Dini

Şia

sia 5ed403bb14897Dünyanın bugünkü tezadını halletmede bizim yanlışımız, mülhit mücahitleri mümin oturanlar ile kıyaslamamız ve meseleyi çözmekten âciz kalmamızdı. Bu ölçme mantık olarak yanlıştır. Mülhit mücahitler mümin mücahitler ile kıyaslanmalı. O zaman bir mücahit mülhit de zaten itiraf edecektir ki halkın kurtuluşu yolunda canı infak ve kendini îsâr etmek için Allah’a iman, daha uygun bir dünyagörüşü ve daha mantıklı bir altyapıdır. Çünkü dünyayı duygu, şuur, hesap ve mantık sahibi olarak ve kendini bu varlıkta kaybolmayan zevalsiz bir eylem olarak gören bir mümin, Allah’tan ve meâddan aldığı güçle kendi sorumluluğu yolunda ve halkın hayatı için ölümü öyle doğal ve kolay anlar ki onu seçerken bir kahramanlık duygusuna bile kapılmaz ve ölümle karşılaşmayı kahramanlığa ihtiyaç duyulacak bir şeyden daha değersiz görür.
Biliyorum ki bilinçli ve sorumlu müminler arasındaki bir şehit, tıpkı namaz kılar gibi can verir!
Şimdiye dek halk için kıyam eden bilinçli, mücahit, özgürlükçü ve halk karşısında sorumlu insanların tamamı içinde en iyi ümmet olanlar işte bunlardır.
Halk yolunda marufu salık verip münkeri engelleyen ve Allah’a iman eden en iyi ümmet!
İÇİNDEKİLER
Ali Şeriati
Yayıncının Notu
Farsça Yayıncının Notu

BİRİNCİ BÖLÜM
Tam Bir Parti: Şia
Tam Bir Parti: Şia – Birinci Kısım
İdeoloji
Hedef (veya Misyon)
Tam Bir Parti: Şia – İkinci Kısım
Slogan
Sınıfsal Temel
Sınıfsal Tavır
Siyasi Tavır
Mücadele Geleneği, Strateji, Taktik, Teşkilat
İKİNCİ BÖLÜM
Şiîlik Tarihinde Zikrin ve Zikredenlerin Rolü
Dertli Dinleyici İçin İlaç Gibi Bir Mesaj
Şehidin Doğumu
Zikrin ve Zikredenlerin Devrimci Rolü
Gerçeklikleri Kendine Özgü Zaman ve Mekân İçerisinde Değerlendirmek
Toplumsal Zaruret ve İlahî İrade
Sol ve Sağ
“Tevhid”in Sınıfsal Konumu
Bir Elde “Mesaj” Bir Elde “Silah”
“Benî Ümeyye”nin Zaferinden Sonra “Şia”
Şia Kimdir?
Kerbela Çölüne Kaçış
Kerbela Yahut Kâbe
Uzaklaşan İki Eğri, İki Çelişik Tanıyış
Seyitler
“Humus” ve “Zekât” Kullanımı
Takiye, Taklit ve Şehadet
Takiye
Taklit
Şehadet
Yas Tutma
Menkıbe ve Keramet
Müziğin mi Yoksa Gınânın mı Haramlığı?
Her Gün Âşurâ, Her Yer Kerbelâ ve Her Zaman Muharremdir
Zikretme ve Zâkirler
Peki Ya Bugün? Bugünün Şiası’nın Misyonu?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Şia Olma Sorumluluğu
Şiîlikte İmanın Tarifi
Sorumluluk
Facianın Kotarılması
İslam’da Sanat, Bilim ve Edebiyat
Şiiri Savunan İslam!
Dinin Hizmetindeki Din
Din Yani “Yol”
Sorumluluk Dini
Kan ile Mürekkebin Akrabalığı
Şia Tarihinin Dönemleri
Gaybet
Niyâbet
İçtihat
Güç Olmayan Güçlüklerin Ortaya Konulması
Yeni Olaylar
Şia Olma Sorumluluğu
İslam da “Hayır” İle, Şiîlik de “Hayır” İle Başladı
Maslahat-Hakikat
EKLER
“Yetkin Bir Parti: Şia”nın Notları (1-10. Notlar)
“Şiîlik Tarihinde Zikrin ve Zikredenlerin Devrimci Rolü”nün Notu (11. Not)
Kaynaklar
Yayıncının Notları ve Açıklamaları

ALİ ŞERİATİ
23 Kasım 1933’te Horasan eyaletine bağlı Sebzivar’ın Mezinan köyünde dünyaya geldi. 1950’de Meşhed’deki Öğretmen Koleji’ne girdi. 1952’de Meşhed yakınlarındaki Ahmedâbâd köyünde öğretmenliğe başladı. 1955 yılında Mektebi Vâsıta’yı yazdı. Ebuzeri Gıfarî’yi tercüme etti. 1956’da Meşhed Üniversitesi’ne girdi. Ulusal Direniş Hareketi’ne üye olduğundan, babası ve diğer üyelerle birlikte tutuklandı, altı ay tutuklu kaldı. 1959’da Alexis Carrel’den Dua’yı tercüme etti. Üniversiteden başarıyla mezun oldu. 1960’ta Fransa’ya gönderildi, orada sosyoloji ve dinler tarihi üzerine çalıştı. Cezayir Kurtuluş Hareketi’ne aktif olarak katıldı. Bu faaliyetlerinden dolayı Paris’te tutuklandı; bu arada birçok makale, konuşma ve çevirisi değişik dergilerde yayımlandı. Sosyoloji ve dinler tarihi alanında doktorasını tamamlayarak 1962’de İran’a dönerken sınırda tutuklandı; aylarca hapiste kaldı. Hapisten çıktıktan sonra öğretmenlik yapmaya başladı ve Meşhed Üniversitesi ve diğer merkezlerde konferanslar verdi. Hüseyniyei İrşad 1973 Eylül’ünde kapatıldı. Savak, Şeriati’yi aramaya başladı. Kendisini bulamayınca babasını tutukladı. Babası bir yıl kadar hapsedildi. Şeriati teslim oldu ve on sekiz ay hücrede kaldı. 197577 arası Savak’ın takibinden sürekli kaçıp başkalarının evlerinde kalarak çalışmalