Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Seni Ne İhtiyarlattı?

Seni Ne İhtiyarlattı?, ilk öyküsünü 1995te, ilk öykü kitabını 2002’de yayınlayan Abdullah Harmancı’nın öykü yolculuğundaki dördüncü durağı. Kitabın birinci bölümünde yazarın önceki kitaplarında yer alan izlekler devam etmekle birlikte, dış dünyaya, toplumsala daha çok açılmış bir tavır dikkat çekiyor. İkinci bölümde ise, öykü üslubunda yazılmış denemeler var. Öyküyü deneyen, öykü dilinden yararlanmayı deneyen, düşünceden çok yaşantılara yaslanan, belki deneme bile denmemesi gereken denemeler…

***

BENİ ALMAYA GELEN BULUT

Şair Ahmet Aka’ya

Bir gün öğrencilerimden birini, caddelerden birinde gördüm. Simit satıyordu. Başında eprimiş bir kep. Üstünde renkleri birbirine karışmış ekose bir gömlek. Ayağında dedem zamanından kalma, sarısı iyice bozulmuş bir “mekap”. Dudağının ucunda izmaritine kadar içilmiş, dumanı bitmiş bir Samsun.

Beni görünce sigarasını, bir hürmet ifadesi olarak, sözümona belli etmeden, üç tekerli simit arabasının altına bırakıverdi. Yüzünde mahcup çizgiler.

Sorulması gereken soruları sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi. Aradan her zaman olduğu gibi, yıllar, tenefüsler, dersler, tatiller, yazılılar, karneler, “bak ödev yapmayanları ben ne yapıyorum alimallah”lar gelip geçmiş, “öğrencilerimden biri” büyümüş, aklı başında laflar eder olmuştu.

Bizimki de iş değil ki hocam, diyordu, zamanında olacakmış ne olacaksa, diyordu, millet parayı “hamuduyla” götürüyordu. Hayat okuldaki gibi değildi. Askerlik yaklaşmıştı. Nişanlısının babası bir taraftan hık mık ediyor, nişanlısı bir yandan somurtuyordu. Bizimki de iş değilmiş, hocam, diyordu. Hata etmişiz hocam. Baştan bir sanata başlayacakmışız. Şimdi ben bu liseyi bitirsem ne olacak? Bitirmesem ne olacak? Valla Allah sonumuzu hayreylesin amma…

Tavırlarında vaktinden evvel olgunlaşmış bir insanın ağır başlılığı. Sakinliği. İçimde bir yerlere dokundu bu çocuk. Sesinin kasveti gözlerime doldu, doldu… Ayrılacak oldum, elime davrandı. Estağfurullah dedim, hadi hayırlı işler Muratçığım…

…..

Bir gün öğrencilerimden birini, vitrinlerden birinin önünde gördüm. Bileğine bağladığı ince eşarp da, gerdanının üzerine bıraktığı fular da, halka küpelerinin ortasında sallanan elips küreler de, alt dudağının altına sapladığı pirsing de, baş parmağına taktığı yüzüğün oval taşı da, belindeki kemer, spor ayakkaplarını saran kalın şerit de… hepsi “mor”du. Yüzünü vitrin camının yansımasından görebiliyordum. Bir an, vitrinde gördüğü bir ayakkabının güzelliğine dikkat çekmek için, iki eliyle arkadaşının kolunu hızla asıldı. Arkadaşı sakız çiğniyordu. Boyu iki metre kadar vardı. Ellerini kotunun ceplerine sokmuştu. Kemerine taktığı küçük teypten fışkıran this is my life bana kadar ulaşıyordu. Arkadaşı onunla ilgilenmiyor, ayak parmaklarının üzerinde vücudunu esnetiyor, esnetiyordu. Az sonra tramplenden havuza dalış yapacak bir yüzücüyü andırıyordu.

Zihnim, tam da bu “yüzücü benzetmesi”yle meşgulken, ummadığım, beklemediğim bir şey oldu. Öğrencilerimden biri, beni, vitrin camının yansıması içindeki beni, kendisini izleyen beni gördü! Hızla döndü. Birkaç kısa adım atıp iki kolunu birden sonuna kadar açıp Hocammmm!!! diye haykırır haykırmaz küçük gövdeme sarıldı. Oradan geçmekte olanlar bize baktı; bu mutlu genç kızı ve bu şanslı orta yaşlı adamı görmek için bir saniye başlarını çevirip yollarına devam ettiler. Bu sırada, iki metrelik arkadaşı, sakız çiğnemeyi, ayakları üzerinde esnemeyi ve this is my life’ı bir an için unutup döndü. “Kız”ının sarıldığı adam orta yaşlı görünüyordu, çelimsiz biriydi ve iddiasız giyinmişti; “tehlike” yoktu, işler yolundaydı; sol tarafındaki vitrine doğru adımladı.

Bedenime sarılan mor “hale”yi büyük bir zorlukla sakinleştirip kendisiyle söyleşilebilecek bir insan haline getirdim. Sorulması gereken soruları sordum. Verilmesi gereken cevapları verdi.

Hocam en süper hocamız sizdiniz yeminle… Siz başkaydınız, siz… Hocam duydunuz mu, Necati “Popstar’a çıktı… Millet gülmekten yıkıldı… Okan’la tanıştırmadım sizi değil mi? Okan erkek arkadaşım hocam, bakmayın biraz odundur ama… Aaa hocam, bizim devreden Murat vardı, hani çilliydi, şu ilerde simit satıyor da, eğer yolunuz düşerse…

…..

Bir gün öğrencilerimden birini, televizyonlardan birinde gördüm. Şarkı söylemeye çalışıyordu. Askılı bir atlet giymiş, pazulu kollarını açığa çıkarmıştı. Söylediği şarkıyı hiç duymamıştım. Öğrencilerimden biri şarkısını söylerken, jüri üyelerinden biri kahkahalar atarak güldü. Öğrencilerimden biri, şarkısını yarım bırakıp ağlamaya başladı. Çocukla kimsenin ilgilendiği yoktu. Üyeler kendi aralarında konuşuyorlar, biri diğerini elindeki yelpazeyle serinletiyordu. Öğrencilerimden biri, kendine bir şans daha verilip verilemeyeceğini sordu. Bunun üzerine jüri üyeleri yeniden güldüler. Kanal değiştirdim. Birkaç saniye sonra yeniden aynı kanala döndüm. Hâlâ öğrencilerimden birini gösteriyordu. Ona bir hak daha tanımış olmalıydılar. Bu defa hareketli bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ya da bana öyle geldi. Jüri üyelerinden kadın olanı (saç uçları yandaki üyenin yelpazesiyle havalanıyordu), öğrencilerimden birine uzun uzun baktıktan sonra, olmadı Necati, dedi, üzgünüm, gidebilirsin… O zaman, Necati, ansızın dizleri üzerine yığılıp, lütfennnn, dedi, lütfennnn… Ama lütfennnn…

Televizyonu kapatıp balkona çıktım. Karanlık göklerin ortasında bir bulut, kapkara bir bulut, devâsâ bir bulut gördüm. İçinde binlerce küçük helezon kaynaşan, kaynaşan, kaynaşan bir buluttu gökteki. Beni almaya gelmiş bir gemi, dedim karıma, beni almaya gelmiş olmalılar, hadi karıcığım, başka bir zaman diliminde, yeni konuklar eşliğinde yeniden görüşmek dileğiyle! Her zamanki garipliklerimden birini yaptığımı düşünen karım, elindeki yemek dergisinin sayfaları arasında derinleşirken, ben bulutun yumuşacık kollarına bıraktım kendimi. Bıraktım, bıraktım, bıraktım…

Belki Muratla Selin’i de alırız yoldan. Necati’yi görürsek teselli ederiz.

Dergâh 212, Ekim 2007

*

KİTAPLAR VE ÇİÇEKLER

Ayşe Su’ya ve Gülnihal Ümit’e

Doktora tezimi savunmuştum. Yardımcı doçentliğe atanmama iki hafta kalmıştı. Onca zor gün, onca zor gece, onca zor soru… devrini tamamlamış, beni sakin bir limana bırakmıştı. Üniversite sınavını kazanıp da edebiyat öğrencisi olduğum günden itibaren, kimbilir kaç gece dişimi sıkmış, kimbilir kaç ay durup dinlenmek bilmeden çalışmış, çekmem gereken çileyi çekmiş, şimdi işte bütün o zorlu yılların sonuna gelmiştim. Artık kendimi evimin balkonuna bırakabilir, artık “bugün neler yapacağım” sorusunu sormadan yaşayabilir, en azından belli bir süre avareliğe vurabilirdim. Sınavların en zorunu, sınavların en çetinini henüz verememişim, nerden bileyim.

Karfur’un kafeteryasında “o”na rastladım. Benim “o” olduğumu ilk bakışta anladı. Bense onun “o” olduğunu zaten biliyordum. Dinleyicisi olduğum panellerde, izlediğim televizyon programlarında onu görmeye alışmıştım. Artık eskisi kadar içimi yakmıyordu. Ama buna alışmak çok zor olmuştu.

Öğretim üyeliğine atanmama iki hafta kalmıştı. Rektör bey odasına çağırmıştı. Bir taltif, bir kompliman, bir sırt sıvazlama, bir çift güzel söz. Bunca emeğin, bunca göz nurunun, bunca çilenin sonunda. Hanımefendi, siz ki üniversitemizin… Sanıyordum. Ortada bir terslik olduğunu da içten içe sezmiyor değildim.

Kafeteryada bütün masalar doluydu. Ben tek başıma oturuyordum. Elimde Radikal’in kitap dergisi vardı. Dergiyi karıştırıyor, her zaman yaptığım gibi, belli bir yazıda, belli bir konuda odaklanmadan, sayfaları boyuna çevirip duruyordum. “Hanımefendi bu sandalye boş muydu?” Başımı kaldırıp yüzüne bakmadan, onaylamıştım sesin sahibini. Sandalyeyi çekip bir yerlere götürecek sanıyordum. Masama oturdu. Dergiden başımı kaldırıp da yüzüne öylesine baktığımda. Onun “o” olduğunu anladım. O da bana baktı. Gözlerinin ta içinde bir mahcubiyet vardı. Bir takdir. Sevgi mi demeli? Evet sevgiye benzer bir şeydi bu.

Dekan bey odamın kapısında gülümsemiş, beni rektör beyin çağırdığını söylemişti. Aslında bakışlarından kuşkulanmıştım. İlk olarak o “netameli konu” gelmişti aklıma. Epeydir kimse bu hususta “kulağımı çekmemişti”. Üstelik doktora savunmasını geçmiş olmamın ruhuma yaydığı mutluluğun “salaklık” derecesinden aşağılara hâlâ inebilmiş değildim. Kuşkulanmam yerindeydi. Ancak o an için bu kadar mantıklı hareket edemezdim. Rektör beyin yüzündeki gerginliği fark eder etmez, oraya neden çağrıldığımı aklım kesmişti. Rektör beyin yüzü aslında kelimelere ihtiyaç bırakmıyordu. İçime bir acı çökmeye başlamıştı. Damarımdan kanıma, sanki zehir zerk edilmişti. Hareketlerimin yavaşlamaya başladığını hissediyordum.

Merhamet! İşte buldum. Kadının gözlerinde merhamet vardı. Acıyordu bana. Acınıyordum. Acınması gereken kimdi? Benim acınacak bir halim yoktu. Bana neden acınıyordu? Halbuki, rektör beyin odasına girdiğim günden beri, her Allahın günü kendime acımıştım. Acınmakta haklıydı bana. Yaptığım doğruydu. Hatta kitlelerin önünde kahraman olmuştum. Gazetelerde defalarca haber olmuştum. Dergilerin onur konuğu olmuştum. Yatağıma uzandığım her gece, aslında bir mezara uzandığımı düşünürdüm ve meleklerin bana gülümsediklerini, beni kutsadıklarını düşünürdüm. İmanım denenmişti. Ve ben bu denemeyi kazanmıştım. Ama acınmakta haklıydı bana. Bu dünyaya iki kez gelinmezdi. Amcamın dediği gibi. Bu dünyada iki defa kariyer yapılmazdı. Amca kızımın dediği gibi. Bu dünyada bir kez daha doktor, bir kez daha doçent, bir kez daha profesör olma hakkım yoktu. Annemin dediği gibi. Artık bu ülkede bir üniversite beni alamaz, artık bir fakültede öğretim üyesi olamaz, artık kitaplarla ve çiçeklerle dolduracağım bir odam olamaz, lisans, mastır, doktora öğrencilerim olamaz, ders işlerken kapımı nazikçe çalıp başka üniversitelerden meslektaşlarımın gönderdikleri kitapları masamın üzerine efendice bırakan kargo çalışanlarım olamaz, artık doktora jürilerinde öğütlerimi uslu uslu dinleyen öğrencilerim olamaz, dı. İçimin dediği gibi. Bu dünyayı iki defa yaşayamazdım. Rektörün odasından çıkarken. Ruhumu bir acının doldurmakta olduğunu, damarlarımı artık iyiden iyiye egemenliği altına almış “civa”nın hareketlerimi sınırlamaya başladığını hissediyordum. Kadın bana acımakta haklıydı. Ben kaybetmiştim.

Rektör bey konuya bir türlü girememişti. Rektör bey babamın çocukluk arkadaşıydı. Birlikte tıp eğitimi almışlardı. Yurt dışında bulunmuşlardı. Hiçbir ortamda sesini fazlaca çıkartmamış, hiçbir ortamda rengini fazlaca belli etmemiş biriydi. Belki de bütün bu suskunluklarının ödülü olarak günün birinde böylesine büyük bir üniversiteye rektör olmuştu. Ancak rektör olmak biraz da böylesi zorlu konuşmaları yapabilmek, yapmak zorunda olmak, yapmak zorunda kalmak demek değil miydi?

Kucağında alışveriş poşetleriyle karşımda oturan kadın, suskunluğun ikimize de verdiği acıyı hafifletmek için elbette, Alev hanım, demişti, sizinle karşılaşmak ne güzel, beni tanıdınız değil mi, eserlerinizi mastır, doktora öğrencilerime okutuyorum, ben de sizden çok fazla istifade ettim, biz arkadaşlarla bir dernek kurduk, duymuşsunuzdur, İLDER, hafta sonlarımız hep orada geçiyor, ne olur siz de gelin, bi gün fakülteye de gelin, görüşelim, konuşalım, gerçekten çok isterim… Bir şeyler tıkanmıştı boğazıma. Gözlerimin ıslaklığını gizleyememiştim. Neler hissettiğimi anlamıştı. İçim bir cam gibi masaya serilmişti. Hâlâ utanırım. Onlar benim öğrencilerimdi. Onlar benim arkadaşlanmdı. O “vakit”ler benim “vakit”lerimdi. O oda benim odamdı. İkindileri altın sarısı…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yusuf ile Züleyha (kalbin üzerinde titreyen hüzün)

Editor

Heidi

Editor

Bit Palas

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası