Roman (Yabancı)

Rüzgarda Savrulan Küller

ruzgarda savrulan kuller 5ed43896cda09Zamanımızın en sevilen romancılarından Kathleen E. Woodiwiss’in kaleminden, Amerikan İç Savaşı’nın acı dolu günlerinde geçen nefes kesici, klasik bir tutku hikâyesi.

İç Savaş’ta öksüz kalmış gururlu, genç bir Güneyli olan Alaina MacGaren, yaşadığı toprakların uğradığı yıkımdan bir erkek çocuğu kılığında kaçar ve o peşinden koştuğu güvenli dünyayı bir düşmanın kolları arasında bulur.
Kuzey Eyaletleri’nin oluşturduğu Birlik ordusuna sadakatle hizmet eden gösterişli bir Yanki (Kuzeyli) subayı ve cerrahı olan Cole Latimer’ın şefkatli kalbi, karşısına çıkan bu muhtaç durumdaki masum görünümlü, pejmürde ‘delikanlı’ya dayanamaz. Fakat Alaina’nın oynadığı bu maskeli balo bir süre sonra kendini ele verir. Casusluk yaptığı şüphesiyle aranan bu isyankâr kadının iradesi, cesareti ve dayanılmaz güzelliği karşısında, Cole’un ruhu, görev aşkıyla kişisel tutkusu arasında bir savaşa sahne olur. Yollarına çıkan çeşit çeşit engeller aşıldıktan sonra artık geçmişin küllerinden yeni bir hayat kurmak istiyorlarsa, sonucu ne olursa olsun ikisi de kalplerinin onları götüreceği yolu takip etmek zorundadır.

“Tarihsel aşk romanlarının kraliçesi.”
Atlanta Journal-Constitution

***

Ağıt

Ah, evim!
Güneş ışığıyla,
Müşfik insanıyla ve
Usulca geçen günleriyle toprağım.
Gittin!
Ezilerek postalları altında SAVAŞIN, gittin;
Fütursuzca sürünüp
Ardında yıkık hayatlar
Ve cansız bedenler bırakan
O milyon bacaklı kurdun altında, yittin.

Beni bıraktın! Bir başına! Issız!
Sele kapılan bir yaprak gibi.
Ayağımı bastığım ve dinlendiğim her yerde,
Bulduğum tek şey… keder.
Gidişinle ruhumun
En derinini söküp aldın.
Ellerimden kayıp gittin,
Ve döndüğüm her yerde,
Leş kokusunu buldum SAVAŞIN,
O buruk tadını
Küllerin! Küllerin!
Rüzgârda savrulan küllerin!

*

Birinci Bölüm

23 Eylül 1863
New Orleans

Yük dolu bir nehir gemisi, Birlik¹ kuvvetlerine ait savaş gemilerinin arasından usulca ilerlerken, çamurlu, geniş nehrin dalgaları sahte bir yorgunlukla kıyıya vuruyordu. Nehrin ortasında demirli olan donanma gemilerinin büyük bölümü, şehirden ve onun kimi zaman düşmanlaşabilen halkından iki yüz metre kadar uzakta duruyordu. Güverteleri neredeyse suya gömülmüş küçük ve çirkin gambotlar,² açık denizlerdeki kız kardeşleri sayılan uzun direkli, küçük kıçlı narin firkateynlerin arasında, çamur banyosu yapan domuzlara benziyordu. Bacalarından buhar tüten her türden birkaç gemi ise, gerektiğinde harekete geçmek için hazırda bekliyordu.

Şehri kahverengimsi bir sis kaplamıştı. Havadaki nem, iskelede yandan çarklı nehir vapurunun gelişini bekleyen maviler içindeki müfreze askerlerini iyice bunaltıyordu. Bir zamanlar insanda parlak ve canlı bir izlenim bıraktığı halde kırmızılı-yeşilli görüntüsü artık solup gitmiş olan bu kırık dökük vapur, yaşlandıkça saçlarına aklar düşen, kocaman boynuzlarından duman ve alev fışkırtan hantal bir hayvana benziyordu. Az sonra yavaş yavaş ilerleyip, Mississippi’nin liman şehriyle birleştiği alçak rıhtıma dikkatle yanaştı. Vapur rıhtıma yanaşırken, ağır halatlar devasa yılanlar gibi kıvrıldı, halat makaraları işçilerin bağırış çağırışları arasında gıcırdadı.

Seyahatlerinin bu son dakikalarında yolcular, telaşla bavullarını toparlayıp karaya ayak basmak için koşuşturmaya başlamıştı. Bu kalabalığın içinde hedefe ulaşmak ne kadar imkânsız görünse de, her biri kafalarında yarattıkları amaca ulaşabilmek için çabalıyordu. Vapurun tüm yolcuları, New Orleans’a üşüşen zengin olma heveslilerinden, leş yiyicilerden, fahişelerden ve düzenbazlardan başkaları değildi. Tek amaçları, gittikçe fakirleşen halkın ve Kuzeyli istilacıların sırtından olabildiğince büyük bir servet edinebilmekti. Güverteden uzatılan borda iskelesi karaya ulaştığında, yolcuların hepsi gemiden hızla inmek için birbirlerini itip kakmaya başladı, ne var ki Birlik askerleri gelip bu duruma hemen el koydu. Askerler iki safa ayrılarak, aralarında yük güvertesinden borda iskelesine kadar uzanan bir koridor açtı. Yolcular artık homurdanmaya başlamıştı. Ne var ki, açılan bu koridordan, zayıf, üstleri yırtık pırtık, kir pas içinde, zincirleri ve prangaları yüzünden ancak ayaklarını sürüyerek yürüyebilen Konfederasyon askerleri tek sıra halinde geçmeye başladığında, homurtular ıslık ve yuhalamalara dönüştü.

Üst güverteden karaya uzatılan ve bir zamanlar şık bir görüntüsü olduğu anlaşılan merdivenin ortasında zayıf, çelimsiz bir çocuk duruyordu. Askerler diğer yolcuları durdurdukları gibi onu da durdurmuştu. Kulaklarına kadar çekilmiş eski püskü fötr şapkasının altında, çocuğun gri gözleri, kirli yüzünün içinden etrafı dikkatle izliyordu. Üstüne büyük gelen giysileri, bedeninin zayıflığını iyice ortaya çıkarmıştı. Çuvalı andıran pantolonu, incecik, zayıf beline kalın bir iple bağlanmıştı. Bol gelen gömleğinin üstüne yine bol, pamuklu bir ceket giymişti. Uzun kollarını birkaç kez kıvırmış olmasına rağmen ceketi yine de kollarına uzun geliyor, ince bileklerinin üzerine düşüyordu. Ayağına büyük gelen ve parmak uçları yukarı bakan koskoca çizmelerinin yanında eski, hasır bir valiz duruyordu. Güvertede seyahat ettiği için zayıf yüzü ise bulanmıştı ve bu isin altında ince burnundaki güneş yanıkları seçilebiliyordu. Yüzü, on iki yaşından fazla göstermiyordu. Fakat düşüncelere dalmış, sessiz hali çocuk görüntüsüne hiç uymuyordu. Diğer yolcuların aksine, gemiden indirilen yenik yurttaşlarını seyrederken yüzünün bu toy görüntüsüne düşünceli bir ifade hâkimdi.

Tutsak Konfederasyon askerleri kıyıda kendilerini bekleyen Birlik askerlerince karşılanırken, vapurun içindeki diğer Birlik askerleri de subaylarının arkasına düşüp kıyıya çıktı ve böylelikle geminin sivil yolcularına en sonunda iniş izni çıkmış oldu. Çocuk, bakışlarını tutsak askerlerin üzerinden çekerek valizini kaldırdı ve basamaklardan inmeye başladı. Hasır valizi ağır ve kullanışsızdı. Sürekli ya bacağına çarpıyor ya da diğer insanların kıyafetlerine takılıyordu. Üstüne çevrilen kızgın bakışları görmezden gelerek yükünü taşımaya ve ilerlemeye çalıştı. Yavaşlığı yüzünden, arkasındaki adam ve kol kola yürüdüğü süslü püslü, aşırı makyajlı kadın kızmaya başlamıştı. Çocuğun yanından aceleyle geçtiklerinde çocuk tökezledi ve ağır hasır valizi tırabzandan sekerek aceleci yolcunun bacağına çarptı. Adam lanetler yağdırarak arkasına döndü. Çocuğa doğru eğildiğinde avucunda bir bıçak parlayıverdi. Çocuk korkuyla tırabzana yaslanırken, bir yandan da kocaman açtığı gözleriyle, kendisini tehdit eden bu uzun ve ince bıçağa bakıyordu.

“Gauche cou rouge!” Adam Fransızcayı Cajun³ aksanıyla konuşuyordu. Öfkeli sesi boğuk çıkmıştı. Pervasız, siyah gözlerindeki kibirli bakışlarını çocuğa dikti ancak korku içindeki çocukta kendisini tehdit edecek hiçbir şey görmeyince, hiddeti de yavaşça kaybolup gitti. Alaycı bir tavırla doğruldu. Delikanlının boyu adamın ancak omuzlarına geliyordu. Adam bıçağı, ceketinin içindeki gizli cebine geri koydu. “Paçavrana sahip çık, buisson poulain. Az kalsın hastanelik olacaktım.”

Hakareti duyan çocuk dudaklarını ısırdı, parlak gri gözlerinde adeta şimşekler çaktı. Ailesine edilen bu küfrün her hecesini gayet iyi anlamıştı ve adamın yüzüne aynısını haykırmak istiyordu. Valizini sıkı sıkı tutarken hem adama hem de yanındaki kadına kibirli bir bakış fırlattı. Kadının tavırları neyin nesi olduğunu belli ediyordu zaten; adam ise her ne kadar pahalı brokar kumaştan bir ceket giymiş de olsa, üstündeki parlak baskılı gömlek ve boynuna sardığı kırmızı bandana, esrarengiz bir biçimde zenginleşerek şehre akın eden taşra serserilerinden biri olduğunu ele veriyordu.

Çocuğun küçümseyen bakışlarından rahatsız olan fahişe, öfkeyle adamın koluna girdi. “Tokatlasana şunu, Jack” diye söylendi. “Tokatla ki büyüklerine saygılı olmayı öğrensin.”

