Elimizdeki kitapla zihniyet araştırmamızın ikinci bölümü tamamlanıyor. Birincisinin epey gerilerde kalan bir geçmişi vardır : “İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri” 1951’de yayın dünyasına gözlerini açtı 1 ). İnhitat devri ile (eskisinde inhitat dediğimize yeni baskısında çözülme deniyor) Osmanlı ülkesi dahil bütün bir bölgenin kaderini tayin edecek olan önemli bir kayma ve değişme üstünde durmak istiyorduk:
Dünya ticaret yollarının Akdenizi kaderi ile baş başa bırakıp Atlantik kıyılarına doğru yer. değiştirmeleri ve bunun zihniyet dünyamızda bıraktığı izler! İlk kitapla atılan adımı arkasından bir İkincisi takip edecekti: İlkinde geniş bir panoraması verilen ahlâk ve zihniyet dünyamızın bu İkincisi ile köklerine ve o arada dinî -manevî faktör ile ilgi ve ilişkisi üzerinde, durulacaktı. İki adım arasına tahminlerimden çok uzun bir zaman girdi.
Ele alınacak konunun -şayet yüzeyde basit ve yavan sözlerden ibaret kalmayacaksa- yazarından kaynaklara geniş bir vukufu ve o yolda yeterli bir formasyonu şart koşacağı ortada idî. Bu şartı bugün de ne derece yerine getirebildiğime emin değilim. Bir yanda gücümü ve tahminlerimi kat kat aşan zorluklar diğer yanda -meslek icabıbaşka türlü meşguliyetlerle üstüste gelince kafamdaki ile kâğıta dökebileceğim arasındaki mesafe uzadıkça uzadı.
Konuya yıllar yılı dönmek mümkün olmadı. Bununla beraber, gecikmenin büsbütün cesaret kırıcı olmadığını ve olmaması gerektiğini gösteren belirtiler de ortada hiç yoktur denemezdi. Her şeyden önce, din ve zihniyet konusu ve onunla birlikte Max Weber dosyası hemen hiç bjr yerde kapanmış değildi; bir çok ülkede hatta yeni yeni açılıyordu.
Birleşik Devletler ve İngiltere başta , olmak üzere batıda hemen her yıl Max Weber üzerine ardı arası kesilmeyen araştırmalar yayınlanıyor; yığınla kitap, inceleme, monografi birbirini izleyip gidiyor. Her fâni’ye nasip olmayan bir diriliş: Gerçek anlamı ile bir “Max Weber Renaissance’ı! Bir çok ülkede fikir ve bilim çevrelerinin o yolda hızla mesafe aldığını gördükçe, birikmiş notlarıma zarf ve dosyalar içinde daha fazla zindan hayatı yaşatmaya gönlüm razı olmadı.
Onlar da eksik güdük gün ışığına çıkmalı, kervana katılmalı idi. Gecikmenin belki de bir noktada hatta yararlı olduğunu düşünerek avunabilirdim: Yeni yayınların getirdikleri değişik bakış açıları yol boyunca benim için de elbette faydalı olacaktı. Din ve zihniyet konusunu bu sahifelerde önce genel çerçevesi içinde tanımaya çalışacağız. İncelememize, daha ileri adımlar için bir Program çalışması gözüyle bakmak da mümkündür. Çerçeve belli olduktan sonra ayrıntıları sırası geldikçe yerli yerine oturtmak kolaylaşmış olacaktır.
Sözü bir program çalışması diye bağlarken, neyin peşinde olduğumuzu, nereye varmak istediğimizi biraz daha açıklığa kavuşturmakta yarar vardır. İlk çalışmalarımızda da açıklanmıştı; biraz önce de değinildi: Zihniyet araştırmaları genel olarak iki koldan yürütülür. Zihniyetin bir yandan -hangi çağa ve çevreye aitse- geniş bir panoraması verilir.
Sonra da köklerine ve kaynaklarına inilir Panoramik görüntü, ne de olsa, çağın kültür muhtevasında yeri ve önemli payı olan çizgilerin toplanıp bir araya getirilmesi ile elde edilmiş olacağına göre, araştırıcının -sübjektif değer yargılarının değilse bile- yine de muayyen bir bakış açısının ürünü olmaktan öteye geçmez.
Bir kısım çizgilerin diğerleri önüne geçirilmesi ve belki gereğinden fazla vurgulanışı seçilen tabloya ister istemez sübjektif ve öyle olduğu için de her an tartışmaya açık bir renk katmış olacaktır. Öyle olmasında her halde fazla yadırganacak bir taraf olmasa gerektir. Arkadan söküp gelecek olan farklı değerlendirmeler tablonun eksiklerini ve -varsa- yanlışlarını giderme bakımından her zaman yararlı olmuştur ve olacaklardır.
Bundan önceki araştırmalarımızda biz de kültür dünyamızın genişçe bir kesitini göz önüne alarak iktisat ahlâkının ve zihniyetinin genel bir tablosunu vermeye çalıştık. Araştırmanın hedefi insanımızın yalnız dün değil, bir bakıma bugün de sürüp giden çizgilerini göz önüne sermekti. Çizgiler belirlendikçe bir yerde kendimizi bulmuş, kendimizi keşfetmiş olacaktık. Vardığımız sonuç aşağı yukarı şöyle idi 2 ) :
Bol ve ferah yaşamanın tattıracağı haz ve zevke (ya da özlemine) hiç bir zaman yabancı olmamakla beraber, o uğurda acele ve telâştan hoşlanmayan, yolunu ve yönünü tayinde göreneğe bağlı, işinde ve hesabında götürü bir insan! Çizgilerden bir kısmı bugün eski netliğini kaybetmiş olabilir. Bir kısmı da günün maddî kaygıları ve “routine” akışı içinde silinip gitmek üzere!
Ama halâ yabancımız olmayan taraflar eksik değil: Gücümüz yettiğince bol ve gösterişli tüketim bugün de üretim çabamızın önünde ve ilersinde (pahalı ve gösterişli lojman, ofis v.s. tutkumuzun sade, gösterişsiz tarafı ile’ hizmet ve üretim kapasitesi önünde gelmesi gibi.)! En ziyade İktisadî – teknik karakter taşıması beklenen konulan (kuruluş yerinden maliyet hesaplarına kadar) bir nevi el yordamı veya göz kararlaması ile geçiştirmeye alışık bir Ölçü gevşekliği!
Her şeyi -nasıl olsa bir yolu yordamı bulunur havası içinde- oluruna bırakma alışkanlığı.. Çoğunun altında ve gerisinde -biraz kurcalansa- çözülme devri insanımızın her şeyi kendi üstünde ve dışındaki kuvvetlerle (ister göktekinin “rahmet”i, ister yerdekinin himmeti ile) düzenlenmiş görme, alışkanlığından gelen rehavet, yavaşlık ve ağırlık gözden, kaçmayacak.
Yavaşlık ye ağırlık: Kapitalizmin baş döndürücü hızı karşısında kapitalizm – öncesinin nüfus kütüğünde en belirgin sıfatı! “Devlet aheste gerektir, câri” Bol ve ferah yaşamak.. Elbette, fakat peşinden tükenircesine koşuşup durmadan! Bol irad ve kazanç… Rahat bir rantiye hayatı için o da şart; fakat yine peşinde yorulup yıpranmadan.
Çözülme devri şairi hükmünü çoktan vermiştir : “Taab’la hasıl olan devlete gınâ denmez” 3 Bütün bunlar, dikkat etmeli ki, tek bir ağızdan çıkmış yakıştırmalar veya özlemler değildir. Yerli ve yabancı kalemlerin (kimi müşahit, kimi ıslahatçı ve muhtıra sahibi) birleştikleri noktalardan birini burada aramak yanlış olmayacaktır: “Devlet-i aliyyenin şiar-ı tevekkül ve sükûneti ve asâyiş-i umura meyi ve rağbeti”nden 4 söz eder bir yabancı yazar (Viyana Kongresi vesilesi ile).
Bir başka yerde, işlerin ters gidişine atâlet ve rehâvetin 5 yaygınlaşması sebep gösterilir. Örnekleri daha istenildiği kadar çoğaltmak mümkün. Mühim olan, hepsinin ayrı kollardan gelip aynı sonuçta birleşmeleridir. *** Buraya kadarı geçmiş bir portre denemesinden hatırda kalanlar; daha doğrusu kalemin ucuna gelenler! İşin o yanını, fazla veya eksik, bir sonuca götürüp bağladıktan sonra sıra ikinci âdıma, ahlâk ve zihniyetin köklerine gelmiş olacaktı.
Burada o ikinci adımın başında ve belki denemesinde bulunuyoruz. Ahlâk ve zihniyet dünyasını tarih boyu besleyip yoğuran sebepleri tek bir grupta toplamanın imkânsızlığı ortadadır. O yolda ilk adımı atarken çevrenin iklim, nüfus, din, politika ve daha pek çok unsurlarından örülü bir faktör yığını ile yüz yüze geleceğimizi gözden uzak tutmamak gerekir.
Bu derece karmaşık bir yığın karşısında yapılabilecek tek şey, yine belli bir bakış açısından hareketle faktörlerden birini seçip onu boyutları ve kütlesi büyütülmüş halde göz önüne koymak ve öylece perdeyi bir yanından olsun aralayabilmekten ibaret kalır.
Bu elbette diğer faktörleri inkâr etmek demek olmayacaktır. Diğerleri de birbiri peşinden ele alındıkça zincirin halkalarına bir yerde tamamlanmış gözü ile bakılabilir. Bizim burada seçip üzerine eğileceğimiz faktör din’dir. Yukarda çizilen, daha doğrusu önceki çalışmalarımızdan bu sahifalara aktarılan portre denemesinde bir kısım çizgileri dinî-mistik kökenlerine uzatarak asıllarını orada şekillenmiş görmek..
Peşinde olacağımız hedef bu! Esasında dinin, “kitabî” tarafı bir yana, geniş yığınlara uzanan sade, gündelik telkinleri ile insanın davranış biçimini ve o yoldan değer ölçülerini etkilemekten uzak kalmış olacağı düşünülemezdi. Din ki, tarih boyu aile bağlarından yakın ve uzak toplum katlarına, siyasete, sanat değerlerine kadar bütün bir yaşayış düzenine damgasını vurmuş; kiminde başarılı, kiminde başarısız ; fakat düzenleyici olmak iddiası ile daima devre içine girmiş.
Hepsinde öyle iken, değer anlayışının yalnız bir kesiminde -iktisada bakan yüzünde- başka türlü olacağı elbette beklenemezdi. Aslında din ile sosyal-ekonomik değerler arasında ilişkiden söz etmek değil etmemek garip olurdu. Bununla beraber, işin mantık tarafını arkaya alıp ayağımızı yere bastığımız anda bir takım tereddüdlerin peş peşe sıralanmaması mümkün değildir.
Her şeyden önce ve. hepsinin başında dinin kendisi gelir: Geniş ve genel çerçevesi içinde, İslam diye bir bütünden söz edilecekse, hemen söyleyelim ki, o tür bir klişenin konumuzda bize fazla yardımcı olacağı zannedilmemelidir. Kütlenin pratik ahlâk anlayışına ve davranışına ışık tutma noktasında soyut ve dogmatik bir din kavramının yararlığı çok su götürür.
Sadece dogma düzeyinde kalmış ve din ulemasının yorum ve içtihatlarından ileriye varmamış tartışmalardan kültür ve zihniyet tarihçisinin alacağı çok az şey vardır. İslâm, kabul etmek lâzımdır ki, bütün bir din ve kültür kompleksinin adı olarak, yayıldığı alanın özelliğine göre farklı çehreler göstermiştir: Arap yarımadasında başka, Kuzey Afrika ve Mezopotamyada başka, İran ve Anadolu’ da başkadır.
Kitabî-şer’î tarafı ile ilk İslâm belki hepsi için atlanıp geçilemeyecek bir ön-etap sayılabilir. Ancak kendi kültür çevremizi (Anadoluyu) göz önüne alınca, kütlenin dünya görüşünü ve arada iktisat ahlâkını yoğurup şekillendirmede ağırlığı şer’î – ortodoks kurallardan çok kütle ahlâk ve itikatlarının (tasavvuf ve tarikat âdabının) taşıdığına şüphe yoktur.
Dinî telkinler, soyut dogmatik kalıplardan değil, tekke ve tarikatların sade, samimi havası içinde yumuşatılmış haliyle basit mahallî kıssa ve imajlardan süzülüp geçerek halk idrakine aktarılmış olabilirdi. O noktada, sanırız, fikirler birleşmiş olacaktır.