Roman (Yerli)

Şelale’nin Bez Bebeği

selalenin bez bebegi 5edbb46aa5bcdŞelâle…
Hariciyeci Fahrettin Bey’in biricik torunu, Kerim Bey ve Mualla Hanım’ın güzeller güzeli kızı, Fransız Dadı Sara’nın
Nar  Çiçeği…

Adını asi babaannesinden ve Karadeniz’deki Güzeldere Şelalesi’nden alan bu eşsiz masumiyetin, köşklerde büyük ihtimamlarla büyütülen bu zarif çiçeğin başına neler gelecek?  Bir yaşamın içine ne kadar büyük bir aşk ve acı sığabilir?

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze, bir ailenin mutluluklar, aşklar, ayrılıklar ve hırslarla dolu zengin  hikayesi… Küçük bir kız için bez bebeği ne kadar da önemlidir. Ya Şelale’nin bez bebeği?

“… Yıllar yılı, günün bu muhteşem anında,
içim gibi kan kırmızı çayım olur,
Hep bardağımda!
Hasretini şeker yapar, seni oturturum karşımda!
Biliyorum, bir ömür böyle içeceğim çayı,
Güneşin aya göz kırptığı bu muhteşem anda!
Gözlerimde yaş, içimde kanayan bin bir dert olsa da.”

***

1

Bugün haziran ayının yirmi sekizi olduğu halde, hava mart başları kadar soğuk. Parlak bir güneş var ama bu tıpkı, içi boş, dışı hoş insanlara benziyor; ısıtmıyor, güven vermiyor.

Kerim Bey ve ailesi sabah erken saatlerde Erenköy’deki köşkten ayrılmışlar, öğlen yaklaştığı halde, hâlâ Düzce’ye varamamışlardı. Bu yıl Güzeldere’ye, önceki senelerde olduğu gibi istekli gitmiyorlardı. Evin genç, güzel ve iyilik dolu hanımını kaybetmek, herkesi fazlasıyla üzmüş, özellikle de hâlâ karısına deli gibi âşık ve de hayran olan Kerim Bey’i derinden yaralamıştı. Kızı Şelale’ye her bakışında, bu küçücük kızı nasıl annesiz büyüteceğini ve henüz kendisinin bile kabullenemediği bu acı haberi, ona nasıl söyleyeceğini düşünüyor; kendini bir çıkmazın içinde ve güçsüz hissediyordu. Bütün bu acılar ve çaresizlikler içinde, Şelale’nin varoluşuna şükrediyor, karısından kalan muhteşem bir aşkın meyvesi olan, birlikte dünyaya getirdikleri bu harika çocuğa sahip olduğundan dolayı da kendini şanslı hissediyordu. Şu anda Kerim Bey’i yaşama bağlayan tek varlık, Şelale’ydi.

Kerim Bey, o yaz Güzeldere’ye gitmezse, bir daha gidemeyeceğini düşünüyordu. Eşi Mualla’nın da, annesi Şelale Hanımefendi’nin de bu vadiye ve oradaki eve düşkünlüğü bir tutku halindeydi. O evi ne satmaları ne de terk etmeleri mümkün değildi. O halde bu ev yaşamalıydı ve hayatlarının önemli bir mekânı olmaya devam etmeliydi. Bunun aksi bir davranıştan, Mualla’nın hiç de memnun olmayacağını, dahası ruhunun rahat etmeyeceğini düşünüyordu. Ayrıca küçük kızı Şelale de orayı çok seviyordu. Gerçi bu yıl çok buruk ve isteksiz yola koyulmuştu ama onun, nerede olursa olsun buruk olması kaçınılmazdı. O, anne sevgisinden mahrum olarak büyüyecekti. Çevresindekiler bu açığı ne kadar kapatmaya çalışırlarsa çalışsınlar, bir annenin yokluğu asla kapatılamaz, anne sıcaklığının, şefkatinin yerini hiçbir şey tutamazdı. O henüz annesini tam olarak kaybettiğini bilmiyordu. Ona çok hasta olduğu ve Fransa’da tedavi gördüğü söylenmişti, ama o, annesini kaybettiğini, çocukça önsezisiyle çoktan anlamış gibiydi. Üzerine annesiz bir çocuğun hüznü ve hırçınlığı çökmüştü bile…

Şelale biraz da, çok sevdiği dedesi Fahrettin Bey’in, kendileriyle Güzeldere’ye gelmeyişine bozulmuştu. Dedesinin de annesi için çok üzüldüğünü kavrayabiliyordu ve dedesiyle her konuşmasında, ‘annem geldiği zaman’ ile başlayan cümleler kuruyordu. Bu davranışıyla sanki hem kendini hem de dedesini teselli ediyor gibiydi. Fahrettin Bey, “Ben gelmeyeceğim,” dediği zaman fazlaca ısrar etmemişti. Biraz boynunu büküp içini çekerek, dadısı Sara’nın yanına sokulmuştu. Fahrettin Bey de, köşkün emektarları Sulhiye Hanım ve kocası İsmail ile kalmıştı. Yaşlı, hasta ve de acılıydı. Büyük şehirde, hekimlerin ve hastanelerin olduğu yerde olması, aslında doğru bir seçimdi.

Kerim Bey’in eski Buick marka arabasını, şoförü Mahmut kullanıyordu. Mahmut’un yanında karısı, yani evin işlerine bakan kâhya konumundaki Nuriye Teyze vardı. Kerim Bey arka koltukta oturmak zorunda kalmıştı; çünkü Şelale çok sevdiği babasıyla dadısının yanında olmak istemişti.

Kerim Bey’in aklı kaybettiği eşinde, gözleriyse çevresinde, dalgın dalgın otururken araba birden sarsıldı. Belli ki bir çukura girmişti. Mahmut arkasına hafifçe dönerek:

“Affedersin bey, yollar çukurlarla dolu, birinden kaçayım derken ötekine yakalanıyorum,” dedi.

“Olacak, bunlar da düzelecek Mahmut. Türkiye Cumhuriyeti henüz kişiliğini pekiştirmeye çalışan bir çocuk gibi. Başımızdaki kahramanlar, yoktan bir devlet yarattı. O devletin nasıl yaratıldığını, Kurtuluş Savaşı’nın topsuz, tüfeksiz ve parasız nasıl kazanıldığını ben herkesten iyi bilirim. Şu on, on iki yıl içinde bile Türkiye ne kadar değişti, ne kadar çağdaşlaştı, hepimiz görüyoruz.”

Kerim Bey, Fransa’da siyaset ilmi tahsilini tamamlayıp da yurda döndüğünde, Osmanlı İmparatorluğu dağılmıştı; itilaf devletleri, Sultan Vahdettin’i istedikleri gibi ve tabii kendi menfaatleri doğrultusunda yönetiyorlardı. Dillerde dolaşan, herkesin ümit bağladığı bir isim vardı: Mustafa Kemal.

Kerim Bey önce bu genç kahraman için bilgi topladı. Sonunda ona inandı. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişinden sonra, aceleyle kendini onun yanına atmış ve yakınında çalışma şansını yakalamıştı. Bütün savaşların cephe gerisindeydi. O da bizzat savaşmayı istemiş ama Atatürk ve kurmayları, kendine cephe gerisinde daha çok ihtiyaçları olduğunu, bu sebeple cepheye gönderemeyeceklerini söylemişlerdi. Kerim Bey, gerçekten de cephe gerisinde faydalı olduğuna inanıyordu. Bir nevi planlama ve taktik uzmanı gibi çalışmış, hatta bir iki sefer de bizzat Mustafa Kemal ve İsmet Paşa ile karşılaşmak, onları dinlemek şansını elde etmişti. Ankara’ya gidişinin, ona sağladığı nimetleri bununla da sınırlı kalmamıştı.

Cumhuriyetin ilanından birkaç yıl sonra, subay arkadaşıyla birlikte meclisin karşısında yeni açılan, siyasilerin ve ünlü isimlerin uğrak yeri olan Ankara Palas Oteli’ne gitmişlerdi. Bitişik masalarında, orta yaşının üzerinde iki çift vardı. Çiftlerden yüzü Kerim Bey’e dönük olanlar, orta yaşlarda, giyimi, kuşamı ve davranışlarıyla görgülü bir aileydi. Öteki çift ise yine yaşlı, kelli felli bir beyefendiyle, çok genç ve eşsiz güzellikte bir genç kızdı. Yakın masalarda oturan gençlerin hepsinin gözü bu güzel kızdaydı. Gerçekten büyüleyici bir hali vardı. Kerim Bey bir anda çarpılıvermişti. Gözünü masadan, yani bu eşsiz güzellikteki genç kızdan alamıyordu. İçlerinde en yaşlı olan subay, “Kerim, Fahrettin Bey’in kızını çok beğendin galiba? Yani haksız da sayılmazsın,” dedi. Kerim Bey sevinçle, “Tanıyor muydunuz komutanım?” diye sordu.

“Evet. Fahrettin Bey, Sultan Vahdettin’in sarayında, hariciye nazırlığında vazifeliydi. Çok asil ve köklü bir aileden gelmektedir. Osmanlı’nın son zamanlarında, halifenin ve çevresinin, düşmanlara karşı gösterdiği zayıflığa ve yapılan yanlışlara dayanamadı. Çok sevdiği eşi Şelale Hanım’ı da yeni kaybetmişti. Onu ileri sürerek, Sultan Vahdettin’den, vazifesinden affedilmesini, manen çöküntü içinde olduğunu, bu kritik günlerde kendini tamamen işe verebilecek kişilere ihtiyaç olduğunu söyleyerek ayrıldı. Ve o da senin gibi soluğu Ankara’da aldı. Zannederim herhangi bir faal görev beklemiyordu ama hariciyenin şekillenmesinde büyük rol oynadı.”

Cumartesi akşamları Ankara Palas Oteli salonlarında müzik olurdu. Başlamıştı bile; Atatürk’ün çağdaş devletinin çağdaş insanları her şeye çabuk ayak uyduruyordu. Birkaç çift dans pistine kalkmıştı. Binbaşı Cevat ayağa kalktı.

“Kalk Kerim, seni Fahrettin Bey ve kızı ile tanıştırayım.”

Kerim Bey’in bacakları titremeye başlamıştı. Binbaşı Cevat, diğer masaya yaklaşınca, hafiften eğilerek, “Saygılar efendim, arkadaşım Kerim Bey, Atatürk’ün gizli kahramanlarından… Hem hatırınızı sorayım hem de bu gençle sizi tanıştırayım istedim. O size gençlik, siz de ona olgunluk ve tecrübe aşılayabilirsiniz. Arkadaşlığı sizi hayal kırıklığına uğratmaz. Yaşından çok olgun bir gençtir,” dedi.

“İyi ettin Cevat, çok memnun oldum. Ben aklı başında gençlerle sohbet etmeyi hep sevmişimdir.”

“Kızım Mualla, aile dostumuz Mehmet Tunuslu Bey ve eşi Füreyya Hanım… Biraz bizimle oturmaz mısınız?”

Zaten bunu bekleyen Kerim Bey hemen oturdu. Binbaşı Cevat da yanına… Bir müddet sonra Mehmet Tunuslu ile eşi dansa kalktılar. Kerim Bey hemen ayağa kalkarak, Fahrettin Bey’in önünde eğildi.

“Eğer izin verirseniz ve Mualla Hanım da lütfederse, dansa kalkabilir miyiz?” Fahrettin Bey memnun olmuştu. Kızına döndü.

“Mualla, bu centilmeni geri çevirmezsin herhalde?”

Mualla’nın yanakları pespembe olmuş, güzelliğine bir kat daha güzellik katmıştı. Ayağa kalkıp piste doğru yürürken, Mualla fısıldar gibi, “Ben dans etmesini fazla bilmem. Birkaç kız arkadaşımla yaş günlerinde yaptığım danslar, hepsi o kadar,” dedi. Kerim Bey de hafiften Mualla Hanım’ın kulağına eğilmiş, “Ben de! Ama eminim periler her şeyi becerir. Siz de bir peri olduğunuza göre,” diye karşılık vermişti.

İşte bu büyük aşk böyle başlamıştı.

Birden Şelale’nin sesi duyuldu.

“Baba çok sıkıldım. Ne zaman faytona bineceğiz?”

Kerim Bey o kadar dalmıştı ki nerede, ne yapıyor olduğunu unutmuştu. Aceleyle çevresine baktı.

“Gelmişiz bile, güzel kızım.”

Şelale çevresine baktı. Evet, içinde çapraz ağaçlar olan, duvarları sıvasız, tek katlı, iki katlı bakımsız evlerin içinden geçiyorlardı. Sokakta pek kimseler yoktu. Mahmut sola kıvrıldı, dar bir sokağın içine girmişti. Burada faytonlar bekliyordu. Sokakta atların dışkısından dolayı ağır bir koku vardı.

Mahmut arabayı durdurur durdurmaz, Faytoncu Hüsnü, koşarak yanlarına geldi. Hüsnü’nün faytonu Düzce’nin en fiyakalı faytonuydu. Hüsnü, Kerim Bey’i ve görünüşte büyük, aslında küçük olan ailesini görmekten çok mutlu olmuştu. Bu civarda, sık sık fayton çağıran ve cömertçe para ödeyen, birkaç aileden biriydi. Aile görünüşte büyüktü; çünkü şoför, kâhya, dadı gibi bir çalışan grubuyla beraberlerdi. Gerçek aileyse küçüktü, hele şimdi sadece bir kız çocuğu ve bir babadan oluşuyordu. Hüsnü saygı ile eğildi:

“Hoş geldiniz Kerim Bey.”

“Hoş bulduk Hüsnü, nasılsın? Kışı nasıl geçirdiniz?”

“Sağ ol beyim. Bizim gibiler her kışı, ‘iki gün sonra sobada ne yakacağız, bahar ne zaman gelecek,’ hesaplarını yaparak geçirir. Bu yıl bahar da hiç gelmeyecek gibi efendim. Sizin de kışınız iyi geçmemiş, çok…” derken, Kerim Bey sözünü kesti; çünkü küçük Şelale’nin duymasını istemiyordu.

“Sağ ol Hüsnü. Bir an evvel gitsek iyi olur. Hava soğuk, Şelale de yoruldu.” Sonra Mahmut’a döndü.

“Biz faytona yerleşirken, sen arabayı her zamanki yerine bırak. Şevket Bey’e de benden selam söyle. Bir müsait günde görüşürüz.”

Şevket Bey, Düzce’nin somun ekmek yapan iki fırıncısından biriydi. Her yaz Kerim Bey’in arabasını, fırının arkasındaki büyük arsada, fındık ağacının gölgesinde saklardı.

Mahmut çabucak döndü. Mahmut ile Nuriye faytonun açık tarafına, Kerim Bey ve Dadı Sara da Şelale’yi ortalarına alarak, faytonun kapalı yerine oturdular. Çok az olan eşyalarını arabacının yanına koymuşlardı. Eşyaları çok azdı; çünkü Güzeldere’deki büyük evde ihtiyaçları olan her şey vardı. Yanlarına sadece birkaç yeni kıyafet ve ilaç almışlardı.

Araba hareket etti. Yollar çok bozuk olduğundan, fazlaca sarsılıyorlardı. Şelale birden ürperdi. Galiba üşümüştü. Babası küçük kızı kendine doğru çekip koluyla sımsıkı sardı.

Şelale, arabanın sarsıntısından ve erken kalkmış olmasından dolayı, bir müddet sonra başını babasının koltuğuna sıkıştırarak uyudu. Aslında fayton yolculuğuyla da bu seyahat tamamlanmıyordu; Gölyaka’yı geçtikten sonra da atlarla ve eşeklerle yol alacaklardı.

Güzeldere’deki evin bakımını yapan ve kışın da orada oturan Fadime Hanım ve kocası Ramazan, üç günden beri büyük evi hazırlıyorlardı. Fadime hâlâ evde hazırlık yapmakla meşguldü. Ramazan Efendi de Kerim Bey’in evinde beslenen iki at ile köyden iki eşek ve bir at almış, köyün yolunda onları bekliyordu. Zira burası Düzce’den de soğuktu. Tam bir Karadeniz havası hâkimdi. Dağlardan devamlı bir rüzgâr eser, nem oranı yüksek olur, akarsuların ve Efteni Gölü’nün serinliği büyük bir alan içinde hissedilirdi. Karşıdan faytonu görünce sevinen Ramazan Efendi, kısa bir ‘hoş geldiniz’ merasiminden sonra, Şelale’yi Kerim Bey’in kucağından alarak, atına binmesine yardımcı oldu ve küçük kızı, babasının önüne oturttu. Sara ve Mahmut da diğer atlara, Ramazan Efendi ile Nuriye Hanım ya da kısaca Nuriş de eşeklere bindiler. Yolculuğun en zor ve en sıkıcı kısmı olmasına rağmen, Şelale için en cazip ve en heyecanlı bölümüydü. Küçük kızın günlerden beri ilk defa yüzünde bir gülümseme belirmişti. Bu ailede Güzeldere Şelalesi’ne olan düşkünlük, atlara karşı da vardı. Aile, güzel ve kaliteli olan her şeyi beğenirdi ama bu ikisi tutku halindeydi.

Eve vardıklarında, Fadime’nin yaptığı çeşit çeşit gözlemeleri ayran ve çay içerek yiyen Kerim Bey ve ailesi, akşamın erken saatlerinde odalarına çekildiler.

Ev çok büyüktü. Girişte küçük bir bahçe vardı. Bahçenin ortasındaki mermer bir oluktan tertemiz, buz gibi bir su akardı. Küçük taşlarla kaplanmış ince bir yoldan iki basamakla geniş bir verandaya çıkılır ve buradan bir kapıyla mutfağa, diğer bir kapıyla da hole girilirdi. Holde, büyük bir salon, salonun köşesinde ise İtalyan mermerleriyle yapılmış geniş bir şömine vardı. Holün biraz ilerisinde de kocaman bir banyo bulunmaktaydı. Banyonun yanındaki büyük odayla alt kat tamamlanırdı. Evin üst katına, verandanın solundan mermer bir merdivenle çıkılır, bu merdivenin sol tarafından da bir bahçe kapısına daha ulaşılırdı. Kapı çok geniş, setler halinde düzenlenmiş bir bahçeye açılırdı. Bahçenin solundaki köşede dört beş tane nar ağacı vardı. Mualla Hanım narçiçeklerini çok sevdiğinden, Kerim Bey diktirmişti ve bakımına özel bir ilgi gösterirdi. Biricik kızları Şelale’yi de ‘Nar Çiçeğim’ diye çağırmaları bundandı. Bahçenin eve uzak olan diğer bir köşesinde Fadime ile Ramazan Efendi’nin yaşadığı küçük bir ev, onun ilerisinde de atların ve yanında da birkaç keçiyle bir ineğin bulunduğu bir ahır vardı. Bahçede her çeşit meyve ağacı olmakla beraber, en fazla fındık ve incir ağacı göze çarpardı. Ev, kayalıklar üzerine inşa edilmişti. Sağ tarafı uçuruma ve Güzeldere Şelalesi’ne bakardı. Oldukça uzakta olmasına rağmen, şelalenin bir bölümü ağaçlar arasından gözükürdü. Zaten daha yakında olsaydı; suyun gürültüsü, ev sakinlerini rahatsız edebilirdi. Verandanın üstü kapalıydı. Bu çıkmayla hem üst kata bir genişlik sağlanmış hem de nefis oymalı korkuluklarıyla eve bir estetik ve kişilik verilmişti. Üst kattaki geniş holün sol tarafındaki büyük oda, Kerim Bey ile Mualla Hanım’ındı. Yanındaki küçük oda Şelale’nin odasıydı; bitişiğinde yine büyükçe bir banyo ve karşı tarafında da orta büyüklükte bir oda vardı. Burasını altı yedi yıldır dadı Sara kullanmaktaydı. Köşedeyse evin en büyük odası vardı. Bu oda Fahrettin Bey ile eşi Şelale Hanımefendi’ye aitti. Şelale Hanım’ın ölümünden sonra, aşağı yukarı on yıldır hiç kullanılmamıştı. Sadece Fadime ile Nuriş temizliğini ve bakımını yaparlardı. Eşinin ölümünden sonra Fahrettin Bey de bu odayı kullanmamıştı. Arada sırada odaya girer ve bir müddet kalırdı. Odada ne yaptığını kimse bilmez ve hiçbir şey de sormazdı. Oda, zamanının nadide eşyalarıyla döşenmişti. Anlatıldığına göre bu ev Şelale Hanım’a düğün hediyesi olarak yaptırılmıştı. Evi buraya inşa ettirmek çok büyük bir harcamayı ve emeği gerektirmiş olmalıydı; çünkü doğru dürüst yolu, izi olmayan bu kayalık araziye inşaat yapmak imkânsız denecek kadar zordu. Otuz yıl kadar evveli de düşünülünce, ne büyük bir çaba sarf edilerek yapıldığını anlamak mümkündü.

O gece küçük Şelale babası ile yatmak istemişti. Gerçi annesinin ölümünden sonra nerede olurlarsa olsunlar, babası ile yatmak istiyor; isteği de her zaman yerine getiriliyordu. Bu durumun ne kadar devam edeceği belli değildi.

Şelale özel yapılmış büyük pirinç karyolanın bir köşesine büzülmüş ve babasının anlattığı kısa masaldan sonra uyuyakalmıştı. Kerim Bey bütün yorgunluğuna rağmen uyuyamıyordu. Kalktı, Şelale’nin üzerini iyice örttü. Yine eskiye dönmüştü. Geçen yılı ve ondan önceki yılları hatırladı. Mualla da bu yatakta, tıpkı kızı gibi sessiz ve kendisine sokularak uyurdu. Mualla çok üşürdü. Yorganın altında elleri ve ayakları uzun süre buz gibi kalırdı. Ancak ısındıktan sonra güzel, sakin bir uykuya dalardı. Kerim Bey içinden, “Yarabbim! Ne kadar da güzeldi. Bazen uyurken saatlerce seyreder, bakmaya doyamazdım. Sanki insan değil de, bir melekti. Kirpiklerinin uzunluğu neredeyse yanaklarına varırdı. Ellerinin, ayaklarının güzelliğine bile bakmakla doyulmazdı. Pembe topukları, bembeyaz, pürüzsüz cildi ve muntazam parmaklarıyla ayakları, sanki fildişinden yapılmıştı. Bazen alıp defalarca öpmeyi düşünür, fakat uyanacak diye dokunmadan seyrederdim. Ama, ama…” diye fısıldadı, “onun en güzel yönü, o eşsiz iyiliği ve ruh zenginliğiydi,” dedi. Gözleri dolmuştu. Pirinç ve ahşap karışımı, yüksek sehpanın üzerinden sigarasını ve Dunhill çakmağını alarak, odanın önündeki küçük balkona çıktı. Bir sigara yakarak, hasır iskemleye oturdu. Derin derin nefes aldı. Ormanın havası o kadar güzeldi ki; sanki içi açılıyor, ciğerleri genişliyordu. Tek tük yıldız vardı. Orman bu haliyle biraz ürkütücü gözüküyordu. Kerim Bey, bu ormanın gündüzki halinin ne kadar güzel olduğunu bildiği için, gece görünüşü, ona pek ürkütücü gelmiyordu. Her çeşit çam ağacı, kayın, gürgen, ıhlamur, akçaağaç, dişbudak ve daha birçok ağaç türüyle örtülüydü ve şu anda insanı rahatlatan, belli belirsiz çok güzel bir koku vardı. Bu karanlıkta görülmese de, ağaç diplerinde, yemyeşil çayırların üzerinde çeşitli mantarlar, böğürtlen, taflan, kardelen, Arap sümbülü, menekşe gibi saymakla bitmeyecek kadar çeşit çeşit ve çok güzel kır çiçeklerinin olduğunu hayal edebiliyordu. Kerim Bey yine içini çekti, ‘Mualla kır çiçeklerini ne kadar da çok severdi. Gerçi bahçe çiçeklerini, saksı çiçeklerini de severdi ama kır çiçeklerine başka bir düşkünlüğü vardı. Bunu kendine göre çok da güzel anlatırdı,’ diye düşündü. ‘Nasıl anlatırdı? Ha, tamam hatırladım,’ dedi kendi kendine, ‘Kır çiçekleri tevazuyu ve güzelliği bir arada sunuyorlar. Onlar bir gül kadar gösterişli değil, ama dikkatle bakarsanız, ne kadar zarif ve ne kadar güzel olduklarını görürsünüz,’ derdi. Çiçeklere dokunmazdı ama her birinin başında durur, onlara hayranlığını belirtecek bir şeyler söyler veya sevgisini belli eden bir davranışta bulunurdu. Kerim Bey, ‘Acaba çiçekler de onu görmekten memnun oluyor muydu?’ diye düşündü, sonra kendi sorusuna kendi cevap verdi, ‘Kesinlikle oluyorlardı. Çünkü o da kır çiçekleri kadar mütevazı ve güzeldi… Aman Allah’ım! Ben neler düşünüyorum. Acım ve hasretim ruh sağlığımı bozuyor galiba, iyice hisli olmaya başladım,’ dedi. Ne kadar çabalarsa çabalasın, kendini Mualla’yı düşünmekten alıkoyamıyordu. Düşünceleri yine on yıl evveline kaydı.

Tanıştıkları o güzel geceye, Ankara Palas salonlarındaki ilk karşılaşmaya, geri dönmüştü. Gerçekten ikisi de dans etmekte fazla mahir değillerdi ama birbirlerine o kadar güzel uymuşlardı ki, onları seyredenler her gün beraberce dans eden uyumlu bir çift zannederlerdi. Ne yazık ki sonunda orkestra durdu. Pistteki çiftler yerlerine oturmaya başlayınca, Kerim Bey ile Mualla da masalarına doğru ilerlediler. Kerim Bey, Mualla’nın sandalyesini çekerek, oturmasına yardım etti.

“Bu şerefi bana bahşettiğiniz için, size ve babanıza teşekkür ederim,” derken hâlâ masada oturan ve Fahrettin Bey ile sohbet eden Binbaşı Cavit Bey’in sesini duydu.

“Kerim birazcık otur, bak Fahrettin Bey önümüzdeki cumartesi akşamı bizi, yani yengen ile beni ve de müsaitsen seni, Tatar böreği yemeye çağırıyor. Yardımcıları çok güzel Tatar böreği yaparmış.”

Kerim Bey neredeyse sevinçten havalara sıçrayacaktı. Fazla coşkunluk göstermemek için kendini zor tutuyordu. O arada gözü Mualla’ya kaydı. Mualla da belli belirsiz gülümsüyor ve Kerim Bey’in yüzüne bakıyordu. ‘Lütfen kabul et,’ der gibi bir hali vardı. Kerim Bey, Fahrettin Bey’e doğru dönerek:

“Benim için sizin tarafınızdan evinize davet edilmek, hem büyük bir şeref hem de büyük bir mutluluk olur,” demişti.

‘Bundan sonrası mı?’ diye düşündü, işte bundan sonrası, bahaneler yaratarak Mualla’yı görebilmek için her türlü planı yapıp uyguladığı dönemdi. Büyük, delice bir aşk yaşıyordu. Kendini bugüne kadar bu derece çılgın ve coşkulu hissetmemişti. Mualla da ona kayıtsız değildi. Belki Kerim Bey kadar coşkulu ve çılgın bir âşık değildi ama sağlam, güçlü ve dengeli bir sevgi beslediği kesindi. Tam o günlerde Kerim Bey, Fransa’daki Türk sefaretine ikinci kâtip olarak tayin edilmişti. Bu tayinde, bir yıl evvel, İran’ın yeni hükümdar sülalesi olan Pehleviler’in ilk şahı, Rıza Şah ile Türkiye Cumhuriyeti arasında gerçekleştirilen ve ilk dostluk anlaşması sayılan Darsi Antlaşması’ndaki başarılı çalışmalarının, Kerim Bey’in Fransa’da tahsil yapmış olmasının ve de Kurtuluş Savaşı’ndaki hikmetlerinin rolü çok büyüktü. Daha, bir üst kademeye atanmamış olmasının sebebiyse çok genç olmasından kaynaklanıyordu. Biraz daha tecrübe kazanmalıydı. Kerim Bey bu tayine sevinmişti ama Mualla’yı yanına almadan cennete bile gidemezdi. Hemen evlenmeliydiler. Cavit Bey’i araya sokarak, Fahrettin Bey’e konuyu açtırdı.

Fahrettin Bey, Kerim Bey’i çok beğenmişti. Her şeyiyle mükemmel bir gençti. Tahsili, terbiyesi ile hiç de reddedilecek bir tarafı yoktu. Tabii kızı da isterse… Sonrası çok çabuk gelişti.

Kerim Bey’in babası Rus Harbi’nde şehit düşmüştü. Üç çocuğu, anneleri Fikriye Hanım büyütmüştü; onu da üç yıl evvel kaybetmişlerdi. Aile, Adana’nın köklü ailelerindendi. Pamuk yetiştirilen dönümlerce araziye sahiptiler ve fazlaca kimseleri de yoktu. Bir ağabeyi, bir de kız kardeşi vardı; ikisi de evlenmiş ve Adana’da kalmışlardı. Kerim Bey hiçbir zaman ziraat ve ticarete ilgi duymamıştı. O, geniş bir dünya ile iç içe yaşamak istiyordu. Bu yüzden küçük yaşta tahsil yapmak için önce İstanbul’a, sonra da Fransa’ya gitmişti. Aile efradı birbirine bağlı ve saygılıydı ama çok içten ve yoğun bir ilişki içinde de değillerdi. En azından Kerim Bey ile böyleydi. Belki uzakta büyümesinden ve ortak yaşadıkları zamanın az olmasından kaynaklanıyordu. Yine de insan hayatındaki en büyük günlerden biri olan evlilik merasimini ailesi de görmeli ve mutluluğunu paylaşmalıydı. Zaten Fahrettin Bey’in de kızını verdiği ailenin, kimlerden, nasıl insanlardan oluştuğunu görmek isteyeceği kesindi.

Aceleyle ağabeyi Hilmi Bey’i ve kız kardeşi Nihal Hanım’ı, Ankara’ya çağırdı ve hızla düğün hazırlıklarına başlandı.

Yine Ankara Palas’ta yapılan güzel, sade ama kaliteli bir düğünle evlendiler. Düğünün en güzel tarafı, günlerce konuşulan şahane gelindi. Bu büyüleyici güzellik, Kerim Bey ile güzel eşinin, Fransa’ya gitmesinden sonra da aylarca dillerden düşmedi.

Evliliklerinin üçüncü günü Fransa’nın yolunu tuttular. Kerim Bey, Mualla’nın Paris’i gezerken yaşadığı mutluluğu düşünüyordu. Paris’e ilk gelenler, hemen Eyfel Kulesi’ni görmek ister. Mualla ise Sen Nehri’ni ve kıyısındaki kafeleri görmek istemişti. Çünkü o bir tabiat aşığıydı.

Kerim Bey daldığı hayallerin içinde yüzerken, birden Şelale’nin sesini duydu. Hemen fırladı. “Galiba Şelale bir şey istiyor,” diyerek içeriye girdi. Şelale terler içinde yatakta kendini bir sağa bir sola savurarak durmadan söyleniyor, ağlıyordu. Kerim Bey yatağa yaklaştı ve üzerine eğilip, dikkatle dinleyince neler söylediğini anlayabildi.

Şelale, “Anne! Annee! Geldin mi anneciğim, geldin mi? Annee! Annee gitme!” diye bağırıyordu. Sonra, “Çık anne, çık anneee!” diye ağlamaya başladı. Kerim Bey yatağın üzerine eğilip, kızının saçlarım okşuyor, uyandırmaya çalışıyordu.

“Kızım, yavrum, Nar Çiçeğim, uyan, rüya görüyorsun uyan!”

Fakat Şelale söylenmeye ve ağlamaya devam ediyordu. Odanın kapısı da vurulmaya başlamıştı. Kerim Bey cevap veremeden, içeriye telaşla Sara girdi. Sara da çok korkmuş, gece kıyafetiyle Kerim Bey’in odasına dalmıştı.

“Ne oldu Kerim Bey, ne var?”

“Zannederim annesini rüyasında görüyor. Uyandıramıyorum, çok acı çekiyor,” dedi. Sara, Şelale’nin yanına gelerek, yüzünü okşamaya, bir taraftan da, “Nar Çiçeğim, uyan artık! Lütfen uyan!” diye seslenmeye, saçlarını öpmeye başladı. Sara’nın Türkçesi çok düzgündü ama yine de değişik, yabancı bir aksan seziliyordu. Sesi ve konuşma tarzı çok ahenkliydi. Şelale yavaş yavaş gözlerini açtı. Sara küçük kızı itina ve sevgiyle kucağına alıp terini silerken, Kerim Bey sordu:

“Ne oldu Şelale? Neden bu kadar korktun.”

Şelale’nin gözleri yeniden doldu. “Hiiç,” dedi.

Kerim Bey tekrarladı. “Yavrum bir şeyden korktuğun kesin, ağlıyordun.”

“Korkmadım, üzüldüm. Annem geldi. Tam bana yaklaşırken vazgeçip, karşı büyük odaya girdi ve kapıyı kapattı. Uçar gibi yürüyordu. Üzerinde beyaz, uçuşan elbiseler vardı. Çok seslendim. ‘Anne çık! Anne seni çok özledim!’ diye ağladım ama ne cevap verdi ne de kapıyı açtı.” Eliyle karşıyı işaret ederek, titreyen dudaklarıyla tekrarlıyordu. “Orada! İçeride! O odada! Ben ona bir şey yapmadım ki. Hiç yaramazlık yapmamıştım ki. Neden bana küs? Onu çok özledim, bilmiyor mu? Siz mektuplarda yazmıyor musunuz yoksa?” Tekrar yüksek sesle ağlamaya başladı.

Sara, “Nar Çiçeğim, annen orada yok. Hadi gel bakalım,” der demez, Şelale, Sara’nın kucağından yere hopladı. “Hadi bakalım,” diyerek, Sara’nın elini tuttu. Kerim Bey ayağa kalktı. Elini havaya kaldırarak, “Hayır, hayır! Siz burada durun. Ben bakarım ama orada kimsenin olmadığından eminim yavrum,” diyerek odadan çıkıp, karşı odanın kapısını açtı. İçerisi karanlıktı. Nereden geldiği anlaşılmayan, hafif bir ışık huzmesi sızıyordu. Kerim Bey, eşikte duruyor, sanki içeriye girmeye korkuyordu.

“Mualla burada mısın? Eğer oradaysan, hadi çık da gel! Şelale ağlıyor,” dedi ve biraz bekledi. Tekrar buna benzer birkaç şey söyledi. Başını içeriye sokup, şöyle bir bakındı. Tam dönüp kapıyı kapatacakken, perdenin kıpırdadığını gördü. Işık biraz daha parladı. Sanki bir an perde açılmış gibi geldi. Birdenbire ürperdi. Biraz daha dikkatli bakınca, pencerenin açık olduğunu gördü. ‘Rüzgâr perdeyi sallıyor. Pencere açık kalmış. Fadime böyle bir dikkatsizlik yapmazdı ama…’ diye düşündü. Sara ve Şelale kendi odalarının kapısında, dikkatle Kerim Bey’i izliyorlardı. Kerim Bey konuştu:

“Bak bir tanem, orada hiç kimse yok. Annen gelseydi seni kucaklamadan, sevmeden, bizlere gözükmeden, başka bir yere gider miydi? Sen sadece rüya gördün tatlım.”

Şelale babasına cevap vermedi. Birdenbire Sara’nın ayaklarına sarılarak, “Sara, ben seninle yatabilir miyim?” diye sordu.

“Tabii Nar Çiçeğim ama baban izin verirse.”

Kerim Bey mahzunlaşmıştı. “İzin veririm de, sen beni sevmiyor musun Şelale?”

“Seviyorum baba ama Sara çok güzel masal anlatıyor. Hem bazen de tıpkı annem gibi kokuyor,” dedi. Sara eğilip, küçük kızı tekrar kucakladı.

“İyi geceler Kerim Bey!”

“İyi geceler baba!”

Şelale, Sara’nın göğsüne başını dayamış, gözlerini kapamıştı ama uyanıktı. Sara bildiği bütün masalları anlattı. Küçük kız bir türlü uyumuyordu. En sonunda Mualla Hanım’ın söylediği bir ninniyi hatırladı.

Karadeniz dağları serindir serin,
Çok güzel gördüm, yok senin dengin,
Seninle birlikte büyüyor yavrum,
Kalbime ektiğin o eşsiz sevgin.
Şelalem, bir tanem güzelim benim,
Neşem, umudum, her şeyim benim.

Sara bu ninniyi Mualla Hanım’dan öğrenmişti. Allah ona her şeyin en güzelini vermişti, sesi çok etkileyiciydi, ‘Ne yazık ki çabuk aldı,’ diye düşündü. Mualla Hanım bu ninniyi kendisi uydurmuştu galiba ama çok da güzel söylüyordu ve her seferinde Şelale’yi sakinleştiriyordu. Yine etkisini göstermiş, Şelale uykuya dalmıştı. Şimdi de Sara’nın uykusu kaçmıştı. Aile büyük bir acı içindeydi. Sara da kendini bu ailedenmiş gibi hissediyor ve tüm acılarını onlarla beraber yaşıyordu.

Yıllar önce Paris’te, yabancı sefaret görevlilerinin oturduğu semtte, elinde yazılı olan adresi bulmaya çalışırken, ne kadar da heyecanlı ve hatta korku içindeydi. Kısa süre önce en yakınlarından yediği o büyük darbeden sonra, kime, nasıl güvenebilirdi ama bir iş bulması, bir yerlere sığınması da şarttı. Aşağı yukarı altı aydır, arkadaşı Mary’nin yanına sığınmıştı. Bu iyiliği daha fazla istismar edemezdi.

Türk sefareti mensuplarından birinin üç aylık bebeğine Fransız dadı arandığını duyunca, hemen yola koyuldu. Gerçi Sara Türkçe bilmiyordu ama anne ve baba Fransızca biliyordu. Hem bebek büyüyünceye kadar Sara Türkçe çalışarak, anlaşabilecek kadar bu dili konuşabilirdi.

Sara da o günlere dönmüştü. Bunu sık sık yapıyordu zaten. Kaderin insana neler yazdığını bilmesi mümkün değildi. Babası Yahudi asıllı bir Alman, annesiyse zarif, ince yüzlü ve iyi niyetli genç bir Fransız kadınıydı. Bir gün Türkiye’nin Karadeniz kıyılarının en ücra yerinde, bir Türk çocuğuna dadılık yapacağını düşünebilir miydi? Ancak yaşadığı o iğrenç olay, onu memleketinden, tanıdığı herkesten uzaklaştırmaya yetmişti.

Sara yuva öğretmeniydi. Paris banliyösünde hareket memurluğu yapan David ile güya büyük bir aşk yaşayarak, bir buçuk yıl evvel evlenmişti. Kız kardeşi Janet de ablasıyla kalıyordu. Tabii bir işe girip, hayatını düzene sokuncaya kadar…

Sara mutluydu. O gün, Paris’in soğuk günlerinden biriydi. Henüz kaloriferler tam gün yanmıyordu. Galiba Sara üşütmüş, hapşırmaya başlamıştı. Gözleri de akıyordu. Grip olabilirdi. Çocukların yanından uzaklaşması gerekiyordu. Hemen yuvanın müdürüne çıkarak izin aldı ve evinin yolunu tuttu. Fazla kaliteli olmayan bir semtte küçük bir evi vardı. Kapıyı açıp hole girince, bir ses duydu. Biraz daha dikkatli dinleyince, bu seslerin bir kadınla erkeğin sevişme sesleri olabileceğini hemen anladı ama ‘kimdi bu insanlar ve bu saatte, bu evde ne işleri var’ diye düşünerek, kendi yatak odasına doğru yaklaştı. Evet, ses oradan geliyordu. Kapı da aralıktı. Kapıyı birden hızla itti. Janet ve David çırılçıplak yataktaydılar ve kendilerinden geçmiş bir vaziyette sevişiyorlardı. Manzara o kadar iğrençti ki, Sara’nın midesi bulanmaya başladı ve öğürerek banyoya koştu. Biraz kendine gelip de banyodan çıktığında, odanın boş olduğunu, aceleyle evden ayrıldıklarını fark etti. O kadar acele etmişlerdi ki, Janet’in küçük kırmızı külotu hâlâ karyolanın yanında, yerde duruyordu.

Sara, karyolaya ve onlara ait hiçbir şeye dokunmamaya çalışarak eşyalarının, götürebileceği kadarlık kısmını toparladı. Antredeki dolaptan büyük mavi çantayı, başucundaki çekmeceden de banka cüzdanını aldı. Gerçi çok az bir birikimi vardı; bu evi açmak, evlenmek için, genç kızlığında biriktirdiği tüm paraları harcamıştı. Şimdi de hepsini ardında bırakarak gidiyordu. En yakın metro istasyonuna geldiğinde derin bir nefes aldı. Evden hırsla çıkmıştı ama gidebileceği hiçbir yer yoktu. ‘Nereye gidebilirim?’ diye düşündü.

Alman asıllı babası, Sara dokuz yaşlarındayken evi terk ederek, Almanya’ya dönmüş, annesi iki kızını çok zor şartlarda büyütmüş ve üç sene evvel de, genç sayılacak bir yaşta bu dünyadan göçüp gitmişti. Sara o günden, hatta annesinin yatağa düştüğü andan itibaren evin geçimini sağlamak ve de kendinden dört yaş küçük kardeşi Janet’e bakmak, ona bir ailesi olduğunu hissettirmek için çok çabalamıştı. Sara içini çekti, ‘O da ne kadar güzel ödedi?’ diye düşündü.

Metro istasyonunda bir bankta oturuyordu. Birçok tren hareket etmişti ama Sara nereye gideceğini bilmiyordu. Birdenbire arkadaşı Mary’yi hatırladı. Beraber çalışıyorlardı ve çok da iyi bir kızdı. Bir süre ona sığınabilirdi.

Sara altı aydır Mary’nin evinde kalıyordu. Bankadaki üç beş kuruşu da bitmişti. Büyük bir ruh sarsıntısı geçirdiğinden, yuvadaki işinden de ayrılmak zorunda kalmıştı. Şimdi kendini daha iyi hissediyordu, tekrar işine dönebilirdi. Ne yazık ki yerine yeni bir eleman alınmıştı. Kaç günden beri iş ilanlarını takip ediyor, bir sonuç alamıyordu.

İşte yine elinde işaretlediği bir adres vardı ve onu aramakla meşguldü. Türk sefareti görevlilerinden birinin üç aylık bebeğine yatılı, Fransız bir dadı aranıyordu. Sara işin yatılı oluşuna da sevinmişti. Böylece hem bir gelire hem de barınacağı bir yere sahip olacaktı. Bir tek maaş ile Paris’te ev geçindirmek kolay bir şey değildi. Kabul edilmek ve iyi insanlarla karşılaşabilmek için dua ediyordu.

Sara yüzünde buruk bir gülümsemeyle, ‘Allah, o gün dualarımı kabul etmişti. Bu eşsiz insanlarla karşılaştım. Keşke o dünya iyisi Mualla Hanım da aramızdan ayrılmasa idi,’ diye düşündü.

Gün ağarmaya başlamıştı. Gecenin sessizliğinde Güzeldere Şelalesi’nin uğultusu daha net duyuluyordu. Ayağa kalktı, ‘Biraz daha uyumak için çabalamalıyım,’ diyerek, küçük kızın yanına uzandı.

Güzeldere’ye geleli on beş gün olmuştu. Şelale, Sara’yla beraber yatmakta ısrar ediyordu. Bu sabah da aynı konuyu açmıştı.

“Sara, ben hep seninle kalsam, ne olur?”

“Hayatım bir şey olmaz ama sen artık büyüdün. Ayrı odan var. Çok da güzel. Neden orada kalmıyorsun?”

“Tamam, annem gelinceye kadar seninle kalayım.”

Sara şaşırmıştı. Bu isteğe nasıl cevap verebilirdi; ‘Annen artık hiç gelmeyecek. Sen de uzunca bir zaman benimle aynı yatakta yatamazsın,’ diyemezdi.

“Bak hayatım, bu gibi şeyler şarta bağlanmaz. Yani bu olursa şunu yaparım, o olmazsa bunu yapmam gibi… Ne demek istediğimi anlıyor musun? Sen artık annenle de yatamayacak kadar büyüdün.”

“Yani ben hep biri ile kalırsam, boyum uzamaz, büyüyemem, çocuk mu kalırım?”

“Tam öyle değil, boyun uzar, gelişirsin ama olgunlaşamazsın. Büyük bir insan gibi düşünüp davranamaz, kendi kararlarını veremezsin. Bu çok daha önemli bir gelişmedir.”

“Peki, o zaman, bu yaz kalayım.” Sara, kızın başını okşadı.

“Oldu bir tanem, bu yaz… İstanbul’a dönünce de hemen odana.”

“Hem o zaman annem de gelmiş olur.” Sara hiç duymamış gibi yaptı.

“Hadi bakalım bu kadar sohbet yeter. Elbiseni giy de kahvaltıya inelim. Sonra Fransızca çalışacağız, daha sonra da ormanda gezintiye çıkarız. Tamam mı?”

“Tamam.”

İki saattir ormanda geziyorlardı. Şelale üç gündür yaptığı gibi, nerede bir çiçek görse, koşup koparıyor, tutması için Sara’ya veriyor, sonra tekrar yenilerini koparıyordu. Sara:

“Bak Nar Çiçeğim, onları bu kadar çok koparma, bırak biraz yaşasınlar. Onlar da canlı, büyüyorlar; toprak, su ve güneşle besleniyorlar. Koparmakla yaşama haklarını ellerinden alıyorsun. Bak çimenlerin üzerinde ne güzel duruyorlar. Biz her gün buraya geliyoruz. Burada seyredersin. Evde vazonun içinde çabucak bozuluyorlar,” dedi. Şelale biraz düşündü.

“Yaşama haklarını ellerinden almak, öldürmek mi oluyor? Sara, benim öyle bir niyetim yok. Ben o çiçekleri annem için topluyordum. Belki gece gelir. O zaman nasıl koşup toplarım? Ben onları öldürdüm mü yani?” Sara biraz şaşırmıştı. Küçük kız olayı nereye taşıyacaktı acaba?

“Eh, tam olarak öyle olmasa da, kopardığın çiçekler artık canlı değiller.”

“Sara o zaman Allah Baba, annemin yaşama hakkını elinden almaz. O da çok güzel ve de çok iyiydi. Neden alsın ki? Almaz değil mi?” Sara, ne diyeceğini şaşırdı, biraz durakladı.

“O biraz farklı bir konu. Dua edelim öyle olsun. Sen de dua et. Tam bilemeyiz.”

Sara eve doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı, içinden Kerim Bey’e söyleniyordu. ‘Bu çocuğu böyle ümitle bekletmeye, tedirgin etmeye gerek yoktu. O acıların en büyüğünü yaşayacak. Ben de biliyorum ama yaşayacak! Kurtuluşu yok, kimsenin yapabileceği bir şey de yok. Hiç değilse, bu süre zarfında acısı ile yaşamayı öğrenirdi. Onunla bu konuyu çok ciddi bir şekilde konuşmam gerek,’ diye karar verdi.

Evin bahçesine girdiklerinde, Nuriş’i ve Fadime’yi, karşılarında daha genç bir hanımla ve on üç, on dört yaşlarında bir erkek çocuğuyla birlikte verandada çay içip, kahvaltı ederken buldular. Nuriş, Sara ve Şelale’yi görünce ayağa kalktı. Şelale’ye doğru bir adım atıp, eliyle çocuğu işaret ederek:

“Şelale gel bak! Sana yeni arkadaş, daha doğrusu seni gezdirecek bir ağabey geldi. Adı Levent. Bu hanım da annesi Şehriban. Artık onlar da bizimle yaşayacaklar. Ne güzel, değil mi?” Şelale, önce Levent’e sonra da annesine uzun uzun baktı.

“O hem oğlan çocuğu hem de benden büyük, ben onunla oynamam. Sara, ben sütümü yukarıdaki balkonda içeceğim,” diyerek, hızla merdivenlere koştu. Nuriş de, Sara da şaşırmışlardı. Aslında Şelale çok sevecen, çok cana yakın bir çocuktu. Bu davranışı, onun karakteriyle hiç bağdaşmıyordu. Şehriban fazla aldırmamışa benziyordu ama Levent bozulmuştu. Gözleri dolmuş gibiydi. Nuriş onlara dönerek, “Bu çocuk hiç böyle değildi. Ama meseleyi biliyorsunuz, ondan olacak, kusuruna bakmayın,” dedi.

Sara, Şelale’nin önüne sütünü ve küçük kurabiyelerini koyup, kendisi de karşısına oturdu. Şelale somurtup duruyordu.

“Şelale niçin somurtuyorsun ve yemiyorsun?”

“O çirkin çocuk ve çirkin annesi hep bizimle mi kalacak?”

“Evet, ayrıca da ne çocuk ne de annesi çirkin. Tabii senin kadar güzel değiller ama çirkin de değiller. Çirkin dahi olsalar, onların suçu değil, Allah öyle yaratmış olabilir. Hem bir insan çirkin olduğu için sevilmez diye bir kural da yoktur. Ama huysuz olduğu için sevilmeyebilir.”

Şelale elindeki kurabiyeyi fırlatarak ayağa kalktı, ağlıyordu: “Çirkinler işte, çirkinler… Hele annesi çok çirkin. Onları sevmeyeceğim,” diyerek içeriye kaçtı.

Sara durumu kavramıştı. Şelale, çocuğu annesi olduğu için kıskanmış ve isyan etmişti. Aslında Levent, yeşil gözlü, esmer, uzun boylu ve çok temiz ifadesi olan bir çocuktu. Annesi de sevimli bir yüze sahipti. Cana yakın bir görünüşü vardı. Ama bilmeden Şelale’nin yarasının kanamasına sebep olmuşlardı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ustam ve Ben

Editor

Hür Adam’ın Esareti “Ekmeksiz Yaşarım Hürriyetsiz Yaşayamam”

Editor

Matmazel Noraliya’nın Koltuğu – Peyami Safa

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası