KALBİN KİLİDİNİ HANGİ ANAHTAR AÇAR?
Finn canlı Hapishane’den, korkunç Incarceron’dan kaçtı; ama orayı hatırladıkça acı çekiyor çünkü kardeşi Keiro hâlâ içeride.
Claudia, Finn’ın Kral olmasında ısrarlı, oysa Finn kendi kimliğinden bile şüphe ediyor.
Deli büyücü Rix, Hapishane’nin şimdiye kadar sevdiği tek insan olan Sapphique’in Eldiven’ini gerçekten buldu mu?
Keiro, Eldiven’i çalarsa dünya yıkıma mı sürüklenecek?
Biri içeride, diğeri dışarıda.
İkisi de özgürlük arayışında.
Sapphique gibi.
***
Derler ki Sapphique Düşüş’ünden sonra değişti. Zihni zedelendi. Umutsuzluğa kapıldı, Hapishane’nin derinliklerine daldı. Delilik Tünelleri’nde süründü. Karanlık yerleri ve tehlikeli adamları aradı.
SAPPHIQUE EFSANESİ
Ara sokak öyle dardı ki Attia bir duvara sırtını yaslayıp diğerini tekmeleyebilirdi.
Loşlukta kulak kabartarak bekledi; nefesi ışıldayan tuğlaları buğulandırıyordu. Köşenin ardında titreşen alevler, duvarlarda kırmızı dalgacıkların gezinmesine yol açıyordu.
Bağrışma sesleri, heyecanlı bir kalabalığın şüpheye yer bırakmayan gürlemesi iyice yükselmişti. Attia neşeli ulumalar, ansızın kopan kahkahalar duydu. Islıklar ve tepinme sesleri. Alkışlar.
Dudaklarındaki ıslaklığı yalayıp tuz tadı alırken, o insanlarla yüzleşmesi gerektiğini biliyordu. Buraya kadar gelip arayışı onca zaman sürmüşken artık geri adım atamazdı. Kendini küçücük hissetmesinin ve korkmasının faydası yoktu. Eğer kaçmak istiyorsa bunlar yarar getirmezdi. Yavaşça ilerleyip dar sokağın köşesinden baktı.
Meşalelerle aydınlanan küçük meydana yüzlerce insan doluşmuştu. Sıkış tepiş duruyorlardı, arkalan Attia’ya dönüktü, yaydıkları ter ve vücut kokuları yoğundu. Kalabalığın arkasında duran birkaç yaşlı kadın, görmek için başlarını uzatmışlardı. Gölgelerde yarımadamlar çömelmişti. Oğlanlar birbirlerinin omuzlarına çıkarak, bakımsız evlerin çatılarına tırmanmışlardı. Rengârenk tentelerle örtülü tezgâhlarda sıcak yemekler satılıyordu; keskin soğan kokusu ve yağ cızırtıları Attia’nın açlıktan yutkunmasına neden oluyordu.
Hapishane de olanlarla ilgileniyordu. Minik, kırmızı Gözler’inden biri sahneyi Attia’nın hemen yukarısından, pis samanlardan oluşma saçağın altından merakla izlemekteydi.
Kalabalığın neşeyle uluması Attia’nın omuzlarını kaldırmasına yol açtı; kendini zorlayarak dışarı çıktı. Köpekler yemek artıkları için dalaşıyorlardı; Attia onların etrafından dolanıp gölgeli bir kapının önünden geçti. Arkasından biri usulca yaklaştı; Attia birden bıçağını çekip döndü.
“Denemeye bile kalkışma.”
Yankesici geriledi; parmaklarını açmıştı, sırıtıyordu. Sıskaydı, kirliydi ve dişlerinin çoğu dökülmüştü.
“Sorun yok güzelim. Benim hatam.”
Attia adamın kalabalığa karışmasını seyretti.
“Sana hatayı gösterirdim ama,” diye mırıldandı. Sonra bıçağını kınına sokup adamın peşinden kalabalığa daldı.
İte kaka ilerlemek güçtü. İnsanlar birbirlerine yapışmışlardı ve ileride olup bitenleri görmeye hevesliydiler; hep birlikte inliyor, gülüyor, şaşkınlık nidaları atıyorlardı. Bacaklarının arasından geçen çocukları tekmeliyor ve onların üzerlerine basıyorlardı. Attia ite kaka, küfrede küfrede boşluklara daldı ve dirseklerin altından eğilerek geçti. Ufak tefek olmanın avantajları vardı. Ve Attia’nın en öne gitmesi gerekiyordu. Onu görmesi gerekiyordu.
İri yarı iki adamın arasından sıkışarak geçerken nefesi kesildi ve canı yandı; sonra birden kendini açıklıkta buldu.
Havada kesif kokulu dumanlar vardı. Dört bir yanda meşaleler çıtırdıyordu, Attia karşısında, etrafı halatlarla çevrilmiş bir çamur sahası gördü.
Sahada çömelmiş, tek başına duran bir ayı vardı.
Attia bakakaldı.
Ayının siyah postu yer yer kabuk bağlamıştı, gözleriyse küçük ve vahşiydi. Boynunda şıngırdayan zincirin ucu epey uzaktaki, gölgelerin içindeki bir ayı oynatıcının elindeydi; bu uzun bıyıklı, kel adamın cildi terden parlıyordu. Omzuna asılmış bir davul yan tarafından sarkıyordu; adam davulu ritmik şekilde çaldı ve zinciri sertçe çekti.
Ayı arka ayaklarının üstünde yavaşça doğrulup dans etti.
İnsandan uzun boyuyla beceriksizce yalpalayarak turluyordu; uzun ağzından tükürükler sarkıyordu ve zincirleri postunda kahverengi izler bırakıyordu.
Attia kaşlarını çattı. Hayvanın ne hissettiğini çok iyi biliyordu.
Elini kendi boynuna götürdü; bir zamanlar taşıdığı zincirin orada bıraktığı yara izleri ve morluklar neredeyse tamamen geçmişti.
O ayı gibi Attia’yı da kelepçelemişlerdi. Finn olmasa o kelepçelerden kurtulamazdı. Hatta şimdiye kadar ölmüş olurdu büyük ihtimalle.
Finn.
İsmi bile can yakıyordu. Onun ihanetini düşünmek acı veriyordu.
Davulun sesi iyice yükseldi. Hoplayıp zıplayan ayı zincirini beceriksizce çekiştirince kalabalık gürledi. Attia somurtarak seyrediyordu. Sonra ayının arkasındaki afişi gördü. Afiş rutubetli duvara yapıştırılmıştı; Attia onu köyün her yerinde görmüştü.
Yıpranmış ve ıslanmış, köşeleri kıvrılmış afiş zevksizce süslenmiş bir davetiyeydi.
GELİN İYİ İNSANLAR, HEPİNİZ GELİN!
MUCİZELERİ GÖRÜN!
KAYIP ŞEYLERİN BULUNDUĞUNU GÖRÜN!
ÖLÜLERİN YAŞADIĞINI GÖRÜN!!!
BU GECE
INCARCERON’UN
EN BÜYÜK SİHİRBAZINI GÖRÜN.
SAPPHIQUE’İN EJDERHA ELDİVENİ’ni giyen
KARA BÜYÜCÜ‘yü görün!
Attia can sıkıntısıyla kafa salladı. Bir Sapient veya hücre-çocuğu bulmak, Sapphique’in yerini bilebilecek herhangi birini bulmak için koridorları ve boş kanatları, köyleri ve şehirleri, bataklık ovaları ve beyaz hücre ağlarını iki ay araştırdıktan sonra, bulabildiği tek şey bir arka sokaktaki küçük, berbat bir gösteriydi.
Kalabalık el çırpıyor ve tepiniyordu. Attia yana itildi; eski yerine ite kaka geri dönünce ayının yüzünü terbiyecisine çevirmiş olduğunu gördü; adam ayıyı kaygıyla çekiyordu, uzun bir sopa kullanarak karanlığın içine yönlendiriyordu. Attia’nın etrafındaki adamlar küçümseyici kahkahalar attılar.
“Bir dahaki sefere ayıyla dans etmeyi dene,” diye seslendi biri.
Bir kadın kıkırdadı.
Arkalardan seslenen insanlar başka, yeni, farklı bir şeyler istiyorlardı; sesleri sabırsız ve azarlayıcıydı. El çırpmaya başladılar yavaş yavaş. Sonra sesler giderek kesildi ve ortalığa sessizlik çöktü.
Meşalelerle çevrili, boş sahada ayakta duran biri vardı şimdi.
Adam yoktan var oluvermişti, gölgelerin ve meşale ışıklarının ortasında belirivermişti. Uzun boyluydu ve üstündeki siyah ceket yüzlerce minik ışıltıyla parlıyordu tuhaf bir şekilde; kollarını iki yana kaldırarak açarken yenleri aşağı düştü. Ceketinin kalkık yakası boynunu çevreliyordu; adam loşlukta uzun, siyah saçlarıyla genç duruyordu.
Kimse konuşmadı. Attia sus pus olmuş kalabalığın afalladığını sezdi.
Bu adam Sapphique’e benziyordu.
Sapphique’in görünüşünü herkes biliyordu; ona dair binlerce resim, oyma, tasvir vardı. Kanatlı’ydı o, Dokuz Parmaklı’ydı, Hapishane’den kaçabilen Tek Kişi’ydi. Finn gibi o da geri döneceğine söz vermişti. Huzursuzlanan Attia yutkundu. Elleri titriyordu. Yumruklarını sıktı.
“Dostlarım.” Sihirbazın sesi alçaktı; insanlar onu duyabilmek için kulak kabarttılar. “Mucizeler sirkime hoş geldiniz. İllüzyonlar göreceğinizi sanıyorsunuz. Sizi aynalarla ve hileli iskambil kâğıtlarıyla, gizli cihazlarla kandıracağımı sanıyorsunuz. Ama ben diğer sihirbazlara benzemem. Ben Kara Büyücü’yüm ve size gerçek büyüyü göstereceğim. Yıldızların büyüsünü.”
Kalabalıktakilerden hep bir ağızdan bir şaşırma bağırışı yükseldi.
Çünkü adam sağ elini kaldırmıştı ve elindeki siyah eldivenden beyaz ışıklar yayılıyordu cızırdayarak. Duvarlardaki meşalelerin alevleri titreşerek küçüldü. Attia’nın arkasındaki bir kadın dehşetle inledi.
Attia kollarını kavuşturdu. Olanları seyrederken fazla huşuya kapılmamakta kararlıydı. Adam bunu nasıl başarmıştı? Elindeki Sapphique’in Eldiveni olabilir miydi gerçekten? O eldivenin hâlâ var olması mümkün müydü? İçinde tuhaf bir güç kalmış mıydı hâlâ? Ama seyrettikçe şüpheleri azaldı.
Gösteri büyüleyiciydi.
Büyücü kalabalığı avucuna almıştı. Nesneleri alıyor, kaybediyor, geri getiriyordu; güvercinleri ve Kınkanatlıları yoktan var ediyordu; bir kadını uyuttu ve duman kokulu karanlıkta, hiç dokunmadan onu yavaşça havalandırdı. Dehşete kapılmış bir çocuğun ağzından kelebekler çıkardı, ellerinde beliriveren altın paraları muhtaçların uzanan ellerine fırlattı; havada bir kapı açıp içinden geçince kalabalık geri gelmesi için seslenmeye başladı ve büyücü arkalarından geldi, deliye dönmüş kalabalığın içinden sakince yürüyerek geçti ve insanlar ona dokunmaya korkarcasına huşuyla yana çekildiler.
Attia yanından geçen adamın ceketinin kendi koluna sürtündüğünü hissetti; teni karıncalandı, bütün tüyleri hafifçe çıtırdayarak dikeldi. Adam parlak gözlerini yana çevirip Attia’yla bakıştı.
Bir kadın, “Oğlumu iyileştir ey Bilge! İyileştir onu,” diye haykırdı bir yerlerden.
Bir bebek havaya kaldırıldı ve insanların başlarının üzerinde elden ele geçirilmeye başlandı.
Büyücü dönüp elini kaldırdı.
“O sonra. Şimdi değil.” Sesi otoriterdi. “Şimdi tüm gücümü toplamaya hazırlanacağım. Zihin okumak için, ölümün boyutuna geçmek ve hayata geri dönmek için.”
Gözlerini kapadı.
Meşalelerin küçük alevleri titreşti.
Karanlıkta tek başına duran Büyücü, “Burada öyle çok keder var ki. Öyle çok korku var ki,” diye fısıldadı. Kalabalıktakilere baktı tekrar; insanların çokluğundan ürkmüş gibiydi, başarısız olmaktan korkuyordu sanki. Usulca konuştu: “Üç kişinin öne çıkmasını istiyorum. Ama en derin korkularının açığa çıkarılmasına gönüllü olmaları gerek. Bakışlarımın karşısında ruhlarını açabilecek kadar cesur olanlar gelsin sadece.”
Birkaç el kalktı. Kadınlar seslendiler. Attia da anlık bir tereddütten sonra elini kaldırdı.
Büyücü kalabalığa yaklaştı. “Şu kadın,” diye seslendi; yüzü kıpkırmızı olmuş bir kadın arkadan itilince tökezleyerek öne çıktı. “Şu adam.” Gösterdiği uzun boylu adam çevresindekiler tarafından öne sürüklendi, oysa gönüllü olmamıştı bile. Adam küfrederek öylece şaşkın şaşkın durdu; dehşetten donakalmış gibiydi.
Büyücü döndü. Bakışları kalabalıktaki yüzlerde amansızca gezindi. Attia nefesini tuttu. Adamın kasvetli bakışları, Attia’nın yüzünün üstünden geçerken dokunduğu yerleri ısıttı sanki. Adam durup geriye göz attı. Attia’yla onun bakışları karanlık bir an boyunca kesişti. Adam elini yavaşça kaldırdı ve uzun parmağını uzatarak Attia’yı gösteriverdi; kalabalıktakiler hep bir ağızdan haykırdılar çünkü tıpkı Sapphique gibi bu adamın da sağ işaret parmağının olmadığını görmüşlerdi.
“Sen,” diye fısıldadı Büyücü.
Attia sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Kalbi dehşetle küt küt atıyordu. Kalabalığın içinden ite kaka geçerek loş, dumanlı açıklığa çıkmaya kendisini zorlamak mecburiyetinde kaldı. Ama sakin olması, korkusunu belli etmemesi önemliydi. Başkalarından farklı olduğunu belli etmemesi de.
Üçü yan yana durdular; Attia yanındaki kadının heyecandan tir tir titrediğini hissedebiliyordu. Büyücü yürüyerek önlerinden geçip onların yüzlerini inceledi. Attia adamın bakışlarına elinden geldiğince asice karşılık verdi. O, adamın asla hayal edemeyeceği şeyler görmüş ve duymuştu. Dışarı’yı görmüştü.
Büyücü, kadının elini tuttu. Bir an sonra, “Onu özlüyorsun,” dedi çok usulca.
Kadın hayretle bakakaldı. Kırışıklı alnına bir tutam saçı yapışmıştı. “Ah, evet Üstat. Özlüyorum.”
Büyücü gülümsedi. “Korkma. O güvende; Incarceron’un huzuruna kavuştu. Hapishane onu belleğinde tutuyor. Onun vücudunun tamamı Hapishane’nin beyaz hücrelerinde.”
Kadın sevinçten hüngür hüngür ağlayarak Büyücü’nün ellerini öptü. “Sağ ol Üstat. Bana söylediğin için sağ ol.”
Kalabalıktakiler tezahürat yaptılar. Attia alaycı bir şekilde gülümseme izni verdi kendine, öyle salaktılar ki! Bu sözde büyücünün kadına aslında bir şey söylememiş olduğunu fark etmemiş miydiler? Adam şanslı bir tahminde bulunmuş ve genel laflar etmişti; bu insanlar da kanmışlardı resmen.
Büyücü kurbanlarını dikkatli seçmişti. Uzun boylu adam korkudan her şeyi söyleyebilecek haldeydi; Büyücü ona hasta annesinin durumunu sorunca adam kekeleyerek yanıt verdi. “İyileşiyor efendim,” dedi. Kalabalık alkışladı.
“Sahiden de iyileşiyor.” Büyücü eksik parmaklı elini sallayarak insanları susturdu. “Ve şu kehanette bulunuyorum. Annenin ateşi, Işıkyanması’ndan önce düşecek. Yatağında doğrulup seni çağıracak dostum. On yıl daha yaşayacak. Anneni görüyorum, senin torunların onun dizlerinde oturuyor.”
Adam konuşamadı. Gözlerindeki yaşları görmek Attia’yı tiksindirdi.
Kalabalıktakiler mırıldandılar. Belki de onlar daha az ikna olmuşlardı çünkü Büyücü, Attia’nın karşısına gelince birden onlara döndü.
“Gelecekten bahsetmek kolay, diye düşünüyorsunuz bazılarınız.” Genç yüzünü kaldırıp onlara baktı. “Söyledikleri doğru mu yanlış mı, nereden bileceğiz diye düşünüyorsunuz. Haklısınız da şüphesiz. Ama geçmiş… geçmiş ayrı bir meseledir dostlarım. Şimdi size bu kızın geçmişinden bahsedeceğim.”
Attia gerildi.
Adam onun korkusunu sezmiş olabilirdi çünkü hafifçe gülümsedi. Attia’ya bakan gözleri yavaş yavaş donuklaştı, soğuklaştı, gece karanlığına büründü. Sonra adam eldivenli elini kaldırıp Attia’nın alnına dokundu.
“Görüyorum,” diye fısıldadı, “uzun bir yolculuk görüyorum. Kilometrelerce, günlerce, bitkin halde yürüyorsun. Hayvan gibi çömeldiğini görüyorum. Boynunda bir zincir görüyorum.”
Attia yutkundu. Geri çekilmek istedi. Bunun yerine adamı başıyla onaylayınca kalabalık suskunlaştı.
Büyücü onun elini tuttu. Kendi eliyle sarmaladı; eldivenli parmakları uzun ve kemikliydi. Sesi şaşkındı. “Zihninde tuhaf şeyler görüyorum kızım. Uzun bir merdiveni tırmandığını, büyük bir canavardan kaçtığını, şehirler ile kulelerin üstünden gümüşi bir gemiyle uçtuğunu. Bir delikanlı görüyorum. Adı Finn. Sana ihanet etti. Seni geride bıraktı ve geri geleceğine söz verse de asla gelmeyeceğinden korkuyorsun. Onu seviyorsun ve ondan nefret ediyorsun. Bu doğru, değil mi?”
Attia’nın yüzü yanıyordu. Eli titriyordu. “Evet,” diye fısıldadı.
Kalabalık büyülenmiş gibiydi.
Büyücü, Attia’ya öyle bir bakıyordu ki kızın ruhu saydamdı sanki; Attia bakışlarını kaçıramadığını fark etti. Adama bir şeyler oluyordu, yüzüne ve gözlerinin arkasına bir tuhaflık gelmişti. Ce-