Bu derlemeyi basma fikri neredeyse dört yıl önce dostum Fahri Aral ile İstanbul’da hoş bir akşam vakti ortaya atıldı. O günü takip eden yıllarda her ikimiz de kitapla ilgilenemeyecek kadar yoğunduk; ben Leiden Üniversitesi’nde Türkiyat Araştırmaları Bölümü’ndeki çalışmalarımla, Fahri de Bilgi Üniversitesi Yayınları’nı kurma ve geliştirme çalışmalarıyla.
Nihayet şimdi derleme Türk okurlara üstelik de tam planladığımız gibi ulaşabildiği için fevkalâde memnunum. Makalelerin hem asıllarını hem de çevirilerini gözden geçirdikten sonra, bazı hususlarda size özür borçluyum. Öncelikle, yazılar on beş yılı aşkın bir zaman dilimini kapsadığından bir kısmı eskimiş sayılabilir. Yani, makalelerin ardından yeni çalışmaların yayımlanmış olma olasılığı var.
İkinci husus şu: Bazı makaleler farklı okur gruplarına hitap ettiklerinden lüzumsuz tekrarlardan kaçınmak mümkün olamadı maalesef. Bazı makaleler Avrupalı okura veya konunun uzmanı olmayan tarihçilere yönelik yazıldığı için kimi yerlerde konuyla ilgilenen Türk okurların zaten bildikleri birtakım açıklamalar var.
Amacımız makaleleri ilk basıldıkları halleriyle, fazlaca değiştirmeden basmak olduğundan bu hususta da okuyucunun affına sığınmam gerekiyor. Gene de, çoğunlukla aslında çok daha derinlikli bir şekilde ele alınmayı hakeden konular hakkında “tadımlık” bilgiler içeren bu makaleleri zevkle okuyup ilgi çekici bulacağınızı ümit ediyorum.
Kimi zaman kışkırtıcı bir biçimde de olsa sorulan soruların, cevapları tatmin edici olmasa dahi, bizleri düşünmeye sevkedeceğini farzetmek için yeterli malzeme sunduğunu umuyorum.
1927 yılının Ekim ayında, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında verdiği söylev, toplam 35 saat 33 dakika sürmüş ve altı güne yayılmıştır. Bu makalede, modern Türkiye tarihi ve tarihyazımında Nutuk’un oynadığı rolü incelemek istiyorum.
Bu konu şahsım için özellikle büyük bir önem taşımaktadır, zira araştırmalarım süresince, gerek 1978-1984 arasında, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin İstiklâl Savaşı’nda oynadığı rol hakkında, gerekse 1984-1989 arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk muhalefet partisi hakkında yaptığım çalışmalarda yazdıklarım sıklıkla Atatürk’ün Nutuk’ta 1918-1927 arasındaki dönem üzerine yazdıkları ile doğrudan bir yüzleşme ve düzeltme ilişkisi içindeydi.
Atatürk, 1927 yılının baharında, aynı yılın güz aylarında yapacağı konuşmanın hazırlıklarına başladı. Kendi yazışmalarına ilaveten, arşiv dosyalarının da en önemlilerini Çankaya’ya getirtti. Öncelikle kullanacağı arşiv malzemesini seçiyor, bunu takiben birkaç saat boyunca, çıkardığı notları, sırayla görevi devralan sekreterlere dikte ettiriyordu.
Günün çalışmaları, sık sık yakın çalışma arkadaşlarının beğenisine sunuluyor, neredeyse her akşam konuklar gün ağarıncaya dek yemek, içmek ve konuşmak -daha doğrusu yemek, içmek ve dinlemek- için konuta çağırılıyorlardı. Bu durumda, cumhurbaşkanının 1919 yılı sonrası Türk tarihi hakkında dev bir hitabe hazırlamakta olduğunun herkes tarafından bilinen bir sır haline gelmiş olması şaşırtıcı değil.
Haziran ayının ortalarında, son dört sene içindeki ikinci kalp krizini geçiren Atatürk, işlerine ara vermek zorunda kaldı. İki haftalık zorunlu bir istirahat döneminden sonra ay sonunda İstanbul’a geçti (ki bu, Mayıs 1919’daki ayrılışından sonra İstanbul’a ilk dönüşüydü). Dolmabahçe Sarayı’na yerleşerek, Nutuk için son hazırlıklarına başladı.
Tüm bu hazırlıkların sonunda Atatürk’ün 1923’te kendi kurduğu ve dönemin tek partisi olan Birinci CHP Kurultayındaki altı günlük söylevi ortaya çıktı. 15 ile 20 Ekim tarihleri arasında her gün sabah ve öğleden sonra ortalama üçer saat olmak üzere partiye hitap etti.
1925 baharında muhalefet basınının susturulmasından beri tamamen iktidar tarafından yönetilmekte olan gazeteler, her gün özetler yayımlayarak, cumhurbaşkanının sözlerine geniş yer verdi. Söylevin resmi konusu, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar, yeni Türkiye’nin kuruluşunun tarihiydi. Aslında anlatılanlar, 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona eriyordu.
Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yer, tüm metnin yaklaşık yüzde bir buçuğundan ibaret. Yazın çalışmalarını bölmek zorunda kalmasaydı, Atatürk’ün bu döneme daha fazla yer ayırmış olacağı düşünülebilir; fakat kanımca, söylevin (bilahare tartışacak olduğum) gerçek hedefleri göz önüne alındığında bu pek muhtemel görünmüyor.
Kurultaydan kısa süre sonra söylevin ilk baskısı, ilginç bir şekilde, Türk Tayyare Cemiyeti himayesinde gerçekleştirildi. İki ciltlik bu lüks baskının metinleri İstanbul’da, haritalarla çizimleri ise Viyana’da basılmıştı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda çıkan halk baskısı ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 50 bin kopya basılarak dağıtılmıştı.
Bu sayının boyutlarını anlamak için, dönemin Türkiye’sinde halkın sadece yüzde 10,6’sının okuma-yazma bildiğini (kadın-erkek ve şehir-köy oranları arasında da büyük farklar vardı), yani potansiyel okuyucu sayısının tahmini 1,4 milyon kişi olduğunu göz önüne almak gerekir. Basım sayısının yüksekliği, TC idaresinin bu metne verdiği önemi de gösteriyor.
Müteakip yıllarda, hepsi 1928’de kabul edilen Latin alfabesinde olmak üzere, orijinal metnin üç baskısı daha yayımlanmıştır: 1934 ve 1938’in Kültür Bakanlığı yayınlarını, Millî Eğitim Bakanlığı adına Türk Devrim Tarihi Enstitüsü’nün 1950 (I. Bölüm), 1952 (2. Bölüm) ve 1959’daki (3. Bölüm) yayınları izlemiştir. Bu son baskı 1973 yılına kadar on üç defa tekrar basılmıştır.
1938 yılında tek cilt olarak (ki buna belgeler 1927’de Türk Tayyare Cemiyeti’nin dahil edilmemişti), popüler ve devletin büyük para yardımıyla çıkan baskı hariç hepsi, iki cilt metin ve bir cilt belgeden müteşekkildi. Orijinal Osmanlıca baskıların yanısıra, 1963’ten beri, Türk Dil Kurumu tarafından Söylev adıyla en az altı kez daha basılmıştır.
“Söylev” kelimesi gibi metnin geri kalanı da yeni Türkçeye çevrildi. 1973-1975 yıllarında da yeni bir diğer modernizasyon, belgeler olmaksızın, iki cilt halinde yayımlandı. Bu baskı, on yıl önce yayımlandığında fazla yapay bir öztürkçe kullandığı düşünülen Türk Dil Kurumu Söylev’ine bir tepki olarak çıktı. Bu sefer daha doğal bir modern Türkçe kullanımına özen gösterildi.
Günümüz Türkiye’sinde metnin orijinalini anlayabilecek çok az sayıda insan olması, bu “modern” baskılara ihtiyaç doğuruyor. Atatürk’ün kullandığı geç dönem Osmanlıca, gerek metnin kendisinde görülebildiği kadarıyla, gerekse dış kaynaklardan alınan bilgilere göre, Namık Kemal’in üslûbundan büyük etkiler taşıyor. Her ne kadar 1860’lar için Namık Kemal’in dili şaşırtıcı derecede sarih olsa da, sözcüklerin seçimi ve dizimi, Arapçadan alınmış öğelerle doluydu.
Türkiye’de otuzlu yıllardan beri dura kalka devam eden dil devrimi o kadar etkili oldu ki, günümüzde Türkler özel eğitimden geçmeden bu metni anlayamazlar. Resmi olarak dildeki bu sürece “sadeleştirme” ya da “özleştirme” dense de, günümüzde daha sıklıkla kullanılan terim “Türkçeye çevrilmiş”tir. Bu da günümüz Türklerinin kendilerini, imparatorluğun dilinden bile ne kadar uzak gördüklerinin bir işareti.
Sadeleştirme ve özleştirme ile uğraşanların, Türkiye koşullarında kendilerine ne kadar özgürlük tanıyabildikleri ilginç bir araştırmaya konu olabilir. İyice basitleştirilmiş bir baskı, Milliyet gazetesi tarafından çocuk kitabı olarak çıkartıldı.
Nutuk, zaman zaman çizgi roman haline de getirildi. Nutuk daha 1928-29 yıllarında çevrilerek Almanca, İngilizce ve Fransızca basıldı. Üç tercüme de Leipzig’deki Koehler Yayınevi tarafından yayımlandı. Dr. Paul Roth tarafından Türkçeden yapılan Almanca tercüme gayet kalitelidir.
Almancaya yapılan edilen iki çeviri ise yanlışlarla dolu ve güvenilir değil. Buna rağmen İngilizce çeviri, 1962 ve 1973 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nca hiçbir değiştirme yapılmadan yeniden basıldı. 1929-1934 yıllarında Moskova’da ise dört ciltlik bir Rusça tercüme basıldı.
Bu kadar ilgi görüp Türk tarihinin yazılmasında bu kadar büyük bir rol oynayan bu metnin hâlâ bilimsel bir baskısının yapılmamış olması ilginçtir. Atatürk’ün düzeltmelerini de içeren Nutuk elyazmaları, Atatürk’ün ölümünün ardından önce Ziraat Bankası’nda bir kasaya, sonra da Genelkurmay’ın ATAŞE arşivine kaldırılmıştır.
Ne yazık ki bu, tüm Türk arşivleri arasında en ulaşılamaz olanıdır. Türk tarihyazımında herhalde en büyük eksiklik, elyazmalarına, eldeki arşivlere ve Atatürk’ün çevresindekilerin tanıklıklarına dayanılarak derlenmiş, açıklayıcı notlar da içeren eleştirel bir Nutuk basımıdır. Nutuk, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinin yazılmasında çok büyük bir rol oynamıştır.
Türkiye’deki lise ve üniversite ders kitapları, kimi zaman değişik sözcüklerle, kimi zamansa doğrudan olmak üzere sık sık Nutuk’tan alıntı yapar. Popüler ve hattâ bilimsel tarihyazımında da daima temelde Nutuk takip edilir. Bu sadece Türkiye’deki çalışmalar için değil, Avrupa ve Amerika’dakiler için de geçerlidir.
Şüphesiz, Atatürk’ün sözlerinin nesnel gerçekler olarak kabul edilmiş olmasında, modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu olarak sahip olduğu büyük prestijin de payı vardır; fakat buna ilaveten, Atatürk’ün anlatısını kontrol etmek için elimizde ne kadar kaynak bulunduğu sorusunu unutmamak gerekir.
Bu durumda, Ortadoğu’da pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de modern bir tarihçi için durum pek parlak değildir. Bilindiği gibi, Türkiye’deki arşivlerin kısıtlayıcı tutumları yıllardır tartışma konusu olmuştur. 1989’da, dış baskıların da etkisiyle daha liberal bir rejimin göreve başlamasıyla, Başbakanlık Arşivi’nin elli yıldan eski, kataloglanmış ve Türk devletine zarar vermeyecek içerikteki bölümleri kullanıma açıldı.
Bu arşiv, Kurtuluş Savaşı veya Türkiye Cumhuriyeti gibi Nutuk’ta sözü geçen konuların arşivlerinden ziyade, Osmanlı merkez idaresinin arşivlerini barındırıyor. Nutuk konuları için gerekli olanlar ise, Genelkurmay, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri.
Bu arşivlere girmek hâlâ sorunlu görünse de, zaman zaman güvenlik ihlalleri olmuyor değil: Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı arşivlerinin bir görevlisi, bu arşive dahil edilmiş olan “Atatürk Arşivi”nin fotokopilerini siyasi bir gazeteye satmıştı.