Murat Kapkıner: Ses ve saz sanatçısı, ressam, deneme, roman yazarı, şair. Deyim yerindeyse on parmağında on marifet bir şahsiyet.
“Güz İnsanları”, “Karanlıktakiler”, “Wesirfinger Pastanesi”, “İblisin Son Savunması”ndan sonra çarpıcı romanı, “Seni Öldüğüm Gün” ile okurlarına yeni bir tat sunuyor.
Okuyacağınız her sayfa, bir sonrakini okumak için sizi âdeta mıknatıs misali çekiyor.
Roman, Mahmut adlı karakterin yaşamından çarpıcı bir kesit sunuyor.
“Şuracıkta öylece ölsem…” diyebilecek kadar yaşamını önemsemeyen Mahmut, amcası tarafından kendisine diretilen, masumane gördüğü bir işte, tehlikeli olayların girdabına düşer.
Fakat tüm bunlar, yaşamdan hiçbir beklentisi olmayan Mahmut için bir anlam ifade etmez.
Onun için yeni bir umut, yeni bir yürek çarpıntısı, yeni bir hayat bağı vardır aslında…
O da…
Mahmut için;
Hüsran mı, mutluluk mu?
Zafer mi, yenilgi mi?
Aşk mı, reddediliş mi?
Tüm bunların yanıtları, okuyacağınız bu muhteşem romanda.
***
Yazardan,
Bu roman, 2003 yılında tamamlanmıştır. Mart 2013’te Sis Yayıncılığa gönderilmiş, 7 Nisan 2013’te basılmak üzere kabul edilmiştir.
Kendi halimde bir şeyler çiziktirirken, onunla paylaştığımda benim birinci sınıf bir romancı olduğumu söyleyerek mütevazı yazı hayatımı berhava eden, beni kendimde bulunmayan şeyleri artık varmış gibi düşündürerek vehimlere gark eden, zaten pek sağlıklı olmayan ruhumu bu kez megalomani evhamlarına boğan can ağabeyim Üstat Rasim Özdenören’e…
İlerde bir Türk kafesi var. Galatasaray’ın önceki iki maçını orada izledim. Hop oturup hop kalktım. Bir Türk takımı ilk kez finale kaldı. Duisburg’da yer yerinden oynadı. Caddeler trafiğe kapandı. Kornalar sabaha kadar çaldı. Ben de unuttukça bu kornalarla aklıma getirip, sarhoş kafamla, sabaha kadar anlamlı anlamsız çığlık attım.
Galatasaray taraftarı, bir takım taraftarı olmayı burada öğrendim. Bilinmeyen bir hekim muhteşem bir reçete yazmıştı sanki. Bozuk kan kimyamı epey dengeliyor, epey sakinleşiyordum heyecanlanarak.
Kan kimyamda bozukluk var. Başından beri biliyorum. Histamin mesela, haddinden fazla adrenalin. Böbreklerim bebekliğimden beri bozuk: idrarımda kan, kanımda üre var sürekli. Bunlar bildiklerim. Kimbilir bilmediğim daha kimler var kanımda. Özür olsun için söylemiyorum.
Amcam Tezcan’ın bana bulduğu tek odalı evde donsuz dolaşıyorum. Evde donsuz dolaşınca, Duisburgun bu köhne sanayi semtinin caddelerinde de üstsüz pijamayla görünmenin bir terslik yaratacağını düşünmüyorum. Ben, beni bileli de üşümem. İçimde bir yangın var. Tuhaflıklarımdan biri de bu.
Şimdi siz görmüyorsunuz. Görmenizi çok isterdim; anılarımı yazdığım kâğıtları. A4’ten biraz küçük, sarı ama uçuk sarı.
Kalın. Ve sanki yaşlı ama çok yaşlı bir ağacı bu kalınlıkta dilimlemişler. Bir ağaç damarları kompozisyonu her yanı. Bu kâğıtlara yazıyorum.
Bu durum hayatımın en inanılmaz olayı. Bu dünyada hiçbir şey yerli yerinde değil. Bu dünyada arzuladığım, iyi hiçbir şey gerçekleşmedi. Ama itiraf ediyorum: Ahir ömrümde kimi anılarımı böylesi kâğıtlara yazmak nasip oldu işte.
Bütünüyle müşteki geçirdiğim hayatımda (söylemeye utanıyorum) bu kâğıtlara yazdığım kalem de Mont Blanc 146. Bu kâğıtları ve kalemi lütfen unutmayın. Ben ebediyyen unutmayacağım.
Duisburg un Marxloh semtinin Pollmann Mahallesinde, amcam beni karşısında görünce önce rengi sararmıştı. Caddelerde üstsüz pijamayla dolaşabileceğimi ta başından görmüştü belki. Üstelik belaydım.
“Kaçtım. Sığınmacıyım. Yani sığınmacı olabilmem için ne gerekiyorsa yap” dedim.
Şunları söylediğinde aradan tam dört gün geçmişti:
“Sen Almanca mektebini bitirmemiş miydin. Benden ne istiyorsun. Ne yapacaksan kendin yap.”
Kısaca:
“Başvuracağım binayı göster” dedim ve ertesi gün Duisburg merkeze gittik. Git allah git; tramvayla yarım saat.
Övünmek gibi olmasın ama düzgün Almancam karşısında polis oldukça şaşırdı, sübhanallah çekti sanki. Ama söyledikleri de bizi biraz umutsuzluğa itti. Amcamın umutsuzluğu şu yöndeydi ki eğer ilticam kabul edilmezse başına maddi manevi bela olacaktım.
Polis, bu başvuruyu kabul ediyormuş ama bilinsinkiymiş bu sadece bir iyi niyetmiş. Yoksa kendisine göre benim başvurum kesinlikle reddedilecekmiş. Çünkü Türkiye pasaport, kendileri de vize vermişlermiş. Hiçbir sorun görünmüyormuş. Kabul ediş jestinin sebebi de sahtekârlık yapmayışım, yasal pasaportu, vizeyi saklamayışımmış.
Alman vatandaşı amcam Tezcan beni resmen himayesine aldı ve döndük Pollmann’a. Suratı bir karıştı.
“Eşek herif” dedi “ben sana kırk kez söyledim, bu pasaportu göstermeyelim diye!”
Bir şey diyecek oldum:
“Elli yaşına gelmişsin. Eşek kadarsın bir de!” dedi. Azarındaki kip önemliydi: Mesela, “Elli yaşına geldin, eşek kadar oldun” diyemiyor, mişli geçmiş zaman kullanıyordu. Gerçekten gelişme, yaşlanma sürecime hiç katkısı, tanıklığı olmamıştı.
Artık sığınmacıyım. Mahkemelere çıkacak, sonuçları bekleyeceğim.
Şarap, uzo, votka, viski, tekila, grappa, rom, bira… Her gece birini deniyorum. Ruhumu sakinleştirmek için odamla banyo arasında mekik dokuyorum. Baştan söyledim, kanımda yabancı malzemeler var, kanım bozuk diye. Donsuz dolaşıyorum.
Eylül.
Amcam, dokuzuncu ay, diyor her defasında: “Eylül amca Eylül” diyor, öfkeleniyorum. Yarım sene, diyor: “Altı ay amca, altı ay” diyorum.
Birinci ay, beşinci ay, sekizinci ayın on ikisi, seksen yedinin dokuzuncu ayının üçündeydi… gibi konuşuyor.
“Dokuzla eylülün hiç alakası var mı amca” dediydim bir gün, “Kainatta belki Ay’la Güneş bile bir gün bir araya gelebilir ama hiç eylülle dokuz bir araya gelir mi.”
Dokuzda şunların hangisi var: Yatay düşen solgun güneş ışıkları, yağmur, altın sarısı, kızıl yapraklar, rüzgâr, kızıl-sarı zemin, hem mevsim, hem adı sonbahar, güz olan bir mevsim. Böyle bir dekorun içinde üst üste dört olumsuz aşk yaşamış bir yaşlının, yalnız başına oturduğu bir bank; boynu bükük, önüne bakarak oturduğu. Dokuz, eylülün değil; eylül, bir ayın adı aslında. Amcamın bir şey anladığı yoktu.
Ağustosun ortalarında gelmiştim Duisburg’a. Yirmi beş gün olmalı bu odaya kapanıp donsuz dolaşmam; hemen az ötedeki büyük alışveriş mağazası Plus’tan üstsüz pijamamla müskirat vs. almak için çıkışlarımı saymazsam.
Amcam diyor ki: “Tamam, sen üşümüyorsun ama farkında mısın sen geleli iklim değişti sanki. Havalar hep güneşli. Çok az yağmur yağdı. Her yıl ceketle dolaşırdık dokuzuncu ayda.”
Aklıma geldiği iyi oldu: Bu çıkışlarımda bir Alman karısının beni kapıp kaçırarak tecavüz etme olasılığı, mucizesi hiç aklımdan çıkmadı. Hayatım boyunca kadınlar hiç aklımdan çıkmadığı gibi, bu sapıkça, yani aslında kadınca (benim gitmem, benim tanışmam, benim tecavüzüm, her neyse, yerine) onları beklemekliğim, onların bana gelmelerini beklemekliğim de çıkmadı.
Benim, gitmeyi sadece düşlediklerimden sürekli fena halde manevi kötek yediğim ayrı konu. İş işten geçti. Biliyorum bu yaşta ve ölüyor, kayboluyorken bunu anlamış olmak insana hiç bir yarar sağlamaz. Düşleme yerine, sadece ima yerine, gitsem, hatta tecavüz etsem kötek yemeyecektim.
Korkunç bir sona gelip dayanan evliliğim, yaşadığım onca olumsuz aşk, bende bir yabancı arayışına, umuduna yol açmıştı. Müslümandan, Türkten çektiğim yeterdi. Müslümanlardan, Türklerden korkuyordum: “Ah… Bir gâvur, karşıma bir gâvur çıksa nolur,” deyip duruyordum.
Eylülde bulunan şeylerin, çağrışım zenginliğinin hiçbiri dokuzda yoksa da yedide aşkın bütün çağrışımları var. Aşkla yedi hep yan yanadır. Yarin peşine yedi sene düşülür. Ondan yedi sene ayrı kalınır. Yedi sene ayrılık çekilir. Aşk ezeli ve ebedidir ama acısı yedi yıl sürer; farkına varılan acısı. Aşk bitmez. Çünkü başlamamıştır. Başlayan şeyler, başlamaya istidadı olan şeyler biter, diyordum amcama. Bir şey anladığı yoktu.
Eylülün ilk on gününden biri olmalı, üstsüz pijamamla, evimin önünden geçen caddeyi sola doğru ilk kez hızlı adımlarla adımlamaya başladığımda. Korkmuyordum. Bu kez kesinlikle Plus’tan öteye gidecektim. Dünya; Plus’a kadar, Plus’la evimin arasından ibaret olamazdı.
Hava güneşli. Ve her gece sabaha kadar içtiğim, ikindiye kadar uyuduğum için ikindi sonrasıydı. Tuhaf tuhaf bakan Almanlar, kesinlikle bir yerlere gidiyorum, beni bir yerlerde birileri bekliyor sanır, ne beklemesi, biri beni çağırmış, üstelik çok geç kalmışım sanırdı. Halbuki hiçbir yerde hiçkimse beni beklemiyordu. Ramazan davulcusu, eskinin postacısıydım sanki; koşar gibi yürüyordum. Elimdeki bir torba bira şişesi König Pilsener’le (şişe ucuz).
Ya da fena kışkırtılmışım da birinden öç almaya, vurmaya, birini öldürmeye veyahut bir hayat kurtarmaya gidiyordum.
Plusu geçtim, geride kaldı. İşte buymuş hepsi. Daha bir hızlandım. İçimde uzun zamandır hissetmediğim, artık küntleşen ruhumda uzun zamandır fark etmediğim, nasıl söylesem… az yukarda söylediğim duyguya benzer bir hafif esinti, ince bir dalga halinde aşkı hissettim. Size ne diyorum: Plusu geçince âşık oldum. Oldukça naif de olsa, birkaç saniye de sürse âşık oldum. Kime mi. Ne önemi var, aşkın nesnesi olmayabilir, diye kestirip atabilirdim ama nesnesiz aşkların palavra olduğunu, gözü kör olsun çoktandır öğrenmiş bulunuyorum. Aşkımın kazası, geliyorum diyordu. Sultan, viranhaneye konuk olmayacaktı. Gelmeden önce kalbimi temizliyordu. Muştucu bulutlar rahmetten önce geliyordu.
(İlerde anmak isterim): Yalnız ve yabancı, kasvetli bir kiliseyi geçtim. İnternet kafeler, fotoğraf stüdyoları, exportçular, video-CD pazarlayan dükkânlar, allı morlu, rengârenk dükkânlar geçiyor, camlarda kendimi seyrediyorum. Belimden yukarısı ayıya benziyor. Göğsüm bembeyaz bir orman. Kulaklarımı kapatan apak saçlarım neredeyse omuzlarıma değecek. Burma apak bıyıklarıma dalgalanıp dolanıyor kimileyin. Sakalım bir avuçtan fazla. Kendimi oldubitti şeytana benzetirdim. Bu kez ite benzettim: Tüyleri gözlerini örten beyaz bir it.
Sanki sağ bıyığım seğirdi. Sağ kaldırımdan yürüdüğüm için hep sağ vitrinleri seyrediyor, sağda ne varsa görüyordum. Şimdi üç-beş metre genişliğinde beton bir girişin önündeyim. Demir parmaklıklarla kapatılmış, geniş parmaklıklı kapısı açık bırakılmıştı. İrkilen bıyığımın komutuyla keskin bir viraj alıp karşımda gördüğüm bahçeye aynı hızla daldım.
Çiçekli, bol çiçekli bir bahçe ama kasvetli. Daha sonra bu ülkeye takınca niye taktığımı da anlayacaktım: Eylüle benziyordu. Kasvet, latif bir şekilde damar damar, hücrelerine yayılmış, sızmıştı. Ebediyyen sürecek bir sonbahar yaşamayan, kasvetsiz bir cennet, zaten bana göre değildi.
Bir hıyabanın böldüğü mezarlık, iki yanlı bir çiçek bahçesi. Eylülün ağaçlara bulaştırdığı kızıllık, kızıl Amerikan Asmaları, Karyağdılar, Kadifeler, Kasımpatları. Eğilip eğilip taşlara bakıyorum: Düzgün, parlak mermerler kitap kapakları gibi. İzlediğim kitabelerin estetik kaygılarından başım döndü sanki. Öyle demeyin! Ben öldükten sonra Kasımpaşa, demeyin. Böyle bir yerde ölesi geliyor insanın. Evlerin, küçük-büyük bahçeleri nasıl çiçek tarhlarıyla düzenlenmişse burada da her ölünün bahçesi öylece bezenmiş. Şu ilerki… Kandil var orada. İçinde yanmaya devam edebilecek mumuyla mermer dikitin dibinde bir kandil. Kırmızı cam fanusu, pirinç çemberler tutuyor.
Bahçenin sol tarafını geziyorum. Bu bahçe- mezarları gördükçe ölmek, banklardan birine uzanıp öylece kalmak, ölmek istiyorum. İnsanın umduğu gibi ölmesi, kim bilir ne mutluluktur. Bakmayın siz, hep umduğumuz gibi yaşamayı mutluluk sanışımıza. Hiç bir şeyden anlamadığımız gibi bu hayat-memat meselesinden de anlamıyoruz: Umduğum gibi ölmedikten sonra umduğum gibi yaşamışım neye yarar. Eskilerin inanırları hüsn-ü hatime derler; bununla, bir ömür günah ve inaçsızlıkla geçse de son nefeste inançlı ölebilmeyi kastederlerdi. Son nefeste ruhunu şeytana satmamayı. Son an önemliydi onlara göre: Şeytan, son nefeste bütün hünerini gösterir, kişiyi imandan çıkarırdı.
Onların inançlı ölüp ölmemeleri kendilerinin sorunu ama herhalde söyledikleri doğru. Çünkü bence, bir ömür inanıp da inancı kendisine hayatı zindan etmiş birinin ölürken ate olması da hüs-ü hatime. Ya da bu arsenik inançtan kurtulması. Herhalde kişinin umduğu gibi ölmesi bence umduğu gibi yaşamasından iyi. Bu düşüncelerle bira torbamı önüne koyarak banklardan birine uzanıyorum, ölmeyi, umduğum gibi ölmeyi düşleyerek. Sağ elim, sağ yanağımın altında yastık. Dizlerimi biraz kirmişim. Gözlerimi kapatıyorum. Fakat bu umduğum gibi ölme düşü uzun sürmüyor. Gözlerim kapalıyken kulağıma uzaktan bir ses ulaşıyor. Önce köşe kapmaca oynayan çocukların çığlıklarına benzetiyorum. Gözlerimi açıyorum. Bu kez kulağıma Almanca söylenmiş bir: “Orospu” sözcüğü çarpıyor. Gözlerimi tekrar kapıyorum. Orospular her yerde var olabilirdi ve ben düşümden ayrılmak istemiyorum. Torba dolusu şişe biralarım bankın hemen önünde, başımın hizasında. Uykum var. Tatlı tatlı uyumak, ölmek istiyorum.
Çığlığı tekrar duyduğumda tekrar gözlerimi açmak zorunda kalıyorum. Karşıki mezarların arasında…