Roman (Yerli)

Rica Etsem Saçımı Okşar mısınız?

rica etsem sacimi oksar misiniz 5edbb74a458a8“Rica etsem saçımı okşar mısınız?” bizi anlatıyor… Kalabalıkların arasında kaybolanları, kendi değerlerine tutunarak yaşamaya çalışanları, sessizce direnenleri anlatıyor. Yürekleri büyük insanları… Yedi günaha, iffetsizliğe, tamaha, öfkeye, acımasızlığa, kıskançlığa, gurura, doymazlığa her şeye rağmen elveda diyecek gücü olanları anlatıyor…

Her “cambaz” dediğinde babası itiraz eder, “Cambaz değil, canbaz” diye düzeltirdi. “Canıyla oynayan manasında… İp canbazına ise rismanbaz denir.”

İp, durmadan kayıyordu ayaklarının altından… İlerlemek de zordu, dönmek de…
Tam ortasındaydı halatın.
İlerlemekten, ipin sonuna ulaşmaktan çoktan vazgeçmişti de…
Keşke orada kalabilseydi en azından.

Elindeki denge çubuğu, değerleriydi bir bakıma…
Hayat ise ipin kendisiydi, sallanıp duran.

Kendisi gibi, tüm dikkatini ellerine tutuşturulan “denge çubuğuna” verenler ise düşmeye mahkûmdu…

“Şu anda elinizde bir gazetecinin kitabını tutuyorsunuz.
Mustafa Mutlu kardeşimin kitabını…

Arthur Miller, ‘Bir terzi için kumaş ne ise bir yazar için de gerçek odur’ demişti.
Bu söz belki de en çok Mustafa’ya yaraşır.

Bu kitapta tepkili bir yüreğin fısıltılarına ve çığlıklarına tanık olacaksınız.”

Zülfü Livaneli

Başlarken

“Kendimi bildim bileli şarkı söylüyorum” diyor ya yeniyetme şarkıcılar… Biraz ona benzeyecek ama ben de kendimi bildim bileli yazıyorum…

Önce mektuplar yazdım uzun uzun…

Sonra sadece kendim için şiirler, şarkı sözleri, öyküler…

Ve hatta…

Yine sadece kendime… Bir roman!

Bu arada da binlerce haber, köşe yazısı…

Yakınlarım, meslek gereği yazdıklarım dışında başka işler çevirdiğimi de tahmin ettiklerinden, “Neden yazdıklarını kitaplaştırmayı düşünmüyorsun?” diyorlardı sürekli…

Aslında yanılıyorlardı.

Hep, yazdıklarımı kitaplaştırmayı düşündüm ben…

Bir türlü cesaret edemedim…

Ne zaman biri, “Yazdıklarım kitaplaştırmayı neden düşünmüyorsun?” dese, kimselerin göremeyeceği yerlere sakladım onları!

Evet, korkuyordum…

Çünkü hayatı boyunca sadece kitaba yatırım yapmış bir kitap kurdu olarak, “kitap dünyası’na saygısızlık etmekten çekiniyordum!

Hep “Elbette ona da sıra gelecek… Hazır olduğum zaman” diye erteledim bu düşünceyi…

Ve sonunda; yirmi beş yaşındaki manken kızların senede iki kitap birden attırdığı bir donemde, ellisini yaşayan bir “kalem âşığı olarak karşınıza çıkmaya karar verdim…

Ama nasıl yaptım bunu, ben de bilmiyorum!

Elinizdeki kitap hakkında bir şey söylemeyeceğim. Sadece bilmenizde yarar var ki, ben aslında her zaman yaptığım gibi sizi yazdım…

Bakın bakalım, becerebilmiş miyim?

Beni yüreklendiren, heyecanımı paylaşan, düzeltmelere büyük katkıda bulunan sevgili karım ve meslektaşım Ferda Volkan Mutlu’ya…

“En şahane eserim’ kızım Ege’ye…

Ağabey ligiyle, dostluğuyla yanımda olan ve kitabı ilk okuyan kişilerden biri olmayı kabul ederek “Sunuş”u yazan Sevgili Zülfü Livaneli’ye…

İlk okurlardan Nermin Erşen’e…

Vatan Gazetesi Kitap Editörü Buket Aşçı’ya…

Bu ilginç yolculuğa benimle birlikte çıkmayı kabul eden Doğan Egmont’un tüm yöneticilerine ve editörüm Sevim Er

Beni burnunun dikine giden bir “Doğrucu Davut” olarak yetiştiren rahmetli anneme, babama… Teşekkürü borç biliyorum.

gözlerin peşinde

Kocaman, pamuktan yapılmış kabartmalı beyaz harflerle “sale” yazan vitrinin önünde durdu. Kaşe palto giydirilmiş, boynuna bir de atkı bağlanmış cansız mankenin gözleri dikkatini çekmişti mağazanın önünden geçerken.

Daha doğrusu göz çukurları…

İki küçük çukur da boştu.

Ne zaman bir heykele baksa, hep boş göz çukurlarına takılırdı aklı…

Anlam veremezdi o boşluklara.

İnsan vücudunun her ayrıntısını ustalıkla yontan ellerin, sırf göz yapamadıkları için o delikleri boş bıraktıklarına inanmazdı.

Yoksa gözler, ruhu muydu bedenlerimizin? Binlerce yıldır nice taşa beden kazandırmış o usta eller, o yüzden mi boş bırakıyordu gözyuvalarını?

Uzun süre vitrindeki mankenin göz çukurlarında dondu kaldı bakışları.

Sonra vitrinden yansıyan kendi gözlerine takıldı…

Ne kadar aynıydılar!

Akşam karanlığında bile, cansız mankenin göz çukurlarına nasıl da benziyordu gözleri…

Gözbebeklerini görmek için, gözkapaklarını iyice açtı önce.

Sonra biraz daha yaklaştı cama… Başaramadı! Sanki yoktular, sanki hiç olmamışlardı, sanki dünyaya böyle iki kara delikle gelmişti.

Annesinin elinden kurtulup koşmaya başlayan bir çocuk, mağazanın kapısının önünde duruverdi ansızın. “Annnnneeee, bu amca n’apıyo büğğleeeee?” Kadın çocuğu elinden tutarak sürükledi. “Hadi yürü, çok işimiz var!”

Camdan yansıyan görüntüsünden uzaklaştı bunları duyunca, “Ben ne yapıyorum?” diye geçirdi içinden.

Tanı gidecekti ki mankenin havaya asılı duran kolu hareket etti birden…

“Kafayı yiyorum” diye mırıldandı.

Sonra az önceki çocuğun pırıl pırıl beyaz dişlerini gördü.

Arka tarafı açık olan vitrine girmiş, cansız mankenin kolunu hareket ettiriyordu hınzırca.

Adam da güldü bu fırlamalığa…

Ve çocuğun gözlerine baktı… Göremedi.

Sanki onun da yoktu gözleri…

Sanki o da iki boş çukurla dolaşıyordu ve belki de farkında bile değildi bunun.

Beyaz ışıkla aydınlatılan mağazaya girdi kararsızca. Savaş tamtamlarıyla doldu kulakları…

Mağazanın arka tarafına baktı: Onlarca kadın, müthiş bir gürültü eşliğinde ve telaşla tek tek dokunuyorlardı askıdaki ceketlere, pantolonlara, gömleklere…

Hava, ter ve parfüm kokuyordu.

Bacaklarının arkasında bir darbe hissetti, sendeledi.

Az önceki küçük fırlama, “Annennneee beni bekleeee” diye seğirtti yanından…

Yine, “Ben ne yapıyorum?” diye geçirdi içinden.

“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” diyerek; kıvırcık saçlı, zayıf ve buram buram ucuz parfüm kokan bir kız yaklaştı yanına… Gri, kısa eteğinin üzerine pembe, dar bir gömlek giymiş, boynunu da bir eşarpla örtmüştü.

“Ben, ben…” diye kekeledi adam. “Ben vitrindeki şu paltoya bakmak istiyorum…”

Kız ikramiye almışçasına sevindi.

“Tabii… Buyurun.”

Kızın peşine takıldı ve mağazanın arka tarafına doğru yürüdüler…

“Sokakta bu kızın peşinden böyle gitsem, millet sapık diye dövmeye kalkar” diye düşündü ve gülümsedi.

“Poposu da güzelmiş ama…”

Satıcı kız birkaç dakika içinde, ne kadar palto varsa hepsini yığmıştı tezgâhın üstüne.

Palto falan almak istemiyordu ki…

Sahi, niye girmişti buraya, derdi neydi?

Göz çukurları!

Bir an paniğe kapılmış ve gözleri göremediğini düşünmüştüm.

Sadece bir çift göz görmekti amacı.

Ama savaş tamtamı, başım döndürücü beyaz ısıfe, parfüm, diz bağlarına çarpan çocuk derken, unutmuştu gözleri…

Sadece hayali bir amaca odaklanmıştı ve hiç de planlamadığı halde bir palto sahibi olmak üzereydi.

Asıl amacım anımsayınca satıcı kızın gözlerini görmek istedi birden…

Poposuna bile bakmıştı, ama gözlerini unutmuştu.

“Affedersiniz” diye seslendi, yeni bir palto gösterme telaşındaki kıza…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kinyas Ve Kayra

Editor

İran Mektupları

Editor

Hep Genç Kalacağım

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası