapısı açıldı. Asansör var ama pek gözüm kesmedi. Kapalı yerde kalma korkusu vardır bende. Asansörlere binemem. Bir de sık sık elektrikler kesiliyor biliyorsunuz, ya içinde kalır da boğulur ölürsem bu genç yaşta gibi, düşünüp imtina ederim hep.
Çıktım merdivenlerden. Kata. Çalıyorum açan yok. Herhalde, abartmıyorum bir on kere çaldım. Diyeceksiniz ki, ayıp o kadar üst üste, bekleseydin ya. Özür dilerim ama hakikaten o kendine güvenen insanın yerini başkası almıştı yani. Ne oluyor, merak içindeyim. Sonra şöyle bir şey akıl ettim ki, bu da daha da ilginç bir olaya sahne oldu. Dedim telefonu bir çaldırayım. Belki kapı zili bozuktur, bana çalıyor gibi geliyordur ama çalmıyordur vesaire. Çok işkillendirici bir durum ama. Sinirlendiriyor da. Neyse aramaya başladım. İnanın, telefon çalıyor. Kulak kabarttım. Çalıyor, içeriden duyuyorum çaldığını! Siz buna bir anlam verebiliyor musunuz, akıllara ziyan. Çalıyor, çalıyor, o üç dilli telesekreter çıkıyor. İçeriden basbayağı duyuyorum. Dart dart çalıyor. Sonra birden şimşekler çaktı. Heyecan içinde önümü görmez olmuşum, bir çevirdim kafamı, apartman bomboş. Asansör zaten çalışmıyor. Kapısını örümcekler bağlamış. Ne oluyor. Neden geldim buraya? Bir daralma hissettim. Kapının deliğinden bakmak geldi aklıma sonra. İçerisi tamamen karanlık. Karşı daireye yaklaştım. Ne bir tabela, ne bir zil. Sonra… Kapı açıkmış, yaklaşır yaklaşmaz açılıverdi! Her yer birden karardı, göz gözü görmüyor. Bir de gıcırtı…