…Tevhide pembe gelinliğinin içinde, başında altın liralarla gelin odasına girdi. Bir müddet çevresine bakındı. “Gerdek gecem böyle mi olmalıydı?” diyerek gelinliğini çıkartıp sedirin üstüne attı. Sonra Rahmi’nin askeri rüştiyede çekilmiş resmini eline alıp, dudaklarına götürdü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ne kadar zaman ağladığını bilmiyordu. Ayağa kalktı.Uzun, kapalı bir gecelik giyip gaz lambasını kısmak için elinde aldı. Birden oda kapısı açıldı. Tevhide korku ile döndü, gaz lambası elinde yere yığıldı. Rahmi Bey, siyah bir çarşaf içerisinde karşısındaydı. Çarşafı aceleyle çıkardı. Devrilen lambayı alıp konsolun üzerine bıraktı. Tevhide’yi yatağın üzerine yatırdı. Kolonyayla elini yüzünü ovaladı. Bir taraftan da söyleniyordu:
“Hadi sevgilim, hadi uyan. Ne büyük tehlikelere atılıp da geldim biliyor musun?”
Farklı ve sert kişiliği, olaylar karşısındaki ödünsüz tavrı ve yaşadığı birbirinden ilginç olaylarla gerçekten de fırtınalı bir hayat sürmüştür Rahmi Bey. Bu çelik gibi görüntüsünün ardındaysa, yüreğini dağlayan büyük bir aşk gizlidir. Arkadaşının ona emaneti olan Iraz’a karşı duyduğu bu tutkulu aşk, bir türlü vazgeçemediği Tevhide’nin içini saran yakınlığıyla daha da karmaşık bir hal alır. Bir de bunlara haksızlığa karşı sessiz kalamayan yapısı eklenince, başı hiç dertten kurtulamaz Rahmi Bey’in..
Naşide Gökbudak’ın kaleminden “Rahmi Bey”, sizi El Aziz’in büyülü topraklarında unutulmaz bir gezintiye davet ediyor.
***
Birinci Bölüm
Hacı Hafız Ağa’nın konağı o gün bambaşka hareketliydi. Telaş vardı. Yüzlerde korku, ümit ve endişe vardı. Her şeyden çok da koşuşma vardı. Evin büyük oğlu Mustafa Efendi’nin soylu, güzel ve narin eşi Hayriye Hanım üç gündür doğum sancısı çekiyordu. Evleneli beş yıl olduğu halde, Hacı Hafız Ağa konağına geleceğin ağasını verememişti. Bir – iki doğum ve çokça düşük yaşamıştı. Bu konuda köy halkı arasında dolaşan bazen komik bazen ürpertici hikâyeler de vardı. Mesela Hayriye Hanım’ın bundan evvel bir yılan doğurduğu ve bu yılanın hemen yok edildiği gibi. Böyle bir olay tabii ki yaşanmamıştı. Ama halkın hiç değilse küçük bir kısmı, bu hikâyelere inanacak kadar saftı, eğitimsizdi. Bu tip dedikodular konağa kadar geliyor ve Hayriye Hanım’ın çok üzülmesine, köylü ile arasına mesafe koymasına sebep oluyordu. İçten içe ağalara kızan köy halkı ise bu tip davranışları, duyduğu kine ve hırsa ekliyordu. Hayriye Hanım, bu hamilelik süresini büyük bir itina göstererek ve gösterilerek tamamlamıştı. Köyün ebesinin yanında, şehirden de bir ebe getirilmiş, her türlü hazırlık itina ile yapılmış, o devirde yapılması mümkün olan her yol denenmişti. Ne yazık ki doğum bir türlü gerçekleşemiyordu. Hacı Hafız Ağa’nın eşi Mürüvvet Hanım gelininin sancı çektiği odanın önünde küçük bir sedirin üzerinde oturmuş, elinde tespihi ile durmadan dua okuyordu. Hacı Hafız Ağa Hacı Hamit Ağalar’ın selamlık kısmında köyün eşrafı ile sohbet ediyordu. Ama o da içten içe bir müjdecinin yolunu gözetliyordu. Reşat altını mintanının cebinde hazır duruyordu iki gündür. Hacı Hafız Ağa ile evden uzaklaşan baba adayı Mustafa Efendi ise bu gün hoş karşılanmayacağını bile bile, konaktan uzaklaşamamış, karısının kurtulması ve kendisine bir erkek evlat vermesi için anası Mürüvvet Hanımın yolunu seçerek, bildiği bütün duaları okumaya başlamıştı. Şüphesiz bu işi içinden yapıyor, çevresine endişesini belli etmemeye çalışıyordu. Bunu pek başardığı söylenemezdi. Zira Mustafa Efendi halim selim, duygusal ve çok insancıl bir yaradılışa sahipti. Bütün bu hasletlerinden ve de Mısır sarayında gördüğü tahsil ve terbiyeden dolayıdır ki başarılı, sert mizaçlı, hükmedebilen bir köy Ağası tipine asla uyum sağlayamıyordu. Hacı Hafız Ağa, oğlunun bu yönünü çoktan keşfetmiş ve bu büyük arazinin nasıl idare edileceği yolunda endişelenmeye başlamıştı. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki köy ağalarının hep ihtiyaç duyduğu erkek evlada Hacı Hafız Ağa çok daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Ve kendi tabiri ile, gözü pek, “erkek gibi erkek” bir torun hayal ediyordu.
Hafife kız doğum odasından telaşla çıktı. Mürüvvet Hanım’ın yanına kadar geldi. Yüzünde endişe vardı.
“Büyük Hanım! Büyük Hanım! Çağa göründü ama ters geliy. Bir ayağını aha böle bükmüş. Tek ayağını diz kapağına doğru kıvırdı. Ebe temiz bir çarşaf istedi. Çocuğun çene kemiğinden tutup çekecekmiş.”
Mürüvvet Hanım şaşkın.
“Götür öyleyse, durma! Yüklüğün içinde! Yerini sen bilirsin.” dedi. Ayağa kalktı, doğum odasına doğru yürürken, birden döndü. Gelinini bu durumda ürkütmemeli idi. Sonra çocuk geri gidebilirdi. “Bu doğumun sağ salim olması artık çok zor. Bebeği sağ salim çıkarmaları imkânsız. Bari Hayriye kurtulsa!” diye düşündü. Yine köşesine oturup, dua etmeye başladı. On – on beş dakika sonra, içeriden gür bir bebek sesi duyuldu. Mürüvvet Hanım birdenbire ayağa fırladı. Artık gelinin ürkmesini falan düşünecek halde değildi. Doğruca odaya koştu. Şehirli ebe bebeği ayaklarından tutmuş, baş aşağı sarkıtmıştı. Uzun boylu bir bebekti. Büyük Hanım bebeğin sırtını görebiliyordu. Ebe Gülüş gülerek bağırdı:
“Büyük Hanım, nur topu gibi, uzun boylu erkek bir torununuz oldu. Gözünüz aydın!” Şehirli ebe bebeği Mürüvvet Hanım’a doğru döndürdü. Büyük Hanım:
“Yani şimdi, her tarafı sapasağlam öyle mi?”
Odadakiler hep bir ağızdan:
“Çok şükür!” dediler. Hayriye Hanım çok bitkin, yarı baygın bir halde idi. Galiba olanların farkında değildi. Büyük Hanım acele ile, evin çevresini boydan boya dönen balkonu koşar adımlarla yürüdü. Akşam vakti idi. Büyük baş hayvanların sesleri geliyordu. Konağın büyük kapısı açılmıştı. Nahırın eve dönme zamanı idi. Camızlar ve inekler bir bir kapıdan giriyordu. Mustafa’nın yanına yaklaştı.
“Mustafa, nur topu gibi bir oğlun oldu, maşallah!” Mustafa söyleneni anlamamış gibi bir müddet anasının yüzüne baktı.
“Ana ne dedin?” Hayriye Hanım, oğlunun yüzüne doğru eğildi. Biraz daha yüksek bir sesle:
“Bir oğlun oldu. Sapasağlam, uzun boylu bir erkek.”
Mustafa Efendi ellerini kaldırdı.
“Çok şükür ya rabbim! Çok şükür!” dedi ve anasına soran gözlerle baktı. Mürüvvet Hanım anlamıştı.
“Anası da iyi. Tabii çok yorgun ve bitkin. Düzelmesi zaman alacak. Ama sağlıklı. Ben hemen Hüseyin’i Hacı Hafız Ağa’ya göndereyim.”
Hacı Hafız Ağa kapıyı gözetlemekten yorulmuştu. Yine akşam olmuş, akşam namazı için camiye gitme zamanı gelmişti. Ne yazık ki evden bir haber alamamıştı. Birden Hüseyin’i karşısında görünce,
“Kötü bir şey yok değil mi?” dedi.
“Hayır ağam, kötü bir şey yok.” Hüseyin öylece duruyordu. Hacı Hafız Ağa sinirlenmeye başlamıştı ki Hacı Emin Efendi söze karıştı.
“Hacı Ağa, uşağın müjdesini ver.” Hacı Hafız Ağa uzun bir “Haa!” çektikten sonra, cebindeki Reşat altınını Hüseyin’in avucuna koydu. Hüseyin daha bir şevkle konuşmaya başladı.
“Bir oğlan çocuk, uzun boylu ve yakışıklı.” Hacı Hamit Ağa güldü.
“Ulan kel, daha on dakikalık bebeğin yakışıklılığı mı olurmuş!” Hüseyin kızdı hem sözüne inanmadıkları için, hem de yüzüne karşı “kel” dedikleri için. Gerçi lakabının Kel Hüsen olduğunu biliyordu ama, yine de doğrudan doğruya söylenmesine kızıyordu.
“Ben ne bilem ağalar? Bana öyle dendi.” Hacı Hafız Ağa mutlu ve muzaffer bir eda ile odadakilere döndü.
“Rahmi, bizim aile efradı için de, köy halkı için de hayırlı olsun. Adı gibi rahim olur inşallah.”
Gülerek Hüseyin’e döndü.
“Git konağa söyle, Rahmi’ye iyi baksınlar.” Sonra odadakilere döndü. “Eh, bizde dükkan önüne, camiye gidelim. Bu gün büyük Allah’a şükretmek için çok daha fazla sebebimiz var” dedi.
Hayriye Hanım da Ayşe’nin pişirdiği tereyağlı cacurumu yemiş az da olsa kendine gelmişti. Hâlâ çok bitkindi, rengi sapsarı idi ve kollarını kaldıracak gücü yoktu. Yıkanıp, kundaklanıp kucağına verilen bebeği zor tutuyordu. Henüz sütü yoktu ve bebek ağlamaya başlamıştı bile. Ebe elindeki kaynatılıp, soğutulmuş şekerli su ile geldi . Rahmi’yi itina ile kucağına aldı. Doyurması gerekiyordu. Ev halkının da çalışanların da yüzlerinde mutlu bir ifade vardı. Ev sahipleri hasret çektikleri bir erkek evlada kavuşmaktan, çalışanlar ise aldıkları bahşişlerden dolayı mutluydu.
Mürüvvet Hanım telaşla Hafife kızı yanına çağırdı.
“Kız Hafife, eltime müjde götürdünüz mü?” Hafife kız şaşırmıştı.
“Büyük Hanım, siz demeden biz kimseye bir şey söyleyemeyiz ki.”
“Koş o zaman, doğumun biraz evvel gerçekleştiğini, Ahmet Ağa’nın, nasıl olduğunu sor.”
Firdevs Hanım, Hacı Hafız Ağa konağının selamlık tarafında oturuyordu. Hacı Hafız Ağa’nın küçük kardeşi olan Ahmet Ağa, bir müddetten beri hasta idi. Hastalığının ne olduğu pek anlaşılamamıştı, ama devamlı öksürüyor ve aşırı yorgun görünüyordu. Köylüye göre Ahmet Ağa kızını on yedi köyün sahibi Saraylı Küçük Bey’e verdikten sonra nazara uğramıştı. Beş yıla yakın bir zamandır dillerde gezen bu evlilik herkesin dikkatini çekmiş ve köyün bütün genç kızlarının hayallerini süslemişti. Mürüvvet Hanım ile Firdevs Hanım elti oluyorlardı. Görünürde iyi geçinmelerine rağmen, özellikle Mürüvvet Hanım’ın pek de dostane duygular beslediği söylenemezdi. Ahmet Ağa hastalandığından beri ise devamlı kocasına “kardeşinin çalışmadığı halde maldan eşit hisse almasının haksızlık olduğunu, bu servetin içinde Mustafa’nın Mısır’dan getirdiği altınlarla alınan malların da olduğu, bu yüzden malda kendi hisselerinin çok olması gerektiğini” söyleyip duruyordu. İlk günlerde sertçe karşı çıkan Hacı Hafız Ağa son günlerde bu fikri benimsemeye başlamıştı. Tabii bütün bunlar henüz ne Ahmet Ağa, ne de iyi huylu eşi Firdevs Hanım tarafından bilinmiyordu.
On beş – yirmi dakika sonra Firdevs Hanım elinde çevresi dilim dilim , o yörenin tabiri ile, kenarları “kıtirikli”, büyükçe bakırdan kayık bir tabak olduğu halde göründü.
“Mürüvvet Hanım, geline taze peynir helvası yaptım. Benim helvamı sever de, hem de sütü bol olur. Çocuğun hayırlı olmasını analı babalı büyümesini dilerim” diyerek Mürüvvet Hanım’ın odasındaki sedire oturdu. Hayriye Hanım uyuduğu için onun yanına girememişti.
“Uzun müddet sancı çekti değil mi? Ne zaman doğum oldu?”
“Nahır eve döndüğünde.” Küçük Rahmi’nin doğum şerhi böylece düşmüştü. “Yoncalar yeşerdiğinde, bağlar bozulduğunda, harman kalktığında ve nahır eve döndüğünde…” Bu, köy halkının kendince attığı doğum tarihleriydi. Rahmi de erikler çiçek açtığında, akşam üzeri nahır eve döndüğünde dünyaya gelmişti
Aslında Rahmi 1900 yılının, 28 nisanında dünyaya gelmişti. Mustafa Efendi bu şerhi, Kur’an’ın arka kapağının iç yüzüne hemen düşmüştü.
Mürüvvet Hanım’ın gözleri pırıl pırıldı. Nihayet beklenen torun gelmişti
“Ayşee! Ayşee! Eltimle bana iki şekerli kahve yap” diye sesledi.
On dakika sonra Ayşe elindeki küçücük tepsi ve içinde iki fincan kahve ile odaya girdi. Bugünkü koşuşma ve heyecan, Ayşe’nin kıvır kıvır saçlarını iyice kabartmış, koyu rengi kızarınca mora çalan bir hal almıştı. Kahveleri verdi, iki adım geriye çekildi.
“Bilir misin Büyük Hanım, ters gelen çağa, zor çağadır.” Mürüvvet Hanım kızdı.
“Sen üstüne vazife olmayan şeylere karışma! Ve o saçını başını da hemen toparla! Biliyorsun Hayriye her şeyden çabuk korkar. Gece karşısına böyle çıkma!” dedi. Ayşe hızla odadan çıktı. İçinden kendinden korkan nazlı geline de, sözünü esirgemeyen kaynanaya da küfrediyordu.
Mürüvvet Hanım eltisine dönerek,
“Bu insanlara nerede konuşup, nerede konuşmayacaklarını bir türlü öğretemedim.” Firdevs Hanım çekingen bir tavırla,
“İyi de Mürüvvet Hanım, Ayşe’nin kalbi kırıldı. Çirkin olmak onun suçu değil ki.”
Mürüvvet Hanım bu cümleyi duymazlıktan gelerek, büyük bir heyecanla doğumun ayrıntılarını anlatmaya başladı.
Mürüvvet Hanım, eltisine cevap vermedi , kafası Ayşe’nin sözüne takılmıştı. Zira bir sene evvel yaşadığı bir olayı hatırlamıştı, Mürüvvet Hanım geçen yaz ağalık bağında otururken iki bohçacı kadın gelmiş, önce bir şeyler satmaya çalışmış, başaramayınca da “ Hanım, fal bakalım ” diye tutturmuşlardı. Onların ısrarına karşı durmak oldukça zordu. Mürüvvet Hanım başından savmak için “Eh, hadi bakın” demişti. Falcı elinin içine uzun süre baktıktan sonra,
“Bu konakta çağa hasreti çekiliy, bir seneye kalmaz nur topu gibi bir oğlan gelecek ama çok zor bir çağa olacak.” Falcı biraz duralamıştı. Mürüvvet Hanım merakla sormuştu.
“Nasıl yani?”
Falcı tereddüt içinde,
“Zor çağa işte ne bilem, sizi çok yoracak.” Falcı hep tereddüt içinde konuşuyordu.
Mürüvvet Hanım, omuzlarını hafiften silkeledi, kendi kendine söylenir gibi, “Aman sen de! Bu evde bu kadar kadın var. Bir çocuk ile başa çıkamayacak mı? Söylesin dursunlar.” Uzun süredir sessizce eltisine bakan Firdevs Hanım sordu.
“Bir şey mi dedin, Mürüvvet Hanım?”
“Hayır hayır, sadece düşünüyordum.”
Firdevs Hanım eltisinin yüzündeki gergin ifadeye bir anlam verememişti, ayağa kalktı.
“Ahmet Ağa’nın akşam yemeği saati geldi, gitsem iyi olur, Hayriye Hanım’a geldiğimi söylersin. Hayırlı uğurlu evlat olsun. Güle güle büyütün inşallah” diyerek uzaklaştı. Selamlık tarafının merdivenlerine yaklaşınca, Ahmet Ağa’nın öksürüklerini duymaya başladı. Adımlarını hızlandırdı. İçinden “Bu adamın öksürükleri ne zaman dinecek? Daha doğrusu dinecek mi acaba? Aylar oldu, hiçbir ilaç fayda vermedi” diye söyleniyordu.
Mürüvvet Hanım eltisini gönderdikten sonra, doğruca gelinin odasına gitti. Oğlu Mustafa Efendi de karısının başı ucunda, gülerek bir şeyler söylüyor, bir taraftan da saçlarını okşuyordu. İkisinin yüzünde de büyük bir mutluluk vardı. Anasını görür görmez elini çekti. Mürüvvet Hanım da bir müddet sonra, içindeki endişeleri bir kenara atarak mutluluk tablosunda yerini almıştı. Geniş pirinç karyolanın başına yaklaşıp, gelinini öptü ve kırmızı kurdeleli beşibiryerdeyi göğsüne iğneledi. Gelininin kolunda güzel bir burma bilezik vardı. İçinden “ Mustafa takmış, benim oğlum kadar ince fikirli bir erkek, zor bulunur. Tabii, o bir kalem efendisi…” diye düşündü. Tam o sırada şehirli ebe kucağındaki bebeği, Mürüvvet Hanım’a uzattı. Mürüvvet Hanım bebeği kucağına alırken, sevinç ve heyecan içindeydi.
“Mustafa, oğlun çok yakışıklı, ne de keskin bakışları var. Adeta beni inceliyor. Ben adını İzzet koymak isterdim ama, Hacı Hafız Ağa öyle münasip görmüş. Neyse toprağınca yaşasın, ona benzemesin inşallah, uzun ömürlü olsun.” Bebeği aniden ebeye uzattı. Gözleri dolmuştu. Dalgın dalgın odadan çıktı. Ortanca oğlu İzzet, askerlik görevini tamamlamaya az bir zaman kala, Ermenilerin, Tiflis’te kurdukları terör yanlısı Taşnak komitacılarının silah depolarının yakılması sırasında yedi askerle beraber şehit düşmüştü. Çok yakışıklı ve dürüst bir delikanlı idi. Adına maniler yakılmış, köy halkı tarafından matemi tutulmuştu. Askerlik dönüşünde düğünü yapılacaktı. Nişanlısı Zeliha yataklara düşmüş, intihara kalkışmıştı. Öteki oğlu ise Mısır’a yerleşmişti. İshak Paşa’nın maiyetinde, iyi bir görevde idi. “Neyse ki Mustafa Mısır’dan döndü ve neyse ki Allah bize bu yavruyu bahşetti”diye düşünürken, Hacı Hafız Ağa’nın “Hanım, neredesin?” diyen sesini duydu.
Mustafa Efendi aslında çok sâkin ve terbiyeli bir insandı. Şu anda bütün itidalini kaybetmiş, avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Rahmi! Rahmi! Neredesin çık! Beni deli etme! Yine kardeşine ne yaptın?” Kıvır kumral saçları gözlerini kapatmış bir vaziyette yalınayak dolaşan Fatma, babasının yanına yaklaşıp usulca:
“Ayvanın arkasında baba” dedi. Mustafa Efendi ayvanın arkasına doğru yürüdü, yere çömelmiş vaziyette elindeki bir çubukla yer elmalarını kazıp çıkartmaya uğraşan Rahmi’yi kulağından yakaladı. Rahmi hiç itiraz etmeden ayağa kalkıp, babasının yanında ayvanın önüne doğru yürüdü. Fatma’yı görünce eli ile “sen görürsün” gibisinden bir işaret yaptı.
“Oğlum bizim işimiz gücümüz yok da seninle mi uğraşacağız? Sabahtan beri sıra ile Remzi’yi dövdün, Mürüvvet’i dut ağacından aşağıya ittin, küçücük Fatma’nın saçlarını yoldun. Ne istiyorsun onlardan, hatta herkesten? Onlar yanında değilse, komşu çocuklarla olay çıkarıyorsun! Nedir? İsteğin ne?”
“Ben kimseye bir şey yapmadım.” Mustafa Efendi daha da sinirlendi.
“Bari erkek gibi davran! Yaptıklarını kabullenmek cesaretini göster.”
“Ben erkek gibi davranıyorum ama onlar değil.” Eli ile kardeşlerini işaret ediyordu. Mustafa Efendi başını iki yana salladı.
“İkisi zaten kız, Remzi de senden küçük. Sen güya abisin, onları koruman gerekmez mi?”
Mustafa Efendi hâlâ Rahmi’nin kulağını çekiştiriyordu. Birden fark etti. Kulağı kıpkırmızı olmuştu. Karşısında kendisine bakan karısının ve anasının içi gidiyordu, ama müdahale edemiyorlardı. Zira Mustafa Efendi her seferinde onları suçluyor “ Bu çocuğu siz bu hale getirdiniz” diye söyleniyordu. Haksız da sayılmazdı, ilk çocuk olması ve birkaç yıl çocuk hasreti çektikten sonra doğması ona özel bir ilgi ve sevgi gösterilmesine sebep olmuştu. Hemen arkasından Remzi, sonra Mürüvvet, sonra da Fatma doğmuştu; ama Rahmi özel olma vasfını koruyordu. Zaten çok haşarı ve hareketli olan çocuk bu özel ilgi ile de iyice şımarmıştı. Rahmi kızaran kulağını ovuşturduktan sonra , başını yavaş yavaş kaldırdı.
“Baba sizden bir ricam var. Ben caminin içindeki mahalle mektebine gitmek istemiyorum. Tamam işte, okuyup yazıyorum, Kur’an’ı kaç kere okudum. Beni artık Harput’un altındaki Mekteb-i İdadi’ye gönderin. O zaman hiç yaramazlık yapmayacağım. Göreceksiniz çok da çalışkan olacağım. Söz veriyorum.” Mustafa Efendi biraz durdu.
“Peki, bu konuyu düşüneceğim. Şimdi kaybol gözümün önünden, bu gün başka bir olay istemiyorum. Artık sabrım kalmadı.” Rahmi bağın altına doğru yürüdü, gövdesi oldukça kalın, yaşlı bir armut ağacının dibine oturdu, cebinden çıkardığı çakı ile elindeki çatal çubuğu hırsla yontmaya başladı. İçinden “Bu gün Fatma’nın gammazlığını cezalandıramam” diye düşünüyordu.
Dört beş yıl evvel Ahmet Ağa’yı kaybetmişlerdi. Konağın selamlık tarafında tek başına hizmetkârları ile kalan Firdevs Hanım’a o ev çok büyüktü. Ahmet Ağa hastalığı süresince işlerle ilgilenememiş, servetinin bir kısmını eritmişti. Hacı Hafız Ağa da kardeşinin hanımını bitişikteki küçük eve çıkması için ikna etmiş, hatta biraz da mecbur bırakmıştı. O zamandan beri Mustafa Efendi konağın selamlık tarafına geçmişti. Mustafa Efendi zaman zaman bu durumdan rahatsız olmuyor değildi. Yengesini o küçücük eve göndermeleri ne derece doğruydu? Bilemiyordu. Köylüye göre çok yanlıştı, ama babası Hacı Hafız Ağa ve de özellikle anası Mürüvvet Hanım’a göre ise o ev kendilerinin hakkı idi. Bu servetin içinde Mustafa’nın şahsi serveti de vardı. Dört çocuk ile onların kendi taraflarında sıkışıp oturması, Firdevs Hanım’ın da hizmetkârları ile konağın en güzel yerini işgal etmesi hiç de doğru değildi.
Hacı Hafız Ağa’yı iki yıl evvel kaybetmişlerdi. Mustafa Efendi konağın tek ağası idi. Bu kadar araziyi çekip çevirmekte zorlanıyordu. Köylü şimdiden istismar etmeye, harmanları yağmalamaya başlamıştı. Kavgacı bir yapıya sahip değildi. Zaman zaman Mısır’dan döndüğüne, en azından yanında getirdiği servet sayılacak parayı yine toprağa yatırdığına pişman oluyordu. Annesi Mürüvvet Hanım da artık yaşlanmıştı. Hafife kız ve Rahmi ile hâlâ konağın haremlik tarafında idi. Hafife kız ile Kel Hüsen birbirlerine sevdalanmışlar, evlenmek istediklerini bildirmişlerdi. Mustafa Efendi konağın karşısında onlara bir oda, bir mutfaktan oluşan, küçük bir ev yaptırıyordu, güz sonunda düğünlerini yapıp o eve yerleştirecekti. Bu durumda annesi yalnız kalacaktı. Evinden çıkmayı da asla kabul etmiyordu. Mustafa Efendi haremlik tarafını fazla sevmediği halde, tekrar o tarafa taşınmak zorunda idi. Eşi Hayriye Hanım ise çocuk ruhlu ve biraz da inatçı bir tipti. Çocuklara Arap asıllı Ayşe bakıyordu. Koyu tenli, kıvır kıvır saçlı Ayşe’den pek hoşlanmayan Hayriye Hanım , çocukların bakımı için Hafife’yi istemişti ama Hafife dört çocukla başa çıkacak kadar becerikli ve akıllı değildi. Bu durumda hem araziyi hem de konağı idare etmek, Mustafa Efendi’ye düşüyordu. Hepsinden zor olanı da Rahmi’nin idaresi idi. Bunları düşünürken hafiften gülümsedi.”Beni yoruyor ama gözü pek bir çocuk, bu toprağı ancak o yönetebilir. Şu tahsil isteği acaba ne kadar ciddi? Ya ‘okuyacağım’ diye tutturup da köyü bırakıp giderse? Israrlı olunca da göndermek zorunda kalabilirim.” Eğri pişot* (iğde) ağacına sırtını dayayarak düşüncelere dalan Mustafa Efendi karısının sesi ile kendine geldi.
“Efendi kahveni getirdim. Sonrada biraz ayvanda uyu istersen? Yorgun gözüküyorsun.”
“Sağ ol hanım, ama şu siyah üzüme bir aşı yapmak istiyorum, eğer tutarsa yeni bir üzüm çeşidi olacak.” Hayriye Hanım omuzlarını silkerek,
“Bu kadar çeşit yetişmiyor mu? Ne gereği var kendini yoruyorsun? Hem aşı mevsimi değil ki.”
“Bu zevktir hanım.” Birdenbire, bağ komşuları Baba Faik’in torunu Sabire Hanım’ın oğlunun ağlama sesi duyuldu. Arkasından da Sabire Hanım’ın oldukça sinirli haykırışları.
“Hayriye Hanım, Rahmi artık çok oluyor. Bak oğlanın alnı kan içinde kaldı. Neredeyse gözü çıkacaktı.” Hayriye Hanım ve Mustafa Efendi çocuğa doğru koştular, gerçekten de alnından aşağıya kan sızıyordu. Mustafa Efendi çocuğun başını kaldırdı. Kanın aktığı yeri dikkatle inceledi. Neyse ki küçük bir yara idi. “Çocuğu Allah korumuş, gözü gidebilirdi.” diye düşündü.
“Evladım, ortalarda Rahmi yok, onun yaptığından emin misin?” Çocuktan önce anası cevap verdi.
“Başka kim olabilir ki? Bu gibi işlerin altında hep Rahmi vardır.”
Hayriye Hanım hiçbir yorum yapmadan duruyordu. Mustafa Efendi de itiraz etmedi. Gönlü kabul etmese bile Sabire Hanım’ın doğru söylediğinden emindi.
“Peki oğlum, ben onunla meşgul olurum. Anan yaranı temiz bir su ile yıkasın, bir müddet üzerine temiz bir bez bastır” diyerek başını okşadı ve hızla uzaklaştı.
Rahmi bağın alt tarafından “Bu dere baştan başa ayvalı bağ” türküsünü mırıldanarak geliyordu. Gayet sakin bir görünüşü vardı. Mustafa Efendi sakin bir sesle,
“ Rahmi buraya gel!” dedi. Rahmi türküyü kesip, sakin adımlarla babasının yanına geldi. Öylece bekledi.
“Baba Faik’in torununun başını neden kırdın? Sakın ben yapmadım deme! Sinirlerime hâkim olamayabilirim.” Rahmi önüne bakarak bir müddet bekledi.
“Hayır, yapmadım demiyorum. Eğer yine öyle bir şey söylerse yine başını da ayağını da kırarım.”
“Ne söylemiş?” Rahmi söylemekte tereddüt ediyordu. Babası biraz daha yüksek sesle sordu.
“Sana ne söylemiş?” dedim.
“Ben büyüyünce Mürüvvet ile evleneceğim” demiş. Hayriye Hanım başını ayvana doğru çevirdi. Gülmemeye çalışıyordu. Mustafa Efendi ise nasıl bir cevap vermesi gerektiğini düşünüyordu.
“Bak, onun bu yaşta böyle bir şey söylemesi doğru değil. Ama sen her yanlış yapanın başını kırarsan, bunun sonu gelmez. Bir gün senin de başını adamakıllı kırarlar, bir daha doğrultamazsın. Hem senin iki tane kız kardeşin var. Zamanı gelince tabii ki evlenecekler. İsteyenlerin başını mı kıracaksın? Tamam, bunun yaptığı yanlış. Henüz böyle şeyler konuşmaması gerek. Tabii başının da kırılmaması gerek.” Rahmi birden bağırmaya başladı.
“Ben bu çocuklarla aynı mektebe gitmek istemiyorum. Beni İdadi’ye gönder, ne olur! Göreceksin çok akıllı olacağım.”
Mustafa Efendi sağ elini havaya kaldırdı. Rahmi’nin yüzüne şiddetli bir tokat indirecekken, Rahmi babasının kolunu kavradı. Babasının yüzüne öyle bir bakıyordu ki, gözlerinden alev çıkıyor, çevreye kıvılcımlar saçılıyor gibiydi. Mustafa Efendi elini yavaşça indirdi, kıpkırmızı olmuştu.
“Sana bu gün başka bir olay çıkarırsan, cezan büyük olur. demiştim. Hem olay çıkartıp, hem de karşıma geçip benden bir şey isteyebiliyorsun. Ayrıca bu yaşta babanın kolunu tutmak cüretini de gösteriyorsun. Defol! Çabuk defol! Seni görmek istemiyorum.” Rahmi hızlı adımlarla uzaklaşırken, dişlerini gıcırdatıyor, sol elindeki çatal ağacı hala sıkıyordu. Nihayet elinin acısını hissetti. Elini açtığında avucunun içine yer yer kan oturduğunu gördü. Çatal çubuğun çıkıntıları elinin birkaç yerini, neredeyse deliyordu. Hırsla çubuğu dut ağacına doğru fırlattı. Bir şeyler söylenerek, yine yaşlı armut ağacına doğru yürüdü. O ağacın altı Rahmi’nin sığınağıydı.
Mustafa Efendi aşıyı falan düşünemeyecek kadar sinirli idi. Karısına döndü.
“Hayriye ben dükkan önüne kadar gidiyorum. Biraz laflayayım, hayvan kesmişlerse et de alırım” diyerek hızla uzaklaştı. Mürüvvet Hanım arkasından konuşmaya devam ediyordu.
“Mustafa sakin ol! O henüz bir çocuk.” Mustafa anasının yüzüne hışımla baktı.
“Hareketleri hiç de çocuk gibi değil. O tokadı indirseydim, belki de karşılık verecekti. Bu çok önemli, farkında değil misiniz?” Sonra daha hızlı adımlarla uzaklaştı.
İkindi namazından çıkan köyün erkekleri Çatalpınar’ın başında , caminin sebilinin çevresinde veya bakkal Nazım’ın dükkanı önünde üçer beşer guruplar halinde sohbete başlamışlardı. Mustafa Efendi, Mama Ağa ile Hacı Hakkı Bey’in bulunduğu küçük gruba doğru ilerledi.
“Selâm Ağalar”
“Ooo hoş geldin, Mustafa Efendi sen dükkan önünde görünür müydün?”
“Niye görünmeyeyim canım? Elbette görünürüm. Takdir edersiniz ki sizler kadar kalabalık bir ailem yok. Çocuklarım henüz küçük. İşlerin altından ancak çok çalışarak kalkabiliyorum.”
Ekşi Memet gülerek,
“Pek kalktığında söylenemez Mustafa Efendi. Rahmetli pederinden sonra, işler düzgün yürümüyor galiba? Yine Kekliktepe’deki harmanı yağmalamışlar galiba?”
“Evet, ne yazık ki öyle. İnsanlar kimsenin malına mülküne saygı göstermez oldu. Neyse o kadar da önemli değil. Ben Hacı Hakkı Bey ile başka bir durumu konuşacaktım.” Mustafa Efendi aslında bu gibi yağmaların çok önemli olduğunu biliyordu. Eğer karşılarında güçlü birini bulamazlarsa, işi yavaş yavaş azıtacak, her türlü hasada hatta cebindeki paraya ortak olacaklardı. Ama ne yapabilirdi? Nasıl yapabilirdi? Bu grupların içinde Ermeniler, dışarıdan orak için gelen işçiler, hepsinden kötüsü de onları maşa gibi kullanan ve yataklık eden köylüler vardı. Hacı Hakkı Bey gruptan ayrılmak için adım atarken Mustafa Efendi, “Yok Hacı Bey, hususi bir durum yok. Rahmi İdadi’ye devam etmek istiyor. Seninle o konuyu konuşacaktım,” dedi.
Ekşi Memet atıldı:
“Köy mektebini hakladı da orası mı kaldı?”
Tatar Ahmet Ekşi’nin bu durumuna sinirlenmişti. Mustafa Efendi’den önce o cevap verdi:
“Arkadaş, Rahmi çok zeki, bizim oğlan söylüyor. Yaramaz ama çok zeki bir çocuk. Köy okulunu cidden hakladı. İdadi’ye de gidebilir bence.” Hacı Hakkı Bey sakalını sıvazlayarak:
“Eh biraz da biz uğraşalım Rahmi ile. Hoca Efendi yorulmuştur” dedi.
Rahmi armut ağacının dibinde uzun süre oturmuştu. Ninesi Mürüvvet Hanım’ın sesi ile daldığı hayallerden uyandı. Kendini at üzerinde çakı gibi bir subay olarak hayal ediyordu.
Çok parlak bir kılıcı vardı. O kadar parlaktı ki güneş vurunca yansımasından, köyün genç kızları şanşenlerden*, (*şanşen: büyük bir çıkması olan, evin en güzel ve ferah, büyük oturma salonu) zabit Rahmi’nin at üzerinde geçişini seyrediyordu. Ayvana doğru giderken düşünüyordu. “Önce şu her gün birkaç kişiyi öldüren ve olay çıkartan Ermenileri haklamalıyım. Hayır! hayır! onlardan önce şu Ermenileri kışkırtarak başımıza dert açan devletleri. Sonra babamın malını yemek isteyen çıkarcıları…” Tam o sırada gök gürültüsüyle beraber sağanak yağmur başladı. Rahmi koşmaya başladı. Ayvanın önüne geldiğinde babasının, ninesinin, anasının ve çocukların kışlık eve dönmek için hazır vaziyette, kendisini beklediğini gördü. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Islanmamak için hepsi ayvana koşuştu. Mustafa Efendi elindeki üzüm dolu sepeti sedirin kenarına bırakarak, “Biraz beklememiz gerekecek, bu yağmur hemen duracağa benzemez. Kel Hüsen düşünse de arabayı getirse, yağmur dursa bile yollar çamur içinde olur. Kızlar yürüyemez,” dedi.
Mürüvvet Hanım gülerek, “Meraklanma Mustafa, Hüseyin bu günlerde bizi memnun etmek için her şeyi düşünür, bir an evvel Hafife kıza kavuşmak hayali ile yanıp tutuşuyor,” dedi. Mürüvvet Hanım lafını henüz bitirmişti ki bağ yolunda atların nal sesleri duyulmaya başladı. Hüseyin arabayı ikinci kapıdan içeriye sokar sokmaz, arabanın üzerinden hızla atladı. Yüzünde sırnaşık bir gülümseme ile, Mustafa Efendiye doğru koştu. Ellerini ovuşturarak:
“Efendi, hava bozar bozmaz arabayı hazırlayıp getirdim. Büyük hanım ve küçük hanımlar gelmekte zorlanır, diye düşündüm de.”
Mustafa Efendi çok dalgındı. Aklı hep Rahmi’nin davranışları ve yağmurun ekinlere zarar verip vermeyeceği konusu ile meşguldü.
“İyi düşünmüşsün, Hüseyin,” diyerek ayvana doğru sesledi.
“Hayriye çabuk olun! Yağmur hafiflemiş, kendimizi eve atalım.”
Mustafa Efendi kafasında bin bir düşünce ile uzun zaman yatakta dönmüş, gece yarısını geçtikten sonra ancak uyuyabilmişti. Tam o sırada Hayriye yataktan bağırarak fırladı. Mustafa Efendi gözlerini açtığında, karısının sinir içinde, Ayşe’ye bağırdığını duydu.
“Allah seni kahretsin e mi? On paranı sabah alamaz mıydın? ‘Gece yarısı o kabarık saçlarınla karşıma çıkma!’ diye kaç kere tembihledim. İnadıma mı yapıyorsun?” Ayşe önüne bakarak,
“Ama hanımım, bu gün akşama kadar bekledim, vermedin.”
“Kör olasıca bağdaydık, bilmiyor musun? On para için insan gece ayağa dikilir mi?” Mustafa Efendi biraz sinirli, biraz şaşkın sordu.
“Hayriye, bu on para muhabbeti nedir?”
“Evvelsi gün bohçacı kadından kızlara çeyiz olsun diye çarşaf aldım. On param çıkışmadı, Ayşe’den aldım. Gece yarısı başıma dikilip, ‘Hanım on paramı ver’ diye dürtükleyince, birdenbire korktum.” Mustafa Efendi gülmeye başlamıştı.
“Bu kadınlar hep böyle midir, bana mı akıllısı rastlamadı? Kızım Ayşe, senin on paran bizde kaybolur mu? Peki sen Hayriye, bu kız yıllardır karşında, kocaman kadınsın, o ne çığlıktı öyle? Üçüncüsü, henüz büyüğü altı yaşında olan çocuğa ne çeyizi hazırlıyorsun? Çocuklara bir şey oldu sandım” diyerek arkasını döndü. Ayşe yaptığından utanmış bir halde süklüm püklüm odadan sessizce çıktı.
***
Remzi, Kasapgil’in Osman, Mama Ağaların Mustafa ve bir iki muhacir çocuğu ile konağın önünde uzun eşek oynuyordu. Ağabeyinin atının nal seslerini duydu. Başını çevirdiğinde Rahmi her zamanki gibi büyük bir gururla at üstünde konağın büyük kapısına doğru ilerliyordu. Sabah akşam eşek üzerinde Rahmi’yi İdadi’ye götürüp, getiren Hüseyin iki yıldır bu vazifeden alınmıştı. Çünkü Rahmi, artık büyüdüğünü, bir dadıya veya koruyucuya ihtiyacı olmadığını söylemişti. Bu yıl İdadi’yi bitiriyordu ve arkadaşı Celâl ile beraber Erzincan’a Askeri Rüştiye’ye gitme hayalleri kuruyorlardı. Ama henüz babasına açmak cesaretini gösterememişti. En yakın arkadaşları Hurrem’i de kandırmaya çalışıyorlardı . Ne yazık ki başarılı oldukları söylenemezdi . Hurrem’in başka idealleri vardı. Remzi ağabeyine doğru koşarak,
“Biz uzun eşek oynuyoruz, sen de gelsene.” Rahmi başını çevirdi, “Ben o oyunu hiç sevmem. Üstümden atlasınlar diye kimsenin karşısında belimi bükemem” dedi.
“Ama ağabey, hepimiz öyle yapıyoruz.” Rahmi biraz sertçe “Ben yapmam” dedi. Mustafa Remzi’nin yanına yaklaşarak, elini omzuna koydu.
“Şu kendini beğenmiş ağabeyini bırak, gel biz oyunumuzu oynayalım” dedi. Rahmi aniden attan atlayıp, Mustafa’nın yüzüne bir yumruk indirdi.
“Sen kendini ne sanıyorsun da, bana laf ediyorsun aptal!” diye bağırınca, konağa henüz girmiş olan Mustafa Efendi kapıda göründü.
“Rahmi hayrola, kaideleri bozmaya başladın galiba? İdadi’ye girdiğinden beri sözünde duruyordun ne oldu?” Rahmi kendini çok haklı görüyordu ama, yine de babasının duymasını istemezdi. Babasının yanına yaklaştı. Ona kısaca olanları anlattı. Mustafa Efendi ne demesi gerek pek kestiremiyordu. Çocuğunun kendine bu kadar güvenmesi , ne derece iyi idi? Evet, farklı bir çocuktu. Çevresine göre çok zeki ve çok korkusuzdu. Şüphesiz her şeyin normal ölçülerde olması çok daha iyi idi. Başını ağır ağır kaldırdı.
“Oğlum, belki bazı konularda arkadaşlarından ve hatta kardeşinden farklısın. Bunu her fırsatta onlara hatırlatıp, yüzlerine vurman doğru bir hareket mi? Ayrıca her sinirlendiğinde şiddete baş vurman, senin gibi okumuş, akıllı bir çocuğa yakışıyor mu?” Rahmi biraz düşündü.
“Baba oynadıkları oyun çok aptalca. Beni de çağırdılar, ben de fikrimi bildirdim. Neden kendimi beğenmiş olayım?” Mustafa Efendi çaresizdi, bu çocukla başa çıkmak zordu.
“Hadi arkadaşının gönlünü al. Sonra da yukarıya çık, konuşalım.” Rahmi’nin hiç niyeti yoktu Yine de Mustafa’ya döndü.
“Mustafa oyun oynamak istiyorsanız, yarın Kuyulu yolunda koşma ve atlama yarışı yapalım.” Mustafa ve diğer çocukların yüzünde bir heyecan ve mutluluk belirdi. Rahmi kendileri ile oynayacaktı. Remzi çok iyi niyetli ve sevgi dolu bir çocuktu. Hemen Mustafa’nın yanına yaklaştı, gülerek:
“Bak, ağabeyim hiç de kötü bir insan değil. O sadece çok akıllı.” Sonra da çok akıllı olmak bir suçmuş gibi, boynunu bükerek devam etti. “Ne yapsın, onun elinde olan bir şey yok ki.”
Mustafa Efendi köşedeki büyük odanın sedirinde oturmuş, karşısındaki gem iskemlesinde de Rahmi’yi oturtmuştu. İtiraf etmese de onunla aynı hizada olmak istemiyordu. Belki böylece daha iyi bir otorite sağlayabilirdi.
“Oğlum kaç yıldır sözünü tuttun. Ufak tefek olaylar, onlar da mühim değil. Bugünkü olayı da fazla mühimsemiyorum. Benim için mühim olan herkese üstten bakan tavrın. Bak, durmadan Sıdıka’nın kızı Atiye’yi tenkit ediyorsun. Aynı şeyleri kendin yapıyorsun.”
“Baba ben erkeğim. Bir kızın bu kadar kendini beğenmiş olması herkese üstten bakması hiç hoş değil.”
“En azından kimselere dayak atmıyor.”
“O kız, gücü olsa atar.”
Mustafa Efendi içinden hep aynı cümleyi tekrarlıyordu“ Bu çocukla başa çıkmak çok zor.”
“Neyse, mevzuumuz o değil. Ben senin düşünce tarzının ve şiddet kullanmanın çok kötü bir şey olduğunu anlatmak istiyorum. Eğer kendini kontrol altına alamazsan, ileride sana zararı dokunacaktır.” O sırada kapı yine açılmış, Hayriye Hanım sandıktan bir çarşaf almıştı. Tam çıkmak üzere iken, Mustafa Efendi bağırdı.
“Hayriye yeter artık! Bu odaya dördüncü girişin. Şurada bir laf konuşuyoruz. Bildiğin gibi biz baba oğuluz, birbirimize uygun olmayan vaziyetler yaratmayız. Huzur ver de konuşalım.” Hayriye Hanım acele ile çıktı. Rahmi başını kaldırdı babasının gözlerinin içine bakarak,
“Ben Erzincan’a, Askeri Rüştiye’ye gitmek istiyorum.” Aslında bu, Mustafa Efendi’nin beklediği bir teklifti, yine de irkildi.
“Oğlum buradaki vaziyetimi görüyorsun. Yalnızım, köylü bunu istismar ediyor. Arazilerimiz çok fazla. Bu evde dört kadın var. Bütün bunları kim idare edecek?”
“Baba siz henüz genç bir adamsınız. Remzi de yetişiyor. Aramızda ne kadar fark var ki? Onun buradan asla uzaklaşmayacağına eminim.”
“Neden bu kadar eminsin?
“O, Sıdıka bibimin Dilşat’a aşık, onu bırakıp bir yere gitmez.”
“Bu yaşta mı?
“Evet bu yaşta, o uzun dilli kızda ne bulduysa….” Mustafa Efendi düşünüyordu. “Ben çok mu geride kaldım? Bu çocuk benimle bu meseleleri çok tabii bir şeymiş gibi konuşabiliyor.”
“Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Atiye de çok hoş bir kız. İstersen bir söz keseriz.” Mustafa Efendi, Rahmi’nin bağlanacağı bir yavuklu veya sözlü olursa, gitmek fikrinden vazgeçer diye düşünüyordu. Ayrıca Rahmi’nin itiraf etmese de Atiye’yi beğendiğini biliyordu. Rahmi biraz duraladı.
“Hayır o kendini beğenmiş kızı istemem. Evet çok güzel, ama bana göre değil. Hem benim yapmak istediğim bir sürü iş var. Memleket ne durumda biliyorsun. Bütün düveller karşımızda, bize karşı harp açmışlar. Padişah artık bütün gücünü kaybetmiş. Geçen yıl Ermenilerin yaptığını gördün. Eğer erken uyanmasaydık, soyumuzu kurutacaklardı. Önce vatanımızı kurtarmam gerek. Sonra kendimizi düşünürüz. Öyle değil mi baba?
“Sen bunları düşünmek için çok gençsin. Hem bu havadisleri nereden alıyorsun?
“Riyaziye hocam Abdullatif Efendi , geçenlerde benim ile Celâl’e anlattı. Biz de karar verdik zabit olacağız. Hem malımı koruyacak kadar cesur ve kuvvetli isem, vatanımı da koruyabilirim değil mi?”
Mustafa Efendi gene çaresiz kalmıştı. “Hocaları oğlumu adam yerine koyup, memleket meselelerini konuşuyorsa, benim de güvenmem gerekiyor zannımca, bu konuyu uzatmam boşuna, Rahmi her zamanki gibi, istediğini yapacak. Bari benim tasvibim ile yapmış olsun.” diye düşündü.
“Rahmi, bu konuyu hocaların ile konuşacağım. Bana bir söz vermen gerek. Eğer ben ve ailen zor durumda kalırsak, yanımızda olacaksın değil mi? Sırtını dönüp, gitmek yok.”
Rahmi olgun bir adam tavrı ile.
“Baba, böyle bir şeyi benden nasıl bekleyebilirsin? Tabii ki ailemi koruyacağım. Müsaade ederseniz, bugün dersim çok, çalışabilir miyim?”
“Tabii gidebilirsin.” Rahmi mutlu bir yüzle odadan çıktı. Heyecan içinde, aralıkta bekleyen anası ve ninesine gülümseyip, karşı odaya girdi. Hayriye Hanım:
“Hanım anne, galiba Mustafa Efendi fazla yüklenmemiş” diyerek, ocakta pişen güvecin altına iki tane çırpı attı.