Adam bıkkınlıkla elini kaldırıp sabırsız bakışlarını fahişeye dikti. “Benim adım Jacques! Jacques DuBonné! Bunu unutma!” diye çıkıştı. “Bir gün bu şehir benim olacak. Ama dövüşmeden, ma douceur. Tüm bu seyredenler…” Yandan çarklı vapurun üst güvertesinde küpeşteye yaslanmış olan Kuzeyli kaptanı işaret etti. “Ve hafızası iyi olanlar görecek. Kuzeyli ev sahiplerimizi üzmek istemeyiz, chère. Delikanlı daha büyük olsaydı onunla dövüşürdüm. Ama daha çok küçük. Canımızı sıkmaya değmez. Boş ver onu. Gidelim mi?”

Yüzü kir pas içindeki delikanlı, adamla kadının uzaklaşmasını seyrederken bu insanların Kuzeylilerden bile daha kötü olduğunu düşündü. Çünkü güneye ve delikanlının sevdiği her şeye ihanet ediyorlardı.

O anda kaptanın bakışlarının farkına varıp vapurun üst güvertesine hızlı bir bakış attı çocuk. Ak saçlı kaptan, ona bir Kuzeyliden bekleneceğinden çok daha şefkatli gözlerle bakıyordu ama delikanlı bu bakışa tepkisiz kaldı. Zira kaptan, Konfederasyon askerlerinin Delta’da aldığı mağlubiyetin nahoş bir hatırlatıcısı gibiydi onun için. Kaptanın bakışlarına daha fazla katlanamayacağını anladı ve valizini sıkıca tutarak ana güverteden aşağı doğru hızla indi.

Rıhtımda, vapurun alçak güvertesiyle uyumlu bir iskele vardı. Birkaç metrelik yükleme ve iniş alanından sonra ana ambara çıkılıyordu. Ambarın önündeki taşlık kısımda insanların ambara çıkabilmesi için basamaklar, tekerlekli taşıtlar için de rampalar vardı. Delikanlı, valizini güç bela en yakın basamağa doğru çekiştirirken, Kuzeylilere ait birkaç yük arabası rampadan aşağı gürültüyle indi. Ter içindeki bir çavuşun sert emriyle az sayıdaki asker yük arabasının içinden çıkarak yandan çarklı vapura yöneldi.

Delikanlı, Kuzeylilere öfkeyle baktı. Ardından bakışlarını Kuzeylilerin üzerinden ayırmaya çalışırken adımlarını da dikkatle yavaşlattı. Yaklaştıkça korkusu daha da artmıştı. Sanki askerler ona doğru geliyor gibiydi. Acaba öğrenmişler miydi?

İlk asker yanından geçip de arkasındaki diğer askerlerle birlikte borda iskelesine çıkana kadar, delikanlı yutkunamadı bile. Etrafa kaçamak bakışlar atarken, askerlerin güvertede istiflenmiş valizleri ikişer ikişer yük arabalarına taşıdığını gördü.

Hep aynı, diye düşündü delikanlı, bu Kuzeylilerden bir an önce kurtulmak en iyisi olacak.

Rıhtımın başına ulaştığında istif edilmiş fıçıları kendine siper ederek ambarların oradaki barınağa doğru ilerledi. Rıhtımın parke taşlarında siyah çatlaklar, kararmış noktalar vardı. Bazıları yeni tamir edilmişe benzeyen ve üzerinde hâlâ yangının izlerini taşıyan ambarlar, Kuzeyli işgalcilerin el koymasını engellemek için New Orleans halkı tarafından ateşe verilen binlerce pamuk balyasıyla kilolarca pekmezin acı bir hatırlatıcısıydı. Nehir halkının Farragut donanmasına teslim olmasının üzerinden bir seneyi aşkın bir zaman geçmişti. Bu düşünce, artık düşmanların arasında yaşamak zorunda olan delikanlı için hiç de hoş değildi.

Bu sırada tiz bir kahkaha duyup da başını çevirince, Jacques DuBonné’nin balıketli kadın arkadaşını kiralık bir at arabasına bindirmeye çalıştığını gördü. Fayton rıhtımdan hızla ayrılırken, delikanlı gittikçe artan bir kıskançlık hissetti. Faytona binebilmek için tek bir kuruşu yoktu ve amcasının evi de epey uzaktaydı. Üstelik yol -hiç şüphesiz- Kuzeylilerle doluydu.

Kuzeylilerin bunaltıcı varlığı her yerdeydi. New Orleans işgale direnemeyip Kuzeylilere teslim olduğundan beri bu kente gelmeye cesaret edememişti. Şimdiyse burada kendini bir yabancı gibi hissediyordu. Rıhtımdaki bitmez tükenmez telaş daha önce hiç olmadığı kadar yoğundu. Askerler erzakları ambarlardan gemilere ya da gemilerden ambarlara taşıtıyordu. Zenci işçiler de aşırı nemli sıcak havada kan ter içinde çalışıyorlardı. Delikanlı tam bu sırada, duyduğu ağır bir küfürle yerinden sıçradı. İki iri at, içinde barut yüklü variller bulunan büyük bir yük arabasını çekerek zar zor ilerliyordu. Başlarındaki haydut kılıklı adam küfürler savurarak atların geniş sırtlarını kırbaçlıyordu. Hayvanların iri toynakları taş zeminde adeta kıvılcımlar çıkarıyordu.

Delikanlı, atların yolundan kaçmaya çalışırken askerlerin bağırışlarını duydu. İşte o anda dört Kuzeyli askerin yanı başında buluverdi kendini.

“Hey, şuraya bakın! Köylü bir piç şehre inmiş,” diye seslendi askerlerden biri.

Güneyli delikanlı arkasına dönüp bu dört askere biraz merak, biraz da nefretle baktı. Askerlerin en büyük göstereni bile yetişkin denemeyecek kadar genç dururken, en küçüğünün yanaklarından da çocukluktan daha yeni çıktığı anlaşılıyordu. Konuşan asker, neredeyse tamamını bitirdiği şişeyi arkadaşına uzatıp öne doğru adım attı, bacaklarını araladı ve başparmaklarını kemerine sıkıştırdı. Başına dikildiği güneyli delikanlı ise kaygılı gözlerle ona bakıyordu.

“Senin burada ne işin var köylü parçası?” diye sordu asker, meydan okurcasına. “İriyarı, serseri Kuzeylileri görmeye mi geldin?”

“Ha… hayır efendim,” diye kekeledi çocuk. Bu beklenmedik karşılaşmayla korkuya kapılmıştı. Endişeli gözlerle diğerlerine baktı. Hepsi sarhoştu. Üniformaları darmadağındı. Sıkıntıdan kurtulmak için eğlence arıyor gibi bir halleri vardı. Çocuk, adamlara gözdağı vermeye çalıştı.

“Amcamla buluşacaktım. Buralarda bir yerlerdedir…” Yalan söylemenin verdiği güvensizlikle sesi kısık kısık çıkmıştı. Amcasından bir iz bulabilmeyi umut edercesine bakışları uzaklara dalıp gitti.

“Hey!” Kuzeyli asker delikanlıyı küçümser gözlerle süzdü. “Bu veledin amcası buralardaymış. İşte orada, ufaklık!” Diğer askeri dürterek hemen yakınlarındaki katır sürüsünü gösterdi. “Amcan şu katırlardan biri olmasın sakın?”

Çocuk, dörtlünün alaycı kahkahalarıyla irkilerek, kafasına büyük gelen şapkasının siperini aşağıya doğru çekti. Kuzeylilerin sarhoş esprilerine hedef olmamak için, “Hayır efendim,” diye geveleyip önüne döndü.

Ne var ki Kuzeyli asker, şapkayı kafasından çekip alınca çocuğun dağınık koyu kızıl saçları ortaya çıktı. Saçlarını düzeltirken bu hakarete cevap vermeye niyetlendiyse de, çenesini kapalı tutmasının daha akıllıca olacağına karar verdi. Öfkeyle şapkasını geri almaya çalıştı.

“Şapkasına da bakın şunun!” diye bağırdı adam.

Şapkayı bir diğeri yakaladı ve yakından inceledi. “Sanırım nehrin aşağısında bundan daha güzel bir şapkası olan yaşlı bir katır gördüm. Belki de bunun kuzenidir.”

Çocuk tam şapkayı yakalayacaktı ki şapka tekrar uçuverdi. Çok kızmıştı, küçük yumruklarını sıktı, dudaklarını öfkeyle ısırdı. “Sizi orman kaçkınları!” diye bağırdı. “Şapkamı geri verin bana!”

İlk asker şapkayı yakaladı ve alaycı kahkahalarla hasır valizi dikine çevirip üstüne oturdu. Valizin kenarları dışarı doğru esneyip patlayacak gibi olmuştu. Çocuk bu görüntüye dayanamayıp en sonunda çizmesinin ucunu büyük bir kuvvetle askerin kavalkemiğine geçirdi. Canı yanan asker, öfkeden deliye dönerek çocuğu omuzlarından yakalayıverdi.

“Bana bak küçük domuz!” diye bağırdı çocuğu sarsarak. Nefesi viski kokuyordu. “Seni mahvede…”

Tam bu sırada bir ses duyuldu: “Dikkaaaat!”

Çocuk da ani bir hareketle adamın elinden kurtuldu. Koşarken az kalsın valizin üzerine kapaklanıverecekti. Yere düşen şapkayı hızla kafasına taktı ve yumruklarını sıktı. Kavgaya hazırdı artık. Ancak körkütük sarhoş olan dört askerin baston yutmuş gibi hazır olda durduklarını görünce gözlerine inanamadı. Bu sırada yere düşen viski şişesinin gürültüsüyle, fırtına öncesi sessizlik bozulmuş oldu. Gösterişli mavi üniformasıyla dinç bir adam ansızın beliriverdi. Üniformasının düğmeleri parlak pirinçtendi. Manşetlerinde şeritler ve geniş omuzlarında rütbesini belirten sarı apoletler vardı. İnce belinde siyah tabancasının asılı olduğu bir kemer, onun altında da kırmızı-beyaz bir şerit bulunuyordu. Hardee tarzı şapkasını çatık kaşlarının üzerine kadar indirmişti. Yaklaşırken, mavi ağırlıklı kıyafetinin pantolon kısmındaki sarı çizgiler parıldıyordu.

“Askerler!” diye bağırdı. “Eminim çavuşunuz size zaman geçirmeniz için şehrin çocuklarını rahatsız etmekten daha önemli işler verebilir. Derhal karargâhınıza geri dönün!” Askerler kendilerine çekidüzen vermeye çalışırken, adam onları sert bakışlarıyla süzdü. “Defolun!” diye bağırdı.

Subay, uzaklaşan dört askeri izledikten sonra bakışlarını çocuğa çevirdi ve çocuk da adamın güneşte kavrulmuş yüzündeki koyu mavi gözleriyle karşılaştı. Düzgün kesilmiş uzun, açık kahverengi favorileri, zayıf elmacık kemiklerini ve kemikli çenesini daha da belirginleştiriyordu. Hafif kemerli, ince ve düzgün burnunun altında da dolgun ama şu anda gülmeyen dudakları vardı. Kendinden emin tavırları, sade giysileri ve ağırbaşlı görüntüsüyle gerçek bir asker havasındaydı. Yakışıklılığı, devlet başkanlarının asil görünüşlerini andırıyor, siyah kirpiklerle çevrelenmiş gözleri ise çocuğun en içteki sırlarını açığa çıkartacak kadar keskin bakıyordu. Öyle ki, insan yaklaşmaya çekiniyordu.

Yüzbaşının sert bakışları, bu afacan çocuğa baktıkça yumuşadı. Dudaklarında oluşan tebessümü gizlemeye çalışarak,“Üzgünüm evlat. Bu adamlar evlerinden çok uzaktalar. Tıpkı önyargıları gibi tavırlarını da değiştirmeleri gerek,” dedi.

Çocuk, Kuzeyli subayın karşısında büyük bir korkuya kapılmış olduğu için cevap veremedi. Subay, çocuğun ayağına büyük gelen kocaman çizmelerine bakarken, çocuk gözlerini ondan kaçırdı.

“Gelelim sana. Birini mi bekliyorsun?” diye sordu subay. “Yoksa evden mi kaçtın?”

Delikanlı, yüzbaşının sorgulayan bakışları karşısında huzursuz oldu. Soruyu duymazdan gelerek gözlerini uzaklara çevirdi. Çocuğun fakirliğini ele veren yırtık pırtık, bol kıyafetlerini gören yüzbaşı ise bir teklifte bulunmaya karar verdi:

“Eğer istersen sana hastanede bir iş ayarlayabilirim.”

Çocuk, kıyafetinin kirli koluyla burnunu sildikten sonra subayın koyu mavi üniformasına aldırmaz gözlerle baktı. “Bir Yanki’nin emrinde çalışmak istemiyorum.”

Yüzbaşı sakince gülümsedi. “Birini vurmanı falan istemeyeceğiz senden.”

Delikanlı koyu gri gözlerini nefretle kıstı. “Yankilerin kıçını yalayacak başka birini bulun.”

“Sen bilirsin.” Adam bir puro sarıp yaktıktan sonra sözlerine devam etti: “Ama bu gururun karnını doyurmaya yetiyor mu yetmiyor mu, merak ediyorum doğrusu.”

Çocuk, boş midesindeki gurultuların açlığını ele vermesinden korkarak gözlerini yere çevirdi.

“En son ne zaman yemek yedin?” diye sordu yüzbaşı.

Delikanlı, adama delici bakışlarıyla karşılık verdi. “Bundan sana ne mavi bacak?”

“Ailen nerede olduğunu biliyor mu peki?” Adam düşünceli bir şekilde çocuğa baktı.

“Eğer bilselerdi mezarlarında kemikleri sızlardı herhalde.”

“Anlıyorum,” dedi subay şefkatli bir tavırla. Etrafa bakarken, gözüne rıhtımdaki bir lokanta ilişti. Sonra çocuğa döndü. “Bir şeyler atıştıracaktım. Bana katılmak ister misin?”

Çocuk parlak ve soğuk gözlerini uzun boylu subaya dikti. “Sadakaya ihtiyacım yok benim.”

Kuzeyli yüzbaşı omuzlarını silkti. “Bunu bir borç olarak kabul et. Durumun düzelince bana geri ödersin.”

“Annem bana yabancılarla ve Kuzeylilerle konuşmamam gerektiğini öğretti.”

Bu cevap yüzbaşıyı güldürdü. “Bu son söylediğini kabul etmemek mümkün değil. O halde kendimi tanıtayım. Yüzbaşı Cole Latimer, hastaneye cerrah olarak atandım.”

Şimdi ise çocuğun gri gözlerinden subaya karşı büyük bir güvensizlik okunuyordu. “Ben hiç elli yaşından daha genç bir cerrah görmedim, bayım. Saçma sapan şeyler söyleyip durmayın.”

“Bana inan, ben doktorum ve muhtemelen babanla aynı yaşlardayım.”

“Sen benim babam falan değilsin!” diye bağırdı çocuk, öfkeyle. “Hiçbir Kuzeyli kasap benim babam olamaz!”

Çocuğun alnıyla ince, kibirli burnunun birleştiği noktaya uzun ve zayıf bir parmak dokundu. “Şimdi beni dinle ufaklık. Buradaki bazı insanlar senin ithamlarından hoşlanmayabilir. Bu sivri tavırlarını yumuşatmak için biraz sert önlemler alabilirler. Seni bir beladan kurtardım ama öfkeli bir velede çocuk bakıcılığı yapmak gibi bir niyetim yok. O yüzden hareketlerine dikkat et.”

Çocuğun kirli yanakları sinirden titredi. “Ben kendi başımın çaresine bakmayı bilirim.”

Yüzbaşı Latimer alaycı bir edayla gülümsedi. “Görünüşe bakılacak olursa, birinin sana yardım etmesi şart. Bu arada, en son ne zaman yıkandın?”

“Her şeye burnunu sokuyorsun!”

“İnatçı küçük serseri,” diye homurdanan Cole Latimer, eliyle işaret ederek, “Çantanı al ve benimle gel,” dedi. Kimsesiz çocuğu şaşkın bakışlarıyla bırakıp lokantaya doğru ilerledi. Birkaç adım atmıştı ki, arkasına hiç bakmadan keskin bir sesle, “Acele et ufaklık! Bön bön bakıp durma.”

Çocuk, şapkasını kafasına geçirdi ve ağır valizini çekiştire çekiştire kaptanın arkasından güçlükle ilerledi. Cole Latimer ahşap yapının kapısına gelince duraksadı. Delikanlı, ondan bir adım arkada, parlak siyah çizmelerinin topuklarına basarak ilerliyordu. Subayın sorgulayan mavi gözleri üstüne çevrilince durdu.

“Senin bir adın var mı ufaklık?”

Çocuk huzursuz bir şekilde kıpırdanarak etrafına bakındı.

“Herhalde bir adın vardır, değil mi?” diye sordu Cole Latimer, alaycı bir tavırla.

Çocuk, başını isteksizce sallayarak cevap verdi. “Ee, şey, ismim Al! Al, efendim.” Başını bu sefer daha sert bir biçimde salladı.

Yüzbaşı purosunu yere attı ve bir kaşını kaldırarak çocuğu süzdü. “Kesik kesik konuşuyorsun, dilinde bir problem mi var?”

“Ha-hayır, efendim” diye kekeledi Al.

Cole, çocuğun eski püskü şapkasını kuşkuyla inceleyerek kapıyı itti. “İçeride terbiyeli davranman gerektiğini unutma, Al. Ayrıca kafandaki şu şeyden de kurtul.”

Çocuk, Kuzeyli’nin arkasından bir süre bakıp isteksizce takip etti. Lokantadaki iriyarı kadın işini bırakıp, pencere kenarındaki küçük masaya yerleşen bu ikiliye baktı. Donuk bir ifadeyle önce Kuzeyli’nin şık ve düzgün giysisini, sonra da çocuğun üzerine bol gelen kıyafetlerini inceledi. Ardından kaşlarını çatarak sebzeleri doğramaya devam etti.

Al, Yüzbaşı Latimer’ın tavırlarını isteksizce taklit ederek şapkasını çıkardı ve kendisine gösterilen sandalyeye oturdu. Cole, çocuğun yamuk yumuk kesilmiş kızıl kahve tonlarındaki dağınık saçlarına alaycı bir ifadeyle baktı. Yüzünü buruşturarak, “Saçlarını kim kesti böyle, evlat?” diye sordu.

“Ben,” diye yanıtladı Al, cılız bir sesle.

Cole güldü. “Pek başarılı bir kesim sayılmaz, bence yeteneklerini başka alanlarda kullanmalısın.”

Suskun kalıp yüzünü pencereye döndü Al. Gri gözlerinin yaşlarla dolduğunu hissetti. Çocuğun üzüntüsünü fark etmeyen Cole, elleri belinde duran kadını masaya çağırdı.

“Bugün sadece karides var,” diye söylendi kadın sert bir biçimde. “Karides çorbası ya da karides tava. İçecek olarak da bira, kahve, çay ve inek sütü var. Ne istersiniz, efendim?” diye sordu, son sözcüğü vurgulayarak.

Güneylilerin onu ya da kendisi gibi herhangi bir mavi üniformalıyı hor görmesine alışkın olduğu için, Latimer, kadının sesindeki iğneleyici tavrı görmezden geldi. New Orleans’a, General Butler’ın valiliği döneminde gelmişti ve o günlerde şehirde Kuzeyli askerlere gösterilen düşmanlık, şimdikinden çok daha fazlaydı. General, şehri askeri bir garnizon haline getirmeye çalışmış, şehirdeki karmaşaya hiçbir çözüm getirmeyen emirler yağdırmıştı. Sonra da şehir halkının gururlu mücadelesiyle başa çıkamayıp yenilmişti. Hatta, general merkeze geri çağırıldığında, şehirde isyan kol geziyordu. General Butler kendi askerlerine de çok katı davranmıştı. Hatta sivillerden bir şeyler çalarken yakalanan birkaç askerini astırmıştı. New Orleans kesinlikle kolay yönetilebilecek bir şehir değildi. Hele ki zayıf iradeli biri tarafından. Butler aldığı önlemlerde çok katı davrandığı için halk tarafından hiç sevilmemişti. Ama Güneyliler generalin konumundaki herhangi bir Yanki’den zaten nefret edecekti.

“Ben karides çorbası ve soğuk bira alayım,” dedi Cole. “Çocuğa da bira dışında ne isterse getirin.”

Kadın uzaklaştığında Cole yine genç arkadaşını incelemeye başladı. “Kuzeylilerden senin kadar nefret eden bir çocuk için New Orleans çok kötü bir yer. Burada bir akraban ya da yanında kalabileceğin herhangi biri var mı?”

“Amcam var.”

“İyi bari. Seninle koğuşumu paylaşmak zorunda kalacağım diye çok korktum bir an.”

Al öksürerek boğazını temizledi. “Hiçbir Yanki’yle beraber uyuyacak değilim ben de. Orası kesin.”

Latimer sabırsızca iç geçirerek iş konusuna geri döndü. “Bir gelirin olmalı diye düşünüyorum. Ama sivillerin çoğu zaten zor geçiniyor. Birlik Ordusu, sana iş verebilecek tek kaynak. Hastane ise senin gibi biri için iyi bir seçenek gibi görünüyor. Tabii eğer çöpçü olup sokakları süpürmek istemiyorsan.”

Al kızgın bakışlarını kontrol etmeye çalıştı.

“Okuma yazma biliyor musun?”

“Biraz.”

“Ne demek o? Sadece adını mı yazabiliyorsun, yoksa daha fazlasını da yapabilir misin?”

Çocuk, subaya öfkeyle baktı ve kendinden emin bir sesle cevap verdi: “Gerekirse daha fazlasını da yaparım.”

“Hastanede temizlik işlerine bakan birkaç zenci vardı ama daha sonra orduya yazıldılar,” dedi Cole. “Temizlik, hasta bakıcılık gibi işlere bakan sakat askerlerimiz de pek kalmadı. Çünkü ayağa kalkabilen yaralı askerler ya birliklerine geri döndüler ya da tedavi için doğuya gönderildiler.”

“Yankilerin iyileşmesine yardım falan etmeyeceğim!” diye itiraz etti çocuk. Konuşurken gözleri dolmuştu. “Babamı ve ağabeyimi öldürdünüz siz. İğrenç hırsızlıklarınızla annemi mezara gömdünüz.”

Cole, karşısındaki bu pejmürde çocuğa acıdı. “Çok üzüldüm, Al. Benim işim, hangi üniformayı giyiyor olursa olsun, insanların hayatlarını kurtarmak, onları iyileştirmek.”

“Hah. Şimdiye kadar, topraklarımıza girip her yeri talan etmeyi tercih etmeyecek tek bir Yanki bile tanı…”

“Sen nerede yaşıyordun ki tüm bu yargılara varacak kadar çok Kuzeyli tanıdın?” diye sözünü kesti Latimer aniden.

“Nehrin kuzeyinde.”

“Nehrin kuzeyinde mi?” diye sordu subay, alaycı bir sesle. “Chancellorsville ya da Gettysburg’den değil misin? Buraları duymuşsundur ama, değil mi?” Latimer, çocuğun öfkeden dişlerini sıkmasına ve bakışlarını kaçırmasına aldırmadan alaycı tutumunu sürdürdü. “Verdiğin bu cevaptan, senin de tıpkı benim gibi lanet bir Kuzeyli olduğunu ve topraklarımızı istila eden Johnny Reb birliklerini görmüş olduğunu pekâlâ düşünebilirim, öyle değil mi? Nehrin kuzeyiymiş! Nehrin ne kadar yukarısındansın, evlat? Baton Rouge mu? Vicksburg mü? Ya da Minnesota mı?”

Al içinde fırtınalar kopan gri gözlerini ellerine çevirip öfkeyle cevap verdi: “Minnesota’dan ancak bir pislik çıkar!”

Latimer, parmağıyla çocuğun ağzını gösterdi, “Sana terbiyeli olman gerektiğini söylememiş miydim?”

“Ben gayet terbiyeliyim, Kuzeyli.” Subayın elini cesur bir hareketle geri itti. “Beni kızdırıyorsun. Sana kimse parmakla göstermenin ayıp olduğunu söylemedi mi?”

“Dikkatli ol,” diye uyardı subay kibarca. “Yoksa pantolonunu indirip kıçını bir güzel pataklarım.”

Al burnundan soluyarak sandalyesinden hafifçe kalktı, sonra da kapana kısılmış vahşi bir hayvan gibi sırtını çıkarıp eğildi. Gerçekten de, gözlerinin derinliklerinde vahşi bir ışık parlıyordu. Şapkasını eline alıp başına geçirdi. “Eğer bana bir daha dokunacak olursan,” diye homurdandı kısık bir sesle, “bunu sana ödetirim. Lanet bir Kuzeyli’nin saçmalıklarını dinleyecek değilim.”

Bunun üzerine Cole Latimer da ayağa kalktı ve kendisine meydan okuyan çocuğun gri gözleriyle kendi yüzü arasında bir karış kalıncaya dek eğildi. Mavi gözleri öfke doluydu. Ne var ki sesi yumuşak ve sakindi: “Bu ne cüret, evlat?” Çocuk kıpırdamaya fırsat bulamadan, Latimer, Al’in kafasındaki şapkayı kaptığı gibi şak diye masanın üzerine vurdu. Çocuğun gri gözleri korkuyla açılınca, Cole Latimer, ses tonunu hiç değiştirmeden sözlerine devam etti: “Otur ve çeneni kapa. Yoksa söylediklerimi hemen burada yaparım.”

Çocuk korkuyla yutkundu. Hemen yerine oturup tedbirli gözlerle Kuzeyli’yi seyretmeye koyuldu.

Cole sandalyesine geri otururken karşısındaki zavallı çocuğa baktı. Sözcüklerini seçerek konuşmaya başladı: “Ben hayatım boyunca ne çocukları, ne de kadınları istismar ettim…” Çocuk gözlerini subayın üzerinden ayırmadan dimdik oturuyordu. “Ama beni kışkırtırsan, sana karşı tavrımı değiştirmek zorunda kalırım.”

Tedirgin olan çocuk daha terbiyeli bir tavır takınmaya çalıştı. Bakışlarını aşağı çevirip ellerini dizlerine koydu ve sessizce oturmaya devam etti.

“İşte böyle,” diyerek başını salladı Cole. “Şimdi söyle bakalım, nehrin ne kadar yukarısından geliyorsun?”

Al yüksek sesle cevapladı: “Baton Rouge’un birkaç kilometre kuzeyinden.”

Çocuk gözlerini kaçırırken, Latimer’ın dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. “Umarım bir gün benim hakkımdaki fikirlerini gözden geçirirsin, Al.” Çocuk adamın gözlerine baktı. Aklı karışmış gibiydi. “Benim evim nehrin daha da yukarısında… Minnesota’da,” dedi subay.

Çocuğun yüzüne şaşkınlıkla karışık bir utanç eklendi. Çocuğu içine düştüğü bu çıkmazdan kurtaransa, iriyarı kadının, tüm yeteneğini sergilercesine elinde kocaman bir tepsi taşıyarak masalarına gelmesi oldu. Törensel bir havayla, tepsideki büyük, baharatlı, dumanı tüten sıcak çorba kâselerini masaya koydu. Hemen arkasından sıcak peksimet ve mısır unuyla kızartılmış kedi balığı da masadaki yerini aldı. Çocuğun bir yandan balığı hızla mideye indirirken, bir yandan da alelacele çorbayı içtiğini gören kadın, şaşkınlıkla masadan ayrıldı. Kıtlıktan çıkmış gibi yemek yerken subayın kendisini eğlenerek seyrettiğini fark eden Al, utanarak duraksadı. Yüzbaşı Latimer, hafifçe gülümsedi ve bütün dikkatini önündeki leziz yemeğe verdi.

Cole yemeğini yavaş yavaş, keyfini çıkararak yerken, karnı doyan çocuk, tabağında kalan yemeklerle oynamaya başladı. Latimer yemeğini bitirdiğinde arkasına yaslanıp peçeteyle ağzını sildi.

“Amcanın nerede yaşadığını biliyor musun?”

Çocuk hayır anlamında başını salladı. Cole hesabı ödeyip şapkasını başına geçirdikten sonra, çocuğa kendisini takip etmesini işaret etti. “Haydi. Atım hâlâ dışarıdaysa seni amcana götüreyim.”

Çocuk hızla kalkıp valizini alarak adamın arkasından dışarı çıktı. Onu reddedemezdi. Üstelik ata binmek, yürümekten çok daha hızlıydı. Koruyucusunun arkasından, valizi ve ağır çizmeleriyle cebelleşerek ilerledi. Gölgede, kir içindeki çocuğu ve ona göz kulak olan subayı bekleyen uzun boylu, uzun bacaklı kır bir at vardı. Dizginleri tutan Cole, arkasına dönüp zayıf çocuğa ve onun yüküne baktı.

“Arkamda otururken valizini tutabilecek misin?”

“Evet,” diye cevap verdi çocuk kibirle. “Küçüklüğümden beri at binerim ben.”

“Bin o zaman. Bin de valizini vereyim.”

Cole atı tutarken çocuk üzengiye basarak atın üzerine çıkmaya çalıştıysa da diğer bacağını eyerin yan tarafına geçirmeyi başaramadı.

“Küçüklüğünden beri at biniyorsun demek?”

——

1 Birlik (Union): Amerikan İç Savaşı (1861-65) sırasında Güney Eyaletleri’ne (Konfederasyon Eyaletleri’ne) karşı savaşan Kuzey Eyaletleri’ne verilen isim –ed.n.
2 Gambot: Silahlı küçük tekne –ed.n.
3 Cajun: Genel olarak Louisiana’da yaşayan Fransız etnik grup -ç.n.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Burma Günleri Özet inceleme ve George Orwell Hakkında

Editor

Beyaz Geceler – Dostoyevski

Editor

Melekler Korusun

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası