IŞIĞIN OLDUĞU YERDE KARANLIK SAKLANAMAZ
Sonunda Zoey isteğini elde etmiş ve Vampir Yüksek Konseyi, Neferet’in gerçek yüzünü görmüştür. Bu sayede Zoey ve çemberi kendilerini ve çok sevdikleri okullarını her geçen gün biraz daha güçlenen Karanlıktan korumak için yardım almaya başlamıştır. Güvensizlik tohumlarının filizlendiği ve Karanlığın karmaşa yarattığı Gece Evi’nde herkesin birlik olması gerekmektedir ama bu, son derece zor görünmektedir… Gerilim gittikçe artarken Zoey ve çemberi Karanlığın galip gelmesini çok geç olmadan engelleyebilecek midir?
Gece Evi’nde kaos ve karmaşa artıyor…
***
BÖLÜM BİR
Lenobia
Lenobia o kadar huzursuzca uyuyordu ki tanıdık rüyası, bilinçaltı çıkış noktalarının ve fantezilerin göksel âlemini aşan bir gerçeklik hissine büründü ve ilk andan itibaren can acıtacak kadar gerçek bir hal aldı.
Bir anıyla başlamıştı. Onyıllar ve yüzyıllar geriye çekilip Lenobia’yı yeniden genç ve naif haline, onu Fransa’dan Amerika’ya, bir dünyadan diğerine taşıyan geminin yük bölümüne döndürdü. Lenobia bütün hayatı boyunca eşi olması gereken adamla, Martin’le bu yolculuk sırasında tanışmıştı. Oysa Martin çok erken ölmüş ve Lenobia’nın aşkını da beraberinde mezara götürmüştü.
Rüyasmda geminin hafifçe salınışını, at ve samanların, deniz ve balıkların ve Martin’in kokusunu almıştı. Hep Martin. Martin karşısında duruyor ve ona zeytuni kehribar rengi ve endişeli gözlerle bakıyordu. Lenobia az önce onu sevdiğini söylemişti.
“İmkânsız.” Rüyanın anısı zihninde yeniden canlanırken Martin uzanıp elini tutmuş ve nazik bir hareketle kaldırmıştı. Sonra da kendi kolunu kaldırıp ikisini yan yana getirmişti. “Farkı görüyorsun, değil mi?”
Rüya gören Lenobia küçük, sözsüz bir acı nidası çıkarmıştı.
O ses! Belirgin kreol* aksanı; derin, şehvetli, eşsiz ses tonu. Lenobia’yı iki yüzyıldan uzun süredir New Orleans’tan uzak tutan şey, sesinin o buruk tınısı ve güzel aksanıydı.
Lenobia soruyu birbirine yaslı halde duran, biri kahverengi diğeri beyaz kollara bakarak, “Hayır,” diye yanıtlamıştı. “Tek gördüğüm sensin.”
Tulsa Gece Evi’nde hâlâ derin bir uykudaki Atların Efendisi Lenobia’nın vücudu, zihnini uyanmaya zorluyormuş gibi huzursuzca kıpırdandı. Ama bu gece zihni itaat etmedi. Bu akşam hâkimiyet rüyalarında ve olabilecek şeylerdeydi.
Anılar dizisi kıpırdandı ve yine aynı geminin yük ambarında, yine Martin’le ama günler sonraki farklı bir anıya dönüştü. Martin ona ucunda koyu safir mavisine boyanmış bir kesenin bağlı olduğu uzun, deri bir ip uzatıyordu. İpi Lenobia’nın boynuna takarken, “Bu tılsım seni korusun, cherie,” dedi.
Bir kalp atımlık zaman diliminde görüntü dalgalandı ve zaman hızla bir yüzyıl ileri sarıldı. Yaşça daha büyük, daha bilge ve şüpheci bir Lenobia, parçalanan deri keseyi avuçlarının arasında tutuyordu. Martin’in söylediği gibi içinde tam on üç nesne vardı ve etrafa saçılmışlardı. Bu on üç şeyin büyük kısmı, Lenobia’nın tılsımı üzerinde taşıdığı yüz yıl içinde tanınmayacak hale gelmişti. Lenobia cılız bir ardıç kokusu hatırlıyordu; kil taşının toza dönüşmesinden hemen önce verdiği pürüzsüzlük hissini ve parmaklarının arasında ufalanan minik güvercin tüyünü. Ancak Lenobia en çok, Martin’in aşkının ve korumasının ufalanıp giden parçaları arasında zamanın zarar veremediği tek şeyi fark ettiği anda yaşadığı anlık sevinci hatırlıyordu – Bu, minik elmasların çevrelediği ve kalp biçiminde bir zümrüdün süslediği altın bir yüzüktü.
Lenobia yüzüğü parmak boğumunun üstünden kaydırırken, “Annenin kalbi, senin kalbin, benim kalbim,” diye fısıldamıştı. “Seni hâlâ özlüyorum, Martin. Unutmadım. Unutmayacağıma yemin etmiştim.”
Ve ardından, rüyadaki anılar bir kez daha geriye sararak Lenobia’yı yeniden Martin’e götürmüştü. Ancak bu kez denizde, birbirlerini bulup âşık oldukları zamanda değillerdi. Bu, karanlık ve korkunç bir anıydı. Lenobia rüyasında bile yeri ve tarihi biliyordu: New Orleans, 21 Mart 1788, günbatımından az sonra.
Ahırda bir yangın çıkmıştı ve Martin onu alevlerden uzağa taşıyarak hayatını kurtarmıştı.
Lenobia geçmişte Martin’e haykırmıştı. “Ah, hayır! Martin! Hayır!” Şimdi ise bu anının korkunç sonunu yeniden yaşamadan uyanmak için debelenirken için için ağlıyordu.
Uyanmadı. Aksine yarası hâlâ taze ve açıkmış gibi hissettirerek tek aşkının, iki yüzyıl önce kalbini kıran sözcükleri tekrar ettiğini duydu.
“Çok geç, cherie. Bu dünyada bizim için çok geç. Ama seni yine göreceğim. Sana olan aşkım burada bitmiyor. Sana olan aşkım asla bitmeyecek… seni tekrar bulacağım, cherie. Yemin ediyorum.”
Martin genç kadını esir almaya çalışan yaratığı ele geçirip onunla birlikte alevlerin arasına dönerek Lenobia’nın hayatını kurtarırken. Atların Efendisi sonunda iç parçalayan bir hıçkırıkla uyanmayı başardı. Yatağında oturdu ve titreyen eliyle terden sırılsıklam olmuş saçlarını yüzünden itti.
Lenobia’nın uyanır uyanmaz aklına gelen ilk düşünce kısrağı oldu. Aralarındaki psişik bağ sayesinde Mujaji’nin gergin, neredeyse paniğe kapılmış olduğunu hissedebiliyordu. “Şişşt, güzelim. Uyumaya devam et. Ben iyiyim.” Lenobia özel bir bağa sahip olduğu siyah kısrağa teskin edici hisler gönderirken yüksek sesle konuşmuştu. Mujaji’yi üzdüğü için kendini suçlu hissederek başını eğdi ve elini diğer elinin içine yerleştirip zümrüt yüzüğü parmağında çevirmeye başladı.
Kararlı bir sesle, “Aptallık etmeyi bırak,” dedi kendine. “Sadece bir rüyaydı. Güvendeyim. Orada değilim. O zamanlar yaşananlar beni olduğundan daha fazla incitemez.” Lenobia kendine yalan söylüyordu. Yeniden incinebilirim. Martin geri gelmişse, gerçekten gelmişse kalbim yine incinebilir. Boğazından bir hıçkırık daha kaçacak gibi oldu ama Lenobia dudaklarını birbirine bastırıp duygularını kontrol altına aldı.
Mantıklı ve kararlı bir sesle, “O, Martin olmayabilir,” dedi. Ona ahırlarda yardım etmek üzere Neferet tarafından işe alınan Foster -ve güzel Percheron kısrağı- sadece yakışıklı bir dikkat dağınıklığı vesilesiydi. “Büyük olasılıkla onu işe alırken Neferet’in niyeti de buydu,” diye mırıldandı. “Dikkatimi dağıtmak. Percheron’u da tuhaf bir tesadüften başka bir şey değil.” Lenobia gözlerini yumdu ve geçmişine ait canlanan anıların yolunu kapatırken yüksek sesle, “Travis, Martin’in yeniden beden bulmuş hali olmayabilir,” diye tekrarladı. “Ona verdiğim tepkinin alışılmadık derecede güçlü olduğunu biliyorum ama bir âşığım olmayalı çok uzun zaman oldu.” Vicdanı, hiç insan soylu âştğın olmadı, diye hatırlattı. Olmayacağına dair yemin ettin. “Yani kısaca, kısa süreli de olsa vampir bir sevgili edinmenin zamanı geldi de geçiyor. Bu tür bir kafa dağıtma bana iyi gelecek.” Lenobia hayal gücünü yakışıklı Erebus’un Oğulları listesini aklından geçirip adayları elemekle oyaladı. Zihninde güçlü ve kaslı bedenleri görmüyor, onların yerine tanıdığı zeytin yeşiline çalan kehribar rengi gözleri ve rahat gülümsemeyi canlandırıyordu.
“Hayır!” Bunu düşünmeyecekti. Onu düşünmeyecekti.
Ama ya Travis gerçekten içinde Martin’in ruhunu barındırıyorsa? Lenobia’nın söz dinlemez ruhu, aklını çelmek ister gibi fısıldıyordu. Beni yeniden bulacağına söz vermişti. Belki de bulmuştur. “Ne olmuş yani?” Lenobia ayağa kalkıp huzursuzca odada dolaşmaya başladı. “İnsan soyluların savunmasızlığını çok iyi biliyorum. Kolayca öldürülebiliyorlar ve bugün dünya 1788’de olduğundan çok daha tehlikeli. Aşkım bir kez kalp kırıklığı ve alevlerle son buldu ve o tek sefer bile yetti.” Lenobia durdu, yüreği gerçeği biliyordu ve vücudu ile ruhuna bunu pompalayarak onu gerçekliğe döndürürken yüzünü ellerinin arasına aldı. “Ben bir korkağım. Travis, Martin değilse kendimi ona açıp başka bir insan soyluyu sevme riskini almak istemiyorum ve eğer Martin’in bana dönmüş haliyse kaçınılmaz olana, yani onu yeniden kaybetmeye dayanamam.”
Lenobia kendini yatak odası penceresinin yanına yerleştirdiği sallanan sandalyeye bıraktı. Burada kitap okumayı severdi ve uyuyamadığı takdirde doğuya bakan penceresinden güneşin doğuşunu seyredebiliyor ve ahırların yanındaki araziye bakabiliyordu. Her ne kadar işin ironisinin farkında olsa da, sabah ışığından keyif duymaktan kendini alamıyordu. Vampir olsun olmasın, sonsuza dek sabahları, atları ve bir de uzun zaman önce, daha çok gençken ölen, teni sütlü kahve rengindeki bir adamı içten içe seven bir kız olarak kalacaktı.
Omuzlan düştü. Onyıllardır Martin’i bu kadar sık hatırlamıyordu. Genç adamın tazelenen anısı iki ucu keskin bir bıçaktan farksızdı. Bir yandan gülümsemesini, kokusunu ve dokunuşunu hatırlamayı seviyordu. Diğer yandan Martin’in anısı arkasında bıraktığı boşluğu çağrıştırıyordu. Lenobia iki yüzyıldan uzun bir süredir kaybedilmiş bir olasılığın, boşa harcanmış bir hayatın yasını tutmuştu.
“Geleceğimiz yanarak ellerimizin arasından alındı. Nefret, saplantı ve kötülüğün alevleri arasında kül oldu.” Lenobia başını sallayarak gözlerini sildi. Duygularını yeniden kontrol altına alması gerekiyordu. Kötülük, ışığın ve iyiliğin arasından boy göstermeyi sürdürüyordu. Odaklanmasını sağlayan derin bir nefes aldı ve düşüncelerini, etrafındaki dünya ne kadar kaotik bir hal alırsa alsın onu yatıştırmayı başaran bir konuya çevirdi: Atlar, özellikle de Mujaji. Biraz sakinleşmiş hissederek ruhunun, on altı yaşındaki Lenobia’nın İşaretlendiği gün, Nyx’in ona dokunduğu ve atlarla ilgili bir yetenekle ödüllendirdiği özel kısmına yönlendirdi. Kısrağını kolayca buldu ve Mujaji’nin hissettiği huzursuzluk yüzünden kendini suçlu hissetti.
“Şişşt.” Lenobia, aralarındaki bağ aracılığıyla gönderdiği güvenceyle kısrağını bir kez daha yatıştırdı. “Sadece aptallık ediyor ve kendimi düşünerek hareket ediyorum. Geçecek, benim tatlı kısrağım, sana yemin ediyorum.” Lenobia gece rengi kısrağına sıcaklık ve sevgi dolu hisler gönderince Mujaji, her zamanki gibi sükûnetini geri kazandı.
Lenobia gözlerini yumdu ve derin bir nefes koyverdi. Gece kadar siyah ve güzel kısrağının sonunda durulduğunu ve arka bacağını dikleştirerek rüyasız bir uykuya daldığını gözünde canlandırabiliyordu.
Genç kovboyun, ahırına gelişinin neden olduğu içsel karmaşaya kendini kapatarak kısrağına konsantre oldu. Uyku mahmurluğuyla, yarın, diye söz verdi kendine. Yarın, işveren-çalışan olmanın ötesine asla geçmeyeceğimizi Travis’e net bir şekilde belli edeceğim. Gözlerinin rengi, bana hissettirdikleri, bunların hepsi araya mesafe koyunca etkisini kaybetmeye başlayacak, öyle olmalı… Öyle olmalı.
Lenobia sonunda uykuya daldı.
Neferet
Shadowfax, aralarında bağ olmasa da Neferet’in çağrısına kendi isteğiyle cevap vermişti. Neyse ki dersler o akşamlık sona erdiği için iri Maine Coon cinsi kedi onunla spor sahasının ortasında buluştuğunda ortam loş ve boştu; etrafta hiç öğrenci yoktu. Ejderha Lankford da ortalıkta görünmüyordu ama bu büyük olasılıkla, sadece geçici bir süre içindi. Neferet yol üstünde sadece birkaç kırmızı çaylak görmüştü. Kırmızı serserileri Gece Evi’ne nasıl kattığını düşünmenin verdiği tatminle, kendi kendine gülümsedi. Kırmızı çaylaklar hoş ve kargaşa dolu olasılıklar sunuyordu, özellikle de Neferet, Zoey’nin çemberini kırmayı başarıp en yakın arkadaşı Stevie Rae’nin sevgilisinin kaybetmenin yasıyla yıkılmasını sağladıktan sonra.
Zoey’ye gelecekte acı ve eziyet çektirebileceği bilgisi Neferet’e sınırsız bir haz veriyordu ama kurban büyüsü tamamlanıp emirleri harekete geçmeden böbürlenme izni vermeyecek kadar disiplinliydi. O akşam okul sıradışı bir sükûnete bürünmüş ve neredeyse terk edilmiş gibi görünse de işin aslı herkes spor sahasına girebilirdi. Neferet’in sessizce ve hızlı çalışması gerekecekti. Sonrasında eserinin meyvelerinin tadını çıkarmak için bolca zamanı olacaktı.
Kediyle yumuşacık bir sesle konuşup yanına yaklaşmaya ikna etti ve Shadowfax nihayet yeterince yaklaşınca dizlerinin üstüne, onun hizasına indi. Neferet kedinin kuşkulu olacağını düşünmüştü çünkü onlar bazı şeyleri bilirdi. Kedileri kandırmak insanları, çaylakları, hatta vampirleri kandırmaktan daha zordu. Neferet’in kendi kedisi Skylar, Mayo’daki yeni çatı katı dairesine taşınmayı reddederek Gece Evi’nin kuytu köşelerinde takılmayı ve iri, yeşil gözleriyle onu izlemeyi tercih etmişti.
Shadowfax o kadar temkinli değildi.
Neferet’in işaretiyle Shadowfax ona iyice yaklaşıp aralarında kalan azıcık mesafeyi de kapadı. Kedi dost canlısı değildi; ne Neferet’e sürtündü ne de kadını kokusuyla şefkatle işaretledi ama yine de geldi. Neferet’inse tek ihtiyacı kedinin itaatiydi. Ondan sevgisini değil, canını istiyordu.
Tsi Sgili, Karanlığın Refakatçisi ve Gece Evi’nin ölümsüz, eski Yüksek Rahibesi, sol eliyle Maine Coon cinsi kedinin gri çizgili sırtını okşarken sadece birazcık pişmanlık duydu. Kürkü esnek, atletik vücudunun üstünde yumuşak ve gürdü. Sahiplendiği Savaşçı Ejderha Lankford gibi, Shadowfax da güçlü ve hayatının en parlak dönemindeydi. Ona daha büyük, çok daha önemli bir amaç için ihtiyaç duyulması çok üzücüydü.
Neferet’in pişmanlığı tereddüt etmesine yol açacak kadar büyük değildi. Kedi soylularla ilgili özelliğini kullanarak sıcaklık ve güven hissini zaten ona güvenen kediye avucu aracılığıyla iletti. Sol eliyle okşayıp onu yay gibi gerilmeye ve mırlamaya teşvik ederken sağ eli öne atıldı ve jilet keskinliğindeki hançeriyle Shadowfax’in boğazını çabucak kesti.
İri kedi hiç ses çıkarmadı. Ondan kaçmaya çalışan vücudu kasıldı ama Neferet’in eli tüylerini sımsıkı avuçladığı için onu, sıcak ve ıslak kanını yeşil kadife elbisesinin üst kısmına sıçrayacak kadar yakınında tutabildi.
Neferet’in etrafında zaten var olan Karanlığın filizleri beklentiyle titremeye başladı ama Neferet onları görmezden geldi.
Kedinin tahmin ettiğinden daha hızlı ölmesi Neferet’i sevindirdi. Shadowfax’in, gözlerini ona dikmesini beklememişti ama kedi, spor sahasının kumlu alanına düştükten ve artık ona direnemez olduktan sonra sığ nefeslerle, sessizce seğirerek ve dik dik bakarak yerde yatarken bile gözlerini ondan ayırmadı.
Neferet, kedi hâlâ hayattayken elini çabuk tutarak büyüye girişti. Ritüel hançerini keskin kısmından tutarak Shadowfax’in ölen vücudunun etrafında bir daire çizerek akan kanın hançere dolmasını ve kıpkırmızı, ufak bir hendeğin oluşmasını sağladı.
———
* Louisiana’daki İspanyol ve Fransız kökenli etnik grubun adı. (ç. n.)
Gölgeler Diyarı(Yeni sekmede açılır)