KEDİ ADAM SOYUNU DEVAM ETTİREBİLECEK YALNIZCA SEKİZ DİŞİ KEDİ KALDI…
VE ONLARDAN BİRİ DE BENİM
Tepeden tırnağa Amerikalı bir yüksek lisans öğrencisi gibi görünüyorum. Ama ban kedi adam soyundanım; isteyince kocaman bir kediye dönüşabiliyorum. İki farkk dünyam var.
Ailem ve Gurur sürüm banim için planlar yaptıysa da, türümün devamını getirmem adına yapılan bütün bu baskılardan kaçtım ve kendime normal bir hayat kurdum. Ta ki o Serseri’nin saldırdığı geceye kadar.
Serseriler hakkında uyarılmıştım; bunlar, devamlı benim gibi çekici, dişi ve doğurgan kadiler arayan, Gurur sürülerine bağlı olmayan kedi adamlardı. Ben karşıma çıkanla baş adebilmiştim, ama sonradan iki bekâr hem cinsimin ortadan kaybolduğunu öğrendim.
Gurur sürümün bani geri çağırması için bu tehlike sinyali yeterliydi… Güya bu kendi güvenliğim içindi. Ya, tabil. Ama ben uysal bir yavru kedi değilim. Arkadaşlarımı bulmak için karşıma her ne -ya da her kim- çıkarsa çıksın üstesinden geleceğim. Kollayın kendinizi, Serseriler… çünkü keskin pençelerim var ve onları kullanmaktan çekinmem.
“GERÇEKTEN ÖNEMSEYECEĞİNİZ KARAKTERLERLE DOLU MÜTHİŞ BİR OLAY ÖRGÜSÜ. VINCENT ROMAN TÜRÜNE YENİ BİR SOLUK GETİRİYOR.”
-KELLEY ARMSTRONG
***
TEŞEKKÜRLER
Kitap yazmak tek kişilik bir uğraş. Yayınlamaksa değil. Bir kitap yayınlamak, çeşitli uzmanlık alanlarından pek çok insanın katkılarını gerektiren bir grup çalışmasıdır. Buradan yola çıkarak, Serseri‘nin oluşma sürecinde emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum: Yayın yönetmeni Dianne Moggy ve yazı işleri müdürü Margaret Marbury; pazarlamada, Ana Movileanu ve Stacy Widdrington, sanat yönetmeni Erin Craig ve tasarımcı Sean Kapitain; yardımcı editör Adam Wilson; perde arkasındaki katkıları göz ardı edilmemesi gereken, üretim ve pazarlamada emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Bunun yanı sıra, hatalarıma gülmeden İspanyolcamın üzerinden geçen Ohh‘a teşekkürler.
Editörüm, harika insan Mary-Theresa Hussey’ye teşekkürler; bu kitabın raflarda yer alabilmesi, onun bana karşı sabrı ve hikâyeme olan inancıyla doğrudan bağlantılıdır.
İşinde son derece başarılı olan sıra dışı telif haklan temsilcim Miriam Kriss’e teşekkür ederim. Somlarıma cevap verdiği ve beni sakinleştirdiği için. İşimle ilgili bana güven ve gurur aşıladığı için. Kısacası, kitaplarımı sattığı için teşekkür ederim.
Ve son olarak, kendisine yol gösterilmesine ihtiyaç duyan çaylak bir yazara bilgisi ve deneyimiyle katkıda bulunan, dünyanın en harika akıl hocası, Kim Harrison’a sonsuz bir minnet -ve kocaman bir öpücük- borçluyum. Mümkün olacağını düşünebileceğimden ve ifade edebileceğimden çok daha fazlasını bana öğretti. Ve her şeyden önemlisi Kim, beni ciddiye aldığın için teşekkürler.
Bir numaralı hayranıma, hayatımın aşkına, sonsuz destek ve teşviki için teşekkür ediyorum. Hayallerimi gerçeğe dönüştürebilmem için ihtiyacım olan zaman ve mekânı bana sağladı. Ve her şeyden önemlisi, en sonunda parmaklarımı klavyeye koyup bu işe başlamam ve sayfaları kelimelerle doldurmam için bana cesaret verdi.
Sizler olmadan bu asla gerçekleşmezdi.
Bir
Kapı açılır açılmaz inanılmaz bir şeyin gerçekleşmek üzere olduğunu anlamıştım. Bunun benden kaynaklanan bir durum mu, yoksa başıma gelecek bir şey mi olduğuysa henüz belirsizdi.
Klimalı, serin dil binasından çıkıp kendimi Kuzey Teksas’ın yaz sıcağına atar atmaz o kokuyu aldım. Sırt çantamı omzuma atıp güneş batımına doğru yürüdüğüm sırada bir adım arkamdaki oda arkadaşım Sammi, konuk öğretim görevlisinin, kadınların 19. yy. edebiyatına katkıları konusundaki ayrımcı görüşleri hakkında yüksek sesle atıp tutuyordu. Sırf eğlence olsun diye şeytanın avukatlığını yapıp onunla bu konu hakkında tartışmaya hazırlanıyordum ki, akşam meltemindeki ani bir yön değişimi beni olduğum yerde, ön verandanın en üst basamağında durdurdu.
Sammi’yle yapacağım tartışmayı unutup donmuş halde bu bildik kokunun kaynağını bulmak için gözlerimle bahçeyi taramaya başladım. Görünüşte sıra dışı bir şey yoktu; sadece yurtlarına gidip gelen, sohbet ederek yürüyen yaz öğrencileri. İnsan öğrenciler. Ama kokusunu aldığım şey insan değildi. Hatta uzaktan yakından ilgisi bile yoktu.
Konuşmasına kendini kaptıran Sammi, durduğumu fark etmedi. Bana öyle bir çarptı ki dosyası elinden yere düştü; bütün dosya kâğıtları basamaklara dağılırken, herkesin dikkatini üzerimize çekecek kadar yüksek sesle küfürler savurmaya başladı.
“Bir dahaki sefere başka yerlere odaklanmaya hazırlandığını haber verirsen iyi olur, Faythe,” diyerek dosyayı hızla kapattı ve notlarını toplamak için yere eğildi. Yüksek lisanstan arkadaşlarımız yarattığımız trafik sıkışıklığından dolayı arkamızda sıralanırken, Sammi’nin ağzından homurdanmalar ve daha başka bir sürü sitemli cümle dökülüyordu. Zaten biz edebiyatçılar yürürken çoğu zaman yola değil, okuduğumuz kitaplara odaklandığımızdan bu tür şeyler sık sık olur.
“Üzgünüm.” Arkamdaki öğrencilerden biri üzerine basmadan kâğıtlardan birini yerden alıp ona yardım etmek için çömeldim. Ayağa kalkıp basamakları ikişer ikişer çıkarak kapının önünde uzanan tuğla bahçe duvarına kadar Sammi’nin arkasından koşturdum. Duvarın üzerinde dosyasını açıp sistemli biçimde notlarını yeniden sıraya dizmeye çalışırken hâlâ söyleniyordu. İnsanların her zaman olduğu gibi, o da bu kokunun farkında değildi. İşini yaparken hiç ara vermediği konuşmasını neredeyse hiç duymuyordum.
Yüzümü rüzgâra doğru çevirirken, kokuyu içime daha fazla çekebilmek için burun deliklerim genişliyordu. Orada. Bahçenin öteki ucunda, fizik binasıyla Curry Sanat Merkezi arasındaki yolda.
Sırt çantamın askısını sıkıca kavradım ve dişlerimi sıktım. Onun burada olmaması gerekiyordu. Hiçbirinin burada olmaması gerekiyordu. Babam söz vermişti.
Babam hayatıma müdahale etmeyeceğine söz vermesine rağmen onların beni izlediklerini biliyordum. Zaman zaman bir futbol maçı sırasında kalabalığın arasında fazla parlak bir çift gözü fark ederdim ya da yemek kuyruğunda aniden tanıdık bir yüze rastlardım. Nadiren de -beş yıl içinde yalnızca iki kere- havada farklı bir koku sezerdim; çocukluğumun güzel ve bilindik tadı gibi, ama sonrasında ağızda acı olarak kalan bir tat. Koku belirsiz ama alay edercesine tanıdıktı ve burada kesinlikle istenmiyordu.
Tüm bu işaretler, bu ipuçları, belirsiz görünse de hayatımın mahremiyetini bozuyorlardı. Babamın casusları kalabalıkların ve gölgelerin içine sessizce sinerlerdi, çünkü ben onları görmeyi ne kadar istemiyorsam, onlar da görülmeyi o kadar istemiyorlardı.
Ama bu seferki farklıydı. Benim onu görmemi istemişti. Daha da kötüsü, bu, babamın casuslarından biri değildi.
“…testis yerine yumurtalıkları var diye fikirlerinin daha az önemli olması şovenistligin de ötesinde. Bu resmen barbarlık. Birisi ona… Faythe?” diyerek, Sammi yeni düzenlediği dosyasıyla beni dürttü. “İyi misin? Hayalet görmüş gibisin.”
Hayır, hayalet görmemiştim. Bir kedi kokusu almıştım.
İkna edecek kadar yüzümü buruşturup, “Biraz midem ağrıyor,” dedim. “Gidip biraz uzanacağım. Benim adıma gruptan özür diler misin?”
Kaşlarını çattı. “Faythe, bu senin fikrindi.”
“Biliyorum,” diyerek başımı salladım. Diğer dört yüksek lisans öğrencisini kütüphanede Aşkın Boşa Giden Emeği‘nin fotokopileriyle hazırlanmış, bekliyor halde gözümün önünde canlandırdım. “Herkese gelecek hafta orada olacağımı söyle, yemin ederim.”
“Tamam,” diyerek çilli çıplak omuzlarını silkti. “Sen bilirsin.” Birkaç saniye sonra Sammi de kaldırımdaki kot pantolonlu diğer öğrencilerden biriydi artık, yaklaşık üç yüz metre ileride akşamüstü gölgelerinin arasında pusuya yatmış şeyden tamamen habersizdi.
Yüzümdeki kızgınlık ifadesini göstermemeye çalışarak yola kestirmeden çıkmak için kaldırımdan ayrıldım. Daha birkaç metre gitmemiştim ki, ayakkabı bağıma takıldım. Tekrar bağlarken bir hareket planı yapmak için zaman kazanmış oldum. Diz çökerken bir gözümle bu davetsiz misafirin bir izini yakalamak ümidiyle etrafı taradım. Bunun olmaması gerekiyordu. Yirmi üç yıllık hayatım boyunca hiçbir serserinin yakalanmadan bölgemize bu kadar yaklaştığını duymamıştım. Bu tamamen imkânsızdı.
Ama işte oradaydı; yolun kenarında, gözden uzakta saklanıyordu. Tıpkı bir korkak gibi.
Bu davetsiz misafirden bahsetmek için babamı arayabilirdim. Muhtemelen aramalıydım da; böylece, sorunla ilgilenmesi için günün casusu olarak seçilmiş kişiyi gönderebilirdi. Ancak aramak, babamla konuşmam anlamına geliyordu ki bu, koşullar ne olursa olsun kaçındığım bir şeydi. Diğer seçenekse serseriyi korkutup kaçırmak, şayet bunlardan birinin beni yine izlediğini görürsem bir dahaki sefere babamı aramaktı. O kadar da önemli bir mesele değildi doğrusu. Serseriler yalnız gezerlerdi ve yüz yüze geldiğinizde bir geyik kadar korkak olurlardı. Her zaman Gurur sürülerinden kaçarlardı, çünkü biz genellikle en az iki kişilik gruplar halinde çalışırdık.
Ben hariç.
Ama serseri, koruyucumun olmadığını bilemezdi. Kahretsin, muhtemelen bir koruyucum vardı. Babamın paranoyası yüzünden hiçbir zaman gerçekten yalnız olamadım. Doğru, bugün kimin görevli olduğunu görmemiştim ama bu yalnız olduğum anlamına gelmiyordu. Her zaman fark edemesem de onlar hep etrafımda bir yerlerde olurlardı.
Ayakkabımı bağlayıp bir kez daha babamın aşırı koruyucu önlemlerinden emin olarak ayağa kalktım. Çantamı tek omzuma astım ve yola doğru ilerlerken rahat görünmek için elimden geleni yaptım. Yürürken gizli koruyucumu görebilmek için bahçeyi gizlice süzdüm. Her kimse, nasıl saklanması gerektiğini sonunda öğrenmişti. Harika zamanlama. Yola yaklaşırken güneş ufuk çizgisinin altında tamamen kaybolmuştu. Curry Sanat Merkezi’nin önündeki sokak lambası yumuşak bir vızıltıyla yanmaya başladı. Yumuşak sarı ışık yanarken kaldırımın kenarında durdum, kendimi toparladım.
Serseri, muhtemelen sadece meraklıydı ve onu gördüğümü anlar anlamaz kaçmıştı. Peki ya kaçmadıysa; işte o zaman onu korkutmak zorunda kalacaktım, ki bu da daha fazla gerilim anlamına geliyordu. Diğer dişi kedi arkadaşlarımın aksine dövüşmeyi biliyordum, babam bunu garantiye almıştı. Ne yazık ki, erkek kardeşlerimle olan deneyimlerim dışında bunu teoriden pratiğe dökememiştim. Tabii ki kendimi savunabilirdim ama bunu yıllardır yapmamıştım ve bu, gerçek dünyada becerilerimi sınamak için hiç de iyi bir zaman gibi görünmüyordu.
Şövalye çağırmak için çok da geç değil diye düşünüp ince cep telefonumu bulmak için cebimi kurcalamaya başladım. Şu anki durum dışında zaten hep öyle olurdu. Babamı her arayışımda beni eve çağırmak için farklı bir mazeret uydururdu. Bu sefer yeni bir tane uydurmasına gerek bile kalmayacaktı. Bu sorunla kendim baş etmem gerekiyordu.
Gayet kararlı adımlarla ışıktan karanlığa doğru yürüdüm.
Kalbim deli gibi çarparken yola girdim, çantamın kolunu âdeta bir kılıç kabzası gibi sıkıca kavradım. Ya da bir can simidi gibi. Havayı kokladım. Hâlâ oradaydı; kokusunu alabiliyordum. Ama şimdi kaynağa çok daha yakındım. Kokusunda tuhaf bir şey sezdim. Kendi Gurur bölgemin içinde bir serserinin kokusunu almamdan çok daha yersiz bir şey. Bu davetsiz misafir her kimse, buradan değildi. Kokusunda farklı bir yabancılık vardı. Egzotik. Amerikalı kedilerin bildik kokusuyla kıyasladığında baharatlı bir koku.
Nabzım boynumda deli gibi atıyordu. Yabancı. Lanet olsun. Bu benim boyumu aşıyordu.
Telefonumu bulmaya çalışırken yolun ilerisinden bir tıkırtı geldi. Donakaldım; karanlıkta insan gözlerimle görmeye çalışıyordum ama hiçbir yararı yoktu. Dönüşmeden belirsiz çizgiler ve gölgeler dışında hiçbir şeyi ayırt edemezdim. Ne yazık ki dönüşmek şu durumda iyi bir seçenek değildi. Bu uzun sürerdi ve geçiş sırasında savunmasız kalabilirdim.
O halde insan biçiminde.
Bahçede herhangi bir iz bulabilmek için arkama dönüp hızla etrafa göz attım. Her yer boş görünüyordu. Etrafta olası şahitler de yoktu; herkes ya yarı ayık ders çalışıyor ya da parti yapıyordu. Peki ben neden kim olduğu belirsiz bir serseriyle saklambaç oynuyordum ki?
Kaslarım gerilmiş, kulaklarım alarmda yolun aşağısına doğru yürümeye başladım. Dört adım sonra kırık bir tenis raketine bastım, paslı bir çöp variline takılıp tökezledim, çantam kolumdan sıyrılıp yere düştü, başım çöp varilinin kenarına öyle bir çarptı ki, âdeta devasa bir gong sesi yankılandı.
Sakin ol Faythe, diye düşünürken metalik ses hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
Çantamı almak için doğruldum ve hızlı bir hareketlenme gözüme çarptı. Serseri -neyse ki insan biçimindeydi- yolun sonundan Curry Sanat Merkezi’nin arkasındaki otopark alanına doğru kaçtı, ayakları asfalt zemin üzerinde olağanüstü bir şekilde sessizce kayıp gidiyordu. Koşarken soluk ay ışığı koyu kıvırcık saçlarına vuruyordu.
İçgüdülerim korkumu ve dikkatimi bastırmıştı. Damarlarımda adrenalin dolaşıyordu. Çantamı sırtıma taktım ve yolun ortasına koştum. Serseri kaçmıştı; tıpkı ondan yapmasını umduğum gibi. Beynimin kedi tarafı onu takip etmemi emrediyordu. Fareler kaçar, kediler kovalar.
Yolun sonunda durup park alanını izledim. Eski bir Lincoln’ün soluk far lambaları dışında etraf bomboştu. Serseri gitmişti. Kahrolası şey nasıl bu kadar çabuk kaçabilmişti?
Rahatsız bir his boynumdan başlayıp omuriliğim boyunca bütün tüylerimi diken diken etti. Otopark alanındaki bütün güvenlik ışıkları kapalıydı. Oysa bina avlusundakiler gibi otomatik olmaları gerekiyordu. Bilindik vızıldama sesi ve ışık hüzmeleri olmayınca, park alanı âdeta koyu renk asfalttan dalgasız bir deniz gibiydi. Ürkütücü derecede sessiz ve rahatsızlık verecek kadar sakin.
Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atarken yoldan ayrıldım; bir yıldırımın ya da raydan çıkmış bir trenin bana çarpmasını bekler gibiydim. Hiçbir şey olmadı ama bir şeylerin ters gittiği düşüncesini üzerimden atamıyordum. Gözlerim etraftaki ışığı alabilsin diye bir adım daha attım. Ama yine bir şey olmadı.
Kendimi aptal gibi hissediyordum şimdi; ucuz bir korku filminden fırlamış kötü adamlar gibi gecenin köründe bir yabancıyı kovalıyordum. Filmlerde bu tür durumlar bir şeylerin ters gittiği anlamına gelirdi. Tüylü bir el, gölgelerin arasından uzanır ve meraklı ama aptal kadın kahraman çığlık atmak için son nefesini harcarken onu sadistçe boğazından kavrayıverirdi.