Bu kitap köklü değişimlerin yaşandığı bir dönemde yazıldı. Kitabın konusu, Marksizm ve edebiyat, bu değişimin bir parçasıdır. Yirmi yıl önce bile, özellikle de İngilizce konuşulan ülkelerde, Marksizm’in yerleşik bir öğreti ya da kuram olduğu düşünülebilir; edebiyat da, genel çizgi ve özellikleri belirli olan yapıtların oluşturduğu bir bütün olarak anlaşılabilirdi.
Bu tür bir kitap o zamanlar Marksizm ve edebiyat arasındaki ilişkilerin yarattığı sorunları inceleyebilir ya da bu iki alan arasında belirli bir ilişki bulunduğunu varsayarak özgül uygulamalara geçebilirdi. Ancak şimdi durum çok farklıdır. Bir çok alanda ve özellikle de kültür kuramı alanında Marksizm yeniden gündeme geldi ve kuramsal gelişme açısından belirli bir açıklık ve esneklik kazandı.
Bu arada edebiyat da benzer nedenlerle sorunsal haline geldi. Bu kitabın amacı bu hızlı gelişim dönemini tanıtmak ve bu tanıtmayı da hâlâ gelişmekte olan bir düşünce biçimine uygun bir tarzda, onu açıklayıcı ve geliştirici bir biçimde yürütmektir.
Dolayısıyla böyle bir çalışma daha önceki görüşlere de yer vermek, bu bağlamda hem Marksist hem de Marksist olmayan anlayışları gözden geçirmek durumundadır. Ama kitap bir özet değil bir eleştiri ve tartışma niteliği taşır. Bu kitaba aktardığım kişisel görüşlerimi açıklamanın bir yolu da kendi gelişimim ile Marksizm ve edebiyat arasındaki ilişkiyi sergilemektir.
Zaten Marksizm ve edebiyat hem kuram alanında hem de pratikte düşünsel yaşamımın büyük bir bölümünü kapsar. Edebiyata Marksist açıdan yaklaşan tartışmalarla ilk kez 1939’da Cambridge’e İngiliz Edebiyatı okumak için geldiğimde tanışıklık kurdum. Ama bu tanışma Fakültede değil öğrenci gruplarında gerçekleşti.
O sıralarda, Marksist ya da en azından sosyalist ya da komünist yaklaşımlı siyasal ve ekonomik çözümlemeler, tartışmalar üzerine az çok bilgim vardı. Bir işçi ailesinden yetişmiş olmam Marksist görüşün temel siyasal konumunu kabul etmeme yol açtı. Cambridge’de tanık olduğum kültürel ve edebi tartışmalar bu siyasal konumun bir uzantısı ya da ona varma biçimi idi.
Bunu o zamanlar farketmemiştim. Şimdilerde bile sanırım bu bağımlılık tümüyle anlaşılmamıştır. Yalnız kültürel ya da edebi nedenlerle Marksist olan pek yoktur, genelde zorlayıcı siyasal ve ekonomik nedenler söz konusudur.
Otuzların ya da yetmişlerin koşullarında bu anlaşılabilir bir tutumdur, ama bu tutum, bir düşünce üslubunun ve belirli tanımlayıcı önermelerin, iyi niyetle, siyasal bir bağlamın yüzünden seçilip uygulanması anlamına da gelebilir; bu önermelerin her zaman öyle pek de bağımsız bir özü olduğu söylenemez, temel çözümleme ve savdan türetilmiş olmaları da gerekmez.
Ben de 1939 – 1941 yıllan arasındaki kendi konumumu size bu açıdan anlatacağım. Bu yıllarda günlük akademik çalışmalarımla inançlı ama oldukça seçici bir Marksizm anlayışını uzlaşmazlık başgösterene dek bir arada yürütüyordum.
Ancak öğrencilerle öğretim kurumu arasında rahatlıkla tartışılabilen bu uzlaşmazlık, siyasal kampanya ya da polemikler bağlamında değil, daha kötüsü, kendi kişisel konumum ve kendi düşünce biçimim olarak nitelendirebileceğim her şey açısından bir sorun haline geldi.
İngiliz Marksist görüşten öğrendiğim ve onunla paylaştığım tek şey şimdi bile saygıyla sözünü ettiğim köktenci halkçılıktır. Bu, etkin bağlanımlı ve yaygın bir eğilimdi ve edebiyatı yargılamak yerine edebiyat yapmak ve o günkü edebiyatı halkın çoğunun yaşamıyla bağdaştırmak peşindeydi. Ama bunun yanı sıra bu akımın kapsamı, Marksist düşünce açısından bile oldukça sınırlıydı.
Uzmanca çalışmalarda geliştirilmiş birçok sorun ve sav vardı ki, köktenci halkçılık bunlarla ilgi kurmuyor, dolayısıyla da çoğunlukla bunları geri çeviriyordu. Benim kişisel olarak doğrudan ilgilendiğim etkinlik ve ilgi alanlarında bazı zorluklar ortaya çıkmaya başladıkça, kendi çalışmalarımdaki sorunları farketmeye ve tanımlamaya başladım.
Kırkların sonu ve ellilerin başındaki değişen siyasal ve kültürel biçimlenmeler içinde, eşine az rastlanır bir yalnızlık durumunda, bu sorulara yanıt getiren ya da en azından bunları irdeleyen yeni araştırma alanları bulmaya çalıştım. Aynı zamanda Marksizmi daha ayrıntılı olarak okumaya başladım. Marksizmin çoğu siyasal ve ekonomik görüşlerini paylaşmayı sürdürdüm ama gene de kendi kültürel ve edebi çalışma ve araştırmalarıma ara vermedim.
Bu dönem, Culture and Society adlı kitabımda “Marksizm ve Kültür” bölümünde ele alınmıştır. Ama ellilerin ortalarından başlayarak yeni biçimlenmeler (örneğin Yeni Sol) beliriyordu. O sıralarda, bu biçimlenmelerle kendi kültürel ve edebi çalışmalanm arasında dolaysız bir yakınlık olduğunu saptadım. (Burada söz konusu olan, 1947 ve 1948 yıllarında, Politics and Letters – “Siyaset ve Edebiyat” – gibi bir erken dönem eserimde bile örtük olarak bulunan; ancak, böyle bir biçimlenmenin koşulları o zamanlar henüz tam olarak varolmadığı için gelişemeden kalan görüşlerdir.)
Ayrıca Marksist düşüncenin bazı bakımlardan, benim ve İngiltere’deki çoğu insanın Marksizm anlayışından kökten bir biçimde farklı olduğunu gördüm. Henüz bizim ilgilenmediğimiz daha önceki çalışmalarla (örneğin Lukacs ve Brecht’in eserleri) ilişki kurulmuştu.
Polonya’da, Fransa’da ve hatta İngiltere’de yeni çağdaş çalışmalar sürdürülüyordu. Bu çalışmaların bazıları yeni temeller aramakla birlikte çoğu Marksizmi çok değişken ve hatta seçenekli görüşleri olan tarihsel bir gelişme olarak görüyorlardı.