Roman (Yabancı)

Sende Kendimi Buldum

sende kendimi buldum 5ed40142eee10 Crossfire serisinin 2. kitabında heyecan dozu daha da yükseliyor.

Sakın korkma!

Zifiri bir karanlığa açtım gözlerimi. Gideon, yatağı hafifçe çökerterek yanıma oturdu ve üzerime eğilip aramızdaki battaniyenin üstünden kollarıyla sardı bedenimi. Parmaklarımı göğsüne dokundurunca çıplak tenini hissettim. İnledi ve dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan bana doğru eğilerek ayağa kalktı; aramızdaki battaniyeleri çekip attı.

Crossfire serisinin ilk kitabı Sana Soyundum’la başlayan Gideon ile Eva’nın tutkulu aşkı hiç hız kesmeden sürerken araya eski sevgililerin girmesi, her ikisinin de şiddet dolu geçmişinden karanlık yüzler bu ilişkiyi bambaşka boyutlara taşıyor.

Bakalım, namı diğer Bay Tehlikeli ve Gizemli’nin bir türlü dile getiremediği korkunç sır aydınlanacak mı? Eva’nın farkında olmadığı büyük tehlike ne? Sende Kendimi Buldum’da, Crossfire serisinin heyecan dozu daha da yükseliyor.

“Romantik edebiyatta Day’in çok az rakibi var.”

-Booklist-

***

Bu seferki, ilham kaynağım ve zarif insan, Nora Robertsa…

1

New York, hayatta büyük bir tutkuyla sevdiğim iki şey­den biriydi. Yeni dünyanın fırsatlarıyla eski dünyanın ge­leneklerinin bir araya geldiği bir mikrokozmostu bu şehir. Muhafazakârlar bohemlerle takılırlardı. Bilumum tuhaflık­lar, paha biçilmez nadir şeylerle bir arada bulunurdu. Şeh­rin bir nabız gibi atan enerjisi uluslararası iş dünyasının da­marlarını besler ve dünyanın her köşesinden insanı kendine çekerdi.

Ve bütün bu canlılığın, itici hırsın ve dünyaca bilinen gü­cün ete kemiğe bürünmüş hali, az önce beni bir güzel becerip iki de muhteşem orgazm yaşatmıştı bana.

Onun devasa giyinme odasına doğru yürürken Gideon Cross’un, sevişmemizin izlerini taşıyan, buruş buruş olmuş çarşaflarına bakıp yaşanmış zevklerin anısıyla ürperdim. Duştan yeni çıktığım için saçlarım hâlâ nemliydi ve üzerim­deki tek kumaş parçası vücuduma sardığım havluydu. Bir buçuk saat sonra işte olmam gerektiği için, bu beni biraz te­laşlandırıyordu. Anlaşılan bundan böyle ya sabah rutinimde sekse yer ayırmam gerekecekti ya da hep böyle koşturacak­tım. Gideon her sabah dünyayı fethetmeye hazır uyanıyordu ve güne, bana hükmederek başlamayı seviyordu.

Ne şanslıydım ama!

New York’ta temmuz yaklaşırken havalar iyice ısındığı için ütülü ham ketenden dar kesim bir pantolon ve gözleri­min rengine uyan yumuşak gri tonda, kolsuz bir poplin bluz seçtim kendime. Saç yapma konusunda hiç yeteneğim olma­dığından uzun sarı saçlarımı basit bir at kuyruğuyla topla­dım ve makyajımı yaptım. Hazır olduğumda yatak odasından çıktım.

Koridora ayak bastığım an duydum Gideon’ın sesini. Al­çak, ama sert ses tonundan öfkeli olduğunu anlayınca hafif bir ürperti dolaştı içimde. Kolay sinirlenmezdi… Tabii ben te­pesini attırmazsam. Konu ben olunca sesini yükseltip küfre­debiliyor, hatta parmaklarını, omuzlarına dökülen o kömür karası, şahane saçlarına daldırabiliyordu.

Ama çoğunlukla dizginlenmiş gücün timsali gibiydi Gideon. Yalnızca bir bakışı ya da kısacık bir sözüyle insanları tir tir titretebildiği için bağırmasına hiç gerek olmazdı.

Onu çalışma odasında buldum. Kulağında bir Bluetooth kulaklıkla, sırtı kapıya dönük bir şekilde duruyordu. Böyle kollarını kavuşturmuş, Beşinci Cadde üstündeki çatı dairesi­nin penceresinden dışarı bakarken çok yalnız bir hali vardı; çevresindeki dünyadan ayrı, ama onu yönetmeye tamamen muktedir bir adam izlenimi veriyordu.

Kapının pervazına yaslanıp seyrettim onu. Benim manza­ramın onunkinden daha hayranlık uyandırıcı olduğuna emin­dim. Benim görüş alanımda, bütün o devasa gökdelenlere ek olarak, onlar kadar güçlü ve etkileyici bir figür olan Gideon da vardı. Daha ben yataktan kalkmadan duşunu almıştı o. Ciddi şekilde bağımlılık yapan vücudu, terzi elinden çıkma, üç parçadan oluşan pahalı takım elbisenin ki bunun benim için baştan çıkarıcı bir unsur olduğunu kabul etmeliyim- iki parçasına bürünmüştü şu anda. Arkasından bakınca o mü­kemmel kıçını ve yeleğin sardığı güçlü sırtını görebiliyordum.

Duvarda ikimizin fotoğraflarından oluşmuş dev bir ko­laj ve bunun ortasında da onun ben uyurken çektiği bir fo­toğrafım vardı. Fotoğrafların çoğu onun her hareketini takip eden paparazziler tarafından çekilmişti. Cross Holding’in sa­hibi Gideon Cross’tu o ve inanılmayacak kadar genç bir yaş­ta, yirmi sekiz yaşında dünyanın en zengin yirmi beş insanı arasındaydı. Manhattan’ın önemli bir kısmına sahip olduğu­na emindim neredeyse; dünyanın en seksi erkeği olduğunaysa hiç şüphem yoktu. Ve sanki bana bakmanın ona bakmak kadar keyifli olması mümkünmüş gibi, çalıştığı her yerde benim fotoğraflarım vardı.

Olduğu yerde zarifçe dönerek buz mavisi bakışlarını bana dikti. Orada olduğumun ve onu seyrettiğimin tabii ki farkın­daydı. Birbirimize yakın olduğumuzda havada bir şeyler çı­tırdar, gök gürültüsünden hemen önceki gergin sessizliği an­dıran bir beklenti hissi olurdu. Onu biraz seyretmeme fırsat vermek için bana dönmeden önce mahsus bir an beklemiş­ti muhtemelen, çünkü ona bakmaya bayıldığımı çok iyi bili­yordu.

Gizemli ve Tehlikeli. Ve tümüyle benim.

Tanrım… O yüzün yarattığı etkiye asla alışamıyordum. O biçimli elmacıkkemikleri, kavisli, koyu renk kaşları, gür kir­pikli mavi gözleri ve o dudaklar… mükemmelen çizilmiş, hem erotik hem de şeytani dudaklar. Seksi bir davetkârlıkla gü­lümsediğinde bayılıyor, incelip sert bir çizgi halini aldığın­da ürperiyordum. O dudakları bedenime değdiğindeyse onun için yanıp tutuşuyordum.

Hey, ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu senin? Eski­den, sevgililerinin yakışıklılığına övgüler düzen arkadaşla­rıma nasıl sinir olduğumu anımsayarak gülümsedim. Oysa şimdi ben de bu karmaşık, zor, arızalı ve insanı günaha so­kacak kadar seksi adamın güzelliği karşısında sürekli huşu içinde geziyor, ona her gün biraz daha âşık oluyordum.

Birbirimize bakarken, ne kaş çatışı azalmıştı ne de telefo­nun diğer ucundaki zavallıyla konuşmayı kesmişti ama gözlerindeki soğuk asabiyet, yakıcı bir ateşe bırakmıştı yerini.

Bana baktığında böyle değişivermesine alışmış olmalıy­dım aslında ama hâlâ her seferinde sarsıyordu bu beni. O ba­kışla, beni nasıl şiddetle, sonuna kadar becermek istediğini anlatıyordu -ki bunu da her fırsatta yapıyordu zaten- ve o hoyrat, amansız gücünü bir anlık da olsa bana gösteriyordu. Gideon’ın hayatta yaptığı her şeyin özünde güç ve hâkimiyet vardı.

“Cumartesi sekizde görüşürüz” diye bitirip kulaklığı çıkar­dı ve masasının üzerine fırlattı. “Gel buraya Eva.”

Adımı söyleyiş şekli içime yeni bir ürpertinin dolmasına neden oldu; tıpkı onun altında olduğum… onunla dolu oldu­ğum… ve onun için doruğa tırmanmayı delice istediğim za­manlarda bana Gel Eva derken kullandığı otoriter tınıyla ko­nuşmuştu.

“Buna zaman yok şampiyon.” Koridora kaçtım, çünkü ko­nu o oldu mu güçsüzleşiyordum. Yalnızca o yumuşak, eğitim­li, hafifçe boğuklaşmış sesi bile orgazma ulaştırabilirdi beni. Ve bana dokunduğu an bütün direncim kırılıyordu.

Hızla mutfağa yöneldim, kahve yapmak için.

Belli belirsiz bir şeyler homurdanarak peşime düştü, uzun adımlarıyla kolayca yetişti bana. Kendimi, bir doksanlık sert ve yakıcı bir erkek bedeni tarafından koridorun duvarına mıhlanmış halde buluverdim bir anda.

“Kaçtığın zaman ne olduğunu biliyorsun meleğim.” Gideon altdudağımı dişledi, sonra da diliyle okşayarak dindirdi acısı­nı. “Seni yakalıyorum.”

içimde bir şeyler mutlu bir teslimiyetle iç çekti ve bede­nim onun bedenine bu kadar yakın olmanın keyfiyle gevşe­di. Sürekli istiyordum onu, öyle çok istiyordum ki fiziksel bir acıya dönüşüyordu bu. Hissettiğim şey şehvetti, hatta ondan çok daha fazlasıydı. Bu, o kadar kıymetli ve yüce bir duyguy­du ki, Gideon’ın bana duyduğu şehvet, başka herhangi bir adamla olabileceği gibi tetiklemiyordu beni. Başka bir erkek beni vücudunun ağırlığıyla etkisiz hale getirecek olsa dehşe­te düşerdim. Ama Gideon’la asla sorun olmuyordu. O benim neye ihtiyacım olduğunu ve ne kadarına dayanabileceğimi biliyordu.

Ani gülüşü yüreğimi durdurdu.

Parlak koyu saçların çevrelediği o nefes kesici yüz karşısın­da dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Ipeksi buklelerinin şıma­rık uzunluğu dışında son derece kibar ve görgülüydü.

Burnunu burnuma sürdü. “Bana öyle gülümseyip sonra da gitmek olmuyor. Söyle bakalım, ne düşünüyordun ben tele­fondayken.”

Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. “Senin ne kadar güzel oldu­ğunu. Bunu bu kadar sık düşünmek hasta ediyor beni. Artık alışmam lazım buna.”

Kalçamdan kavrayıp beni daha da yakınına çekti ve kası­ğını benimkinin üstünde ustaca gezdirerek aklımı başımdan aldı. İnanılmaz derecede iyiydi yatakta. Ve bunun farkınday­dı. “Buna izin vereceğimi mi sanıyorsun?”

“Bak sen?” Ateş dalgalar halinde yayılıyordu damarları­ma, bedenim onun bedeninin verdiği hissi istiyordu açgözlü­ce. “Gözünü aşk bürümüş bir kadını daha peşine takmak is­tediğini söyleme sakın bana, Bay Aşırı-Beklentilerden-Nefret-Eden.”

“Benim istediğim” diye mırıldandı, çenemi tutup altdudağımı başparmağıyla okşarken, “senin beni düşünmekten, başka kimseyi düşünmeye fırsat bulamaman.”

Yavaş yavaş ve zorlukla bir soluk aldım. Gözlerini bürü­yen kor ateş, sesinin kışkırtıcı tonu, bedeninden yayılan sı­caklık ve teninin ağız sulandıran kokusu tamamen baştan çıkarmıştı beni. Uyuşturucumdu o benim ve onu bırakmaya hiç niyetim yoktu.

“Gideon” dedim soluk soluğa. Mest olmuştum.

Yumuşak bir iniltiyle, keskin hatlı ağzını dudaklarıma mühürledi, ıslak ve ateşli bir öpücükle saatin kaç olduğuy­la ilgili bütün düşünceleri silip attı kafamdan… Hatta az ön­ce ifşa ettiği özgüven zaafını bile fark edemeyecek kadar ak­lımı başımdan almayı başarıyordu neredeyse.

Onu sabit tutmak için parmaklarımı saçlarına daldırdım ve dilimle dilini okşayarak öpücüğüne karşılık verdim. Çok kısa bir süredir beraberdik. Bir aydan az olmuştu. Daha da kötüsü, kurmaya çalıştığımız gibi bir ilişkinin -ikimizin de ciddi şekilde arızalı değilmişiz gibi davrandığı bir ilişkinin- nasıl yürütüleceğini ikimiz de bilmiyorduk.

Kollarını bana doladı ve sahiplenircesine sıktı. “Hafta so­nunu seninle Florida Keys’te geçirmeyi istiyordum, çıplak olarak.”

“Hımm, kulağa hoş geliyor.” Hoştan da öte. Her ne kadar Gideon’ı üç parçalı takım elbisesi içinde görmek hoşuma git­se de çıplak halini kesinlikle tercih ederdim. Bu hafta sonu dolu olduğumu belirtmekten kaçındım…

“Ama şimdi, hafta sonunda bazı işleri halletmem gereke­cek” diye homurdandı, dudaklarını dudaklarımın üstünde dolaştırarak.

“Benimle olabilmek için ertelediğin işleri mi?” Benimle za­man geçirebilmek için işten erken çıkıyordu ve ben bunun, onun için bir maliyeti olduğunu biliyordum. Annemin üçün­cü evliliğiydi ve bütün eşleri şu ya da bu işle uğraşan başarı­lı ve zengin işadamlarıydı. Hırsın bedelinin çok uzun çalışma saatleri olduğunu biliyordum.

“Seninle olabilmek için başkalarına cömert maaşlar ödüyo­rum.”

İyi kurtarıştı ama bakışlarındaki öfkeyi fark ederek konu­yu değiştirdim yine de. ‘Teşekkür ederim. Hadi çok geç olma­dan alalım kahvelerimizi.”

Gideon dilini altdudağımda gezdirdikten sonra bıraktı be­ni. “Yarın akşam saat sekizde havalanmış olmak istiyorum. Serin tutacak, ince giysiler al yanına. Kuru bir sıcağı vardır Arizona’nın.”

“Ne?” Ofisine doğru giden Gideon’ın sırtına bakıp gözleri­mi kırpıştırdım. “İşin Arizona’da mı?”

“Maalesef”

Eee… Oha! Kahve şansımı tehlikeye atmamak için tartış­mayı sonraya bırakarak mutfağa doğru ilerledim. Çarpıcı 1930’lar mimarisi ve zarif kemerli pencereleriyle Gideon’ın dairesini bir baştan bir başa kat ederken, topuklarım kimi zaman cilalı parkeleri tıkırdatıyor, kimi zaman Aubusson halılara gömülüyordu. Koyu renk ahşap ve nötr tonlardaki kumaşlarla dekore edilen lüks mekâna ışıltılı dokunuşlarla canlılık katılmıştı. Her şey “ben pahalıyım” diye bağırıyor ol­sa da, Gideon’ın dairesi sıcaklığını ve konukseverliğini koru­yabilmiş, insanın keyif yapabileceği ve kendini şımartılmış hissedebileceği rahat bir mekândı.

Mutfağa ulaşınca hiç zaman kaybetmeden tek fincanlık kahve makinesinin altına bir termos kupa yerleştirdim. Gi­deon yanıma geldiğinde ceketi kolunun üstünde, cep telefonu elindeydi. Buzdolabına gidip kahvem için krema almadan ön­ce Gideon için de bir termos kupa koydum makinenin muslu­ğunun altına.

“Belki de bu bir şans olabilir.” Karşısına geçip ev arkada­şımla ilgili sorunları hatırlattım ona. “Cary’yle” oturup konuş­mam ve biraz kulaklarını çekmem lazım bu hafta sonu.” Gideon telefonunu ceketinin iç cebine atıp ceketi de mut­fak adasının etrafındaki bar sandalyelerinden birinin arkası­na astı. “Benimle geliyorsun Eva.”

Kahveme krema koyarken bir of çektim. “Gelip de ne yapa­cağım? Çırılçıplak yatıp senin işin bitince gelip beni düzmeni mi bekleyeceğim?”

Kupasını alıp dumanı tüten kahvesini fazlasıyla sakin ve düşünceli bir şekilde içti. “İllaki tartışacak mıyız?”

“İllaki zorluk mu çıkaracaksın? Bu konuyu konuşmuştuk. Dün akşam olanlardan sonra Cary’yi bırakıp gidemeyeceği­mi sen de biliyorsun.” Oturma odamda bulduğum çok-bedenli karmaşa, kimin eli kimin cebinde belli değil sözüne yepyeni bir anlam kazandırmıştı.

Krema kutusunu dolaba geri koydum ve Gideon’ın güçlü iradesinin etkisini içimde hissettim. Başından beri böyley- di bu. İstediği zaman taleplerini hissetmemi sağlayabiliyor­du Gideon. Ve ruhumun ona her istediğini vermek için yalva­ran yanını görmezden gelmek çok ama çok zordu benim için. “Sen işlerinle ilgilenirsin, ben en yakın arkadaşımla ilgileni­rim, sonra da birbirimizle ilgilenmeye devam ederiz.”

“Ben ancak pazar gecesi dönebileceğim Eva.”

Ya… O kadar uzun zaman ayrı kalacağımızı duyunca kes­kin bir sancı girdi mideme. Birçok çift her boş anını birlik­te geçirmez ama biz birçok insan gibi değildik. İkimizin de takıntıları, özgüven zaafları vardı ve işlerin yolunda gitmesi için düzenli temas halinde olmamızı gerektiren bir bağımlılık hissediyorduk birbirimize karşı. Ondan ayrı olmaktan nefret ediyordum. Onu düşünmeden birkaç saatten fazla geçirebil­diğim pek olmuyordu.

“Senin de tahammülün yok bu fikre” dedi sessizce, beni o her şeyi gören bakışıyla süzerek. “Pazara kadar ikimizin de haşatı çıkmış olur.”

Kahvemi üfledim ve aceleyle bir yudum aldım. Bütün haf­ta sonunu onsuz geçirme fikri huzursuz etmişti beni. Daha kötüsü, onun o kadar çok zamanı benden ayrı geçirecek ol­masından hiç hoşlanmamıştım. Onun için bir sürü seçenek ve olasılık vardı; benim kadar arızalı ve uğraşması güç olma­yan kadınlarla doluydu etraf.

“Bunun sağlıklı bir şey olmadığını ikimiz de biliyoruz Gideon” demeyi başardım yine de.

“Kim demiş? Biz olmanın nasıl bir şey olduğunu kimse bi­lemez ki.”

Peki, bu konuda haklıydı.

“İşe gitmemiz lazım” dedim bu açmazın ikimizi de gün bo­yu deli edeceğini bilerek. Sonra çözerdik bir şekilde ama şim­dilik bu soruna takılıp kalmıştık.

Kalçasını tezgâha dayayıp bir ayağını diğerinin önüne ata­rak inatla orada durdu, “ihtiyacımız olan şey, senin benimle gelmen.”

“Gideon.” Ayağımı traverten karoda hafifçe tıkırdatmaya başlamıştım. “Senin için bütün hayatımdan vazgeçemem. Ko­luna takıp dolaştırdığın bir süs haline gelirsem çabucak sıkı­lırsın benden. Ben bile bıkarım zaten kendimden. Bunu yap­maktan nefret de etsek, hayatlarımızın diğer taraflarını düze­ne sokmak için birbirimizden bir iki gün ayrı kalabilmeliyiz.” Bakışları benimkileri yakaladı. “Kola takılıp dolaştırılacak bir süs için fazla sorun çıkarıyorsun.”

“Baş belası, baş belasını gözünden tanırmış.”

Gideon doğrulurken son derece seksi görünen düşünceli halinden sıyrıldı ve haşin ciddiyetiyle bir anda esir aldı be­ni. Ne kadar değişkendi — tıpkı benim gibi. “Son zamanlarda basında çok yer aldın Eva. New York’ta olduğunu duymayan kalmadı. Ben yokken burada bırakamam seni. İllaki Cary di­yorsan onu da getirirsin yanında, işim bitince gelip seni düz­memi beklerken paylaşırsın kozlarını onunla.”

“Ya!” Gerginliği espriyle hafifletme çabasını takdir etsem de, benden ayrı kalmaya itiraz etmesinin esas nedenini an­lamıştım: Nathan. Eski üvey ağabeyim, geçmişime ait yaşa­yan bir kâbustu ve Gideon onun bugünümde yeniden belir­mesinden korkuyordu. Çok da haksız olmadığını düşünmek ürküttü beni. Yıllardır arkasına sığındığım sıradanlık kalka­nı, ilişkimizin hayli göz önünde oluşuyla bir anda parçalanıvermişti.

Tanrım… o berbat konuya dalacak hiç zamanımız yoktu ama bunun Gideon’ın kabul edemeyeceği bir şey olduğunu bi­liyordum. Onun olan şeyleri sonuna kadar sahiplenen, rakip­leriyle insafsız bir kararlılıkla mücadele eden bir adamdı o ve bana bir zarar gelmesine asla izin vermezdi. Ben onun gü­venli bölgesiydim, bu da beni az bulunan ve kıymetli bir şey haline getiriyordu.

Gideon saatine şöyle bir baktı. “Gitme vakti meleğim.”

Ceketini aldı ve gösterişli oturma odasına doğru önüne düşmem için yol verdi bana. Oturma odasından çantamı, yü­rüyüş ayakkabılarımı ve diğer gerekli şeyleri aldım. Birkaç dakika sonra Gideon’ın özel asansörüyle zemin kata inmiş ve siyah Bentley’sinin arkasına yerleşmiştik.

“Selam Angus” diyerek selamladım, eski model şoför şap­kasının tereğine dokunan şoförü.

“Günaydın Bayan Tramell” diye karşılık verdi gülümseye­rek. Kızıl saçlarına bolca ak düşmüş, yaşlıca bir beyefendiy­di. Gideon’ı ilkokul yıllarından beri arabayla getirip götüren kişi olması ve onu gerçekten düşünmesi başta olmak üzere, Angus’ı sevmem için birçok neden vardı.

Annemle üvey babamın armağanı olan Rolex’e bir göz atın­ca işe yetişebileceğimi fark ettim… tabii eğer trafikte takılmazsak. Daha ben bunu düşünürken Angus yoldaki araba ve taksi denizine ustaca daldı. Gideon’ın dairesinin gergin ses­sizliğinden sonra Manhattan’ın gürültüsü kafein şoku kadar etkin bir şekilde uyandırdı beni. Kornaların bağırtısı ve te­kerleklerin bir rögar kapağını aşarken çıkardığı sesle iyice canlandım. Sıkışık caddenin iki yanında hızlı hızlı yürüyen yayalar nehir gibi akmakta ve göğe doğru hırsla uzanan bi­nalar, yükselen güneşe rağmen bizi gölgede bırakmaktaydı.

Tanrım, cidden seviyordum şu New York’u. Her gün biraz zaman ayırıyordum onu içime çekmek ve özümsemek için.

Deri koltuğa gömüldüm ve Gideon’ın eline uzanıp hafif­ çe sıktım. “Hafta sonu Cary’yle ben şehirden gitsek daha iyi hisseder miydin kendini? Küçük bir Vegas kaçamağı yapsak mesela?”

Gideon’ın gözleri kısıldı. “Cary beni bir tehdit olarak mı görüyor? Arizona’ya gelmeyi bu nedenle mi istemiyorsun?” “Ne? Hayır. Sanmıyorum.” Koltukta hareketlenerek ona doğru döndüm. “Bazen açılması için onunla sabaha kadar ko­nuşmam gerekebiliyor.”

“Sanmıyor musun?” diye tekrarladı yanıtımı; ilk birkaç sözcüğün dışında bir şey duymamış gibiydi.

“Sürekli seninle olduğum için, benimle konuşmaya ihtiyaç duyduğunda, kendini bana ulaşamıyormuş gibi hissediyor olabilir” diye açıkladım. Yoldaki bir çukurun üstünden geçer­ken kahve kupamı iki elimle tuttum. “Dinle bak, Cary konu­sunda her türlü kıskançlığı aşmalısın artık. Onun benim için kardeş gibi olduğunu söylediğim zaman dalga geçmiyorum Gideon. Onu sevmek zorunda değilsin ama onun, hayatımın kalıcı bir parçası olduğunu anlamalısın.”

“Ona da benimle ilgili olarak aynı şeyi söylüyor musun?” “Söylemem gerekmez. Zaten biliyor. Burada bir orta yol bulmaya çalışıyorum ben…”

“Ben asla ödün vermem.”

Kaşlarımı kaldırdım. “İş hayatında vermediğine eminim. Ama bu bir ilişki Gideon. Uzlaşma olma…”

Gideon’ın homurtusu sözümü yarıda kesti. “Benim uçağım, benim otelim… Ve otelden çıkarsan yanına güvenlik alacaksın.” Bu ani ve gönülsüz anlaşma teklifi karşısında şaşkınlıktan bir süre konuşamadım. O delici mavi gözlerin üstündeki kaş­ların kalkmasına ve yüzünün son teklif bu, pazarlık yok ifa­desine bürünmesine yetecek kadar uzun bir süre.

“Biraz abartmıyor musun?” diye sordum. “Cary yanımda olacak nasılsa.”

“Dün akşamdan sonra senin güvenliğin konusunda ona gü…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Mark Helprin – Kış Masalı

Editor

Tom Sawyer

Editor

Çalınmış Hafızalar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası