Ernest Hemingway ile ilk karısı Hadley’in, başta Paris olmak üzere çeşitli kentlerde geçen günlerinin aşk ve ihanetle örülü sarsıcı romanı…
Dünya, Caz Çağı’nı yaşamaktadır. Kızıl saçlı piyanist kız ile savaş gazisi genç ve yakışıklı gazeteci Şıkago’da bir dost evindeki partide tanışır. 29’undaki Hadley. yazma hırsıyla yanıp tutuşan kendinden sekiz yaş küçük Hemingway’le 1921‘de evlenir.
O sıralar sanat ve edebiyatın kalbi Paris’te atmaktadır. Genç Hemingway. yazar dostu Sherwood Anderson’un yönlendirmesiyle geleceğini eşiyle birlikte Paris’te aramaya karar verir. Paris günlerinde önceleri parasızlık onları epeyce zorlar ama zamanla entelektüel çevrenin bir parçası olurlar. Paris’i mekân tutmuş pek çok Amerikalı yazar ve sanatçıyla tanışır. Gertrude Stein. Scott Fitzgerald. Ezra Pound gibi ünlü isimlerle derin dostluk kurarlar.
Bu arada kadınlar, Paris boheminin Sol Yaka yazarı Ernest’in peşinden koşmaya başlamıştır. Kendi halinde klasik bir eş olan Hadley, özgür yaşayan, özgür düşünen. Chanel kostümlü, şık ve çılgın zamane kızlarıyla nasıl başa çıkacaktır? Ernest’i engellemek de zordur. Uçlarda gezinen çılgın ruhuyla savaştan kalma ölüm korkusunu bastırmak için yaşama meydan okuyan genç adam, serüvenler kadar aşka da tutkundur.
Bu durumda Hadley’i. yaşanacak büyük bir kadınlar savaşı beklemektedir. Sonunda kazanmak da vardır, kaybetmek de…
***
Önemli olan, Fransa’nın sana ne verdiği değil, senden neyi almadığıydı.
GERTRUDE STEIN
Tek bir gerçek yoktur. Hepsi gerçektir.
ERNEST HEMINGWAY
BAŞLARKEN
Çok arayıp durdum ama sonunda Paris’in derdine bir çare olmadığını kabullenmek zorunda kaldım. Biraz da savaş yüzündendi bu. Dünya bir kez kıyameti yaşamıştı ve aynısı her an tekrarlanabilirdi. Herkes olamaz derken savaş patlayıp hepimizi altüst etmişti. Kaç kişinin öldüğünü bilen yoktu, ama sayıları duyduğunuzda -yok dokuz milyon, yok on dört milyon- Daha neler, diye düşünüyordunuz. Paris hortlak ve canlı cenaze kaynıyordu. İçlerinden asla söküp atamayacakları bir boşlukla, savaşa tanıklıklarının parçacıklarını dizkapaklarının arkasında taşıyarak Rouen’e ya da İllinois’un Oak Park banliyösüne dönen çok kişi vardı. Sedyelerde ceset taşımışlar, bunu yapmak için başka cesetleri çiğnemek zorunda kalmışlardı. Hatta kendileri de sinek kaynayan ağır aksak trenlerde, ‘memleketteki sevgilime söyleyin, beni unutmasın’ diyen dalgalı bir ses eşliğinde, sedyelerde taşınmışlardı.
Artık bildik anlamda sılaya dönüş yoktu ve bu da Paris’in bir parçasıydı. Neye mal olursa olsun içmenin, yanlış insanlarla konuşup öpüşmenin önünü alamıyorduk. Kimimiz ölmüşlerin yüzlerini görmüştü ve onlarla ilgili herhangi bir şeyi hatırlamamaya çalışıyordu. Ernest de bunlardan biriydi. Savaşta bir an ölümü tattığını sık sık anlatırdı; ruhu ipek bir mendil gibi bedeninden süzülüp çıkmış, havada göğsünün üstünde durmuş, sonra da çağrılmadan geri dönmüştü. ‘Acaba onun için yazmak, ruhunun yerinde olup olmadığını öğrenmenin bir yolu mudur?’ diye merak etliğim çok olurdu. Başkalarına olmasa da kendine, nelere tanıklık ettiğini, ne korkunç duygulara kapıldığını ama her şeye karşın yaşadığını anlatmanın bir yolu… Ölmüş olmakla birlikte artık cansız olmadığını söylemenin bir yolu.
Paris deyince en hoşuma giden şeylerden biri, ayrıldıktan sonra oraya geri dönmüş olmamızdı. 1923’te Toronto ya gitmiş, orada oğlumuz Bumby’i kollarımıza almıştık. Döndüğümüzde her şey yerli yerinde olmakla birlikte daha artmıştı sanki. Paris pis ve muhteşemdi. Etraf fare, atkestanesi tomurcukları ve şiir kaynıyordu. Bebekle birlikte ihtiyaçlarımız ikiye katlanmış gibiydi ama elimize geçen azalmıştı. Pound’un yardımıyla, Lüksemburg Bahçeleri yakınında, kıvrılan daracık bir sokakta, beyaz kagir bir binanın ikinci katında bir daire bulmuştuk. Evde sıcak su, küvet ve elektrik yoktu. Ne var ki biz daha beter yerlerde de yaşamıştık. Hem de bu yakın zaman önceydi. Avluya bakan bıçkıhaneden sabah yediden akşamüstü beşe kadar durmaksızın vızıltılar yükseliyordu. Ortalıkta hep taze kesilmiş kereste kokusu vardı. Talaş tozu pencere pervazlarından, kapı kasalarından içeri sızıyor, giysilerimizin içine işleyip bizi öksürtüyordu. Evde, üst kattaki küçük odadan Ernest’in Corona marka daktilosunun düzenli tıkırtısı duyuluyordu. Hikâye yazıyordu. Daima yazacak bir hikâyesi ya da denemesi olurdu ama bu arada yazın başlamış olduğu, Pamplona’daki şenliği anlatan yeni bir roman üstünde de çalışıyordu.
O sıralar yazdıklarını okumuyordum ama duygularına güveniyor, günlük temposunu beğeniyordum. Sabahları erkenden uyanır ve giyinir sonra odasına gider ve günlük çalışmasına başlardı. Eğer orada ilham gelmemişse, defterlerini, uçları sipsivri açılmış kurşun kalemlerini toparlar, en sevdiği mermer masada bir kafe krem içmek için Closerie des Lilas’a yürürdü. Ben de Bumby ile baş başa kahvaltı ettikten sonra giyinip ya yürüyüşe çıkar, ya da arkadaşlarımla buluşurdum. Akşamüstü eve döndüğümde, eğer günü iyi geçmişse Ernest’i önünde buz gibi bir Sauternes ya da konyak ve maden sodasıyla masaya oturmuş, havadan sudan konuşmaya hazır bulurdum. Bazen Bumby’i ev sahibemiz Madam Chautard’a bırakır, Select, Döme veya Deux Magotsgibi kafelerden birinde bir tabak tombul istiridyenin başına çöküp derin sohbetlere dalardık.
O günlerde etraf enteresan insanlarla dolup taşıyordu. Montparnasse’ın kafeleri, soluk alıp verir gibi, Fransız ressamları, Rus dansçıları ve Amerikalı yazarları üst üste buyur edip uğurluyordu. Geceleri Saint-Germain’den Grands Augustins Sokağı’ndaki atölyesine yürüyen Picasso’ya rastlamanız işten bile değildi. Hep aynı yoldan gider gelir, daima herkesi ve her şeyi sessizce incelerdi. O sıra Paris sokaklarını arşınlayan herkes kendinin ressam olduğu hissine kapılabilirdi, çünkü etraftaki ışık kadar, binaların yanı başındaki gölgeler, kalbinizi kırmak ister gibi duran köprüler ve sigara içen, başlarını arkaya atarak gülen, ChanePin daracık, düz siyah elbiselerine bürünmüş heykel güzelliğinde kadınlar da içinizde bu duyguyu uyandırırdı. Biz ikimiz herhangi bir kafeden içeri girip onun şahane karmaşasına dalabilir, Pernod ya da St. James romu ısmarlayarak çakırkeyif olup orada bir arada bulunmanın hazztna varabilirdik.
Cafe Select’te körkütük sarhoş olduğumuz bir gece Don Stewart “Bak ne diyeceğim,” demişti. “Hem’le paylaştığınız, mükemmel bir şey… Yok, yok…” Dili dolaşıyordu. Yüzünden aşırı duygulandığı belliydi. “Tapılası bir şey. Asıl söylemek istediğim buydu.”
“Sağ ol Don. Sen de iyi birisin, inan bana.” Ağlayacağından korkup hafifçe omzunu sıktım. Don mizahçıydı ve herkes mizah yazarlarının aslında çok ciddi insanlar olduklarını bilirdi. Henüz evlenmemişti ama ufukta ihtimaller vardı ve Don için evliliğin zarafetle, doğru bir biçimde yürütülebileceğini görmek çok önemliydi.
O zamanlar evlilik kurumuna pek inanan yoktu. Evlenmek, geleceğe hatla geçmişe inanç duyduğunu/, tarih, gelenek ve umudun birbirine sarılarak sizi ayakta tutabileceğine inandığınız anlamına geliyordu. Ama savaş patlamış, bütün iyi genç adamlarla birlikte inancımızı da çalmıştı. Sonsuzluk ne kelime; yarını bile düşünmeden, gözü kapalı dalabileceğimiz bir tek bugünümüz vardı. Düşünmemek için denizler dolusu alkol, bütün o bildik namussuzluklar ve kendimizi asabileceğimiz bolca ip mevcuttu. Ama sayıları az da olsa sonunda aramızdan birileri evlilikte şanslarım denemişti. Ve ben, kutsal demesem de, paylaştığımızın az bulunur ve sahici olduğunu, birlikte kurup her gün üstüne bir taş daha koyduğumuz evliliğin içinde güvende olduğumuzu hissediyordum.
Bu bir dedeklif romanı değil; pek öyle niteleyemeyiz. Ortaya çıkıp her şeyi mahvedecek olan kıza dikkat edin demek istemiyorum ama o, muhteşem sincap kürkü ve şık ayakkabılarıyla çoktan yola düzülmüş bile. Biçimli başına iyice yapıştırılmış, alagarson kesimli ipeksi kumral saçlarıyla mutfağımda güzel bir su samuru gibi duracak. O her dem hazır gülüşü… O akıcı,aklı başında konuşmaları… Buna karşılık yatak odasında, saçı sakalına karışmış, bakımsız bir F.rnest, despot bir kral gibi yatağa uzanmış, kıza metelik vermeden kitabını okuyor olacak. En azından önceleri… Çaydanlık ocakta fokurdarken, ben ikimizin yüzyıl önce St. Louis’de tanıdığı bir kızın hikâyesini anlatacağım. Biz çabucak kırk yıllık dost gibi oluverirken, avlunun karşısındaki bıçkıhanede köpeğin biri havlamaya başlayacak, sürekli havlayacak ve ne yaparsanız yapın susmak bilmeyecek.
PARİS’TEKİ EŞ
Paris’teki Eş yaşanmış olaylardan yola çıkılarak yazılmış bir romandır. Bilinen gerçek kişiler, olaylar ve yerler dışında metindeki bütün isimler, karakterler, mekânlar ve olaylar hayalidir. Gerçek olaylar, mekânlar ya da kişilerle olan benzerlikler bütünüyle rastlantıdır.
BÎR
İlk yaptığı, beni o şahane kahverengi gözleriyle yerime mıhlayıp konuşmaya başlamak oluyor: “İçmekten muhakeme yeteneğimi kaybetmiş olabilirim ama bana kalırsa sende iş var.”
1920 yılının ekim ayındayız. Caz almış yürümüş. Ben cazdan anlamam; bu yüzden Rahmaninof çalıyorum. Canım arkadaşım Kate Smith’in gevşemem için gırtlağımdan aşağı boşalttığı sert elma şarabı yüzünden yanaklarımı al basmış. Saniye saniye sarhoş oluyorum. Olay önce ılıcık olup gevşeyen parmaklarımdan başlıyor. Sonra sinirlerim boyunca ilerleyip bedenimin içinde turluyor. Bir yıldır, annemin ciddi hastalığından bu yana kata}! bulduğum yoktu. Sarhoşluğun o kendine özgü bozbulanık eldiveniyle gelip rahatça ve keyifle beynimin üstüne çöküşümü özlemişim. Düşünmek de, hissetmek de istemiyorum. Bunları yapmak, dizimin birkaç santim ötesinde duran şu yakışıklı oğlanın dizi kadar kolaysa, orasını bilemem.
Diz tek başına da idare ederdi ama ona bağlı, sırım gibi, uzun boylu koskoca bir adam var. Simsiyah, gür saçlı biri. Sol yanağında öyle derin bir gamzesi var ki içine düşmeniz işten bile değil. Dostları ona Hemingstein, Oinbones, Kuş, Nesto, Wemedge diyor, o anda orada akıllarına ne gelirse öyle hitap ediyorlar. O, Katc’e Başbelası ya da Butstein diyor. Bu kibarca bir niteleme değil tabii. Bir başkasına Ateş Parçası, öbürüne Azmış, bir diğerine Koca Boynuzlu Şey adını takmış. Bütün milleti tanıyor olmalı. Herkesin aynı şaka ve hikâyeleri bildiği belli. Büyük bir hazırcevaplıkla ve şimşek hızıyla karşılıklı şifreli espriler çakıştırıp duruyorlar. Ben ipin ucunu kaçırmışım ama pek umurumda değil. Bu mutlu yabancıların yanında, onların neşeleri olanca yoğunluğuyla bana da geçiyor.
Kate mutfak dolaylarından çıkıp geldiğinde oğlan çenesiyle beni gösterip “Yeni arkadaşımıza ne isim takalım?” diye soruyor.
“Hash,” diyor Kate.
“Hashedad daha iyi,” diyor delikanlı. “Hasovitch.”
“Kuş dedikleri sen misin?” diye soruyorum.
“Wem,” diyor Kate.
“Ben neden kimsenin dans etmediğini merak eden kişiyim.” Olanca çekiciliğiyle gülümsüyor. Kate’in erkek kardeşi Kenley göz açıp kapayıncaya kadar salonun halısını bir yana tekmelemiş ve Victrola’nın başına geçmiş bile. Kendimizi ortaya atıyor, dans ederek bir yığın plağın eşliğinde dönüp duruyoruz. Oğlan anadan doğma dansçı olmasa da kolu bacağı rahat oynuyor. O bedenin içinde olmaktan memnunluk duyduğu belli. Karşımda pek de utangaç davranmıyor. Terlemiş ellerimiz bir anda birbirine kenetleniveriyor. Yüzlerimiz o kadar yakın ki, onun nasıl yandığını hissedebiliyorum. O ara adının Ernest olduğunu söylüyor nihayet.
“Ama değiştirmeyi düşünüyorum. Ernest ismi o kadar tatsız ki. Hele Hemingway… Kim Hemingway gibi bir isim ister?”
‘Burasıyla Michigan Caddesi arasında rastlayacağın her kız,’ diye düşünüp kızarmamak için gözlerimi yere indiriyorum. Başımı kaldırdığımda, kahverengi gözlerini bana dikmiş bakıyor.
“Eee, ne diyorsun? Sence atayım mı bu ismi?”
“Ben hemen yapma derim.”
O sırada slow çalmaya başlıyor. Delikanlı izin bile istemeden beni belimden kavrayıp kendine çekiyor. Bedeni yakından daha da iyi. Göğsü taş gibi. Kollan da öyle. Beni salonun çevresinde döndürürken gevşekçe kollarından tutuyorum. Neşeyle Victrola’nın kolunu çeviren Kenley’in, bizi merakla, uzun uzun süzen Kate’in yanından geçiyoruz. Gözlerimi kapatıp Ernest’e yaslanıyorum. Burbon viski ve sabun, tütün ve nemli keten kokuyor. Bu ana ilişkin her şey o denli vurucu ve güzel ki, karakterimin dışına çıkıyor ve kendimi akışa bırakıyorum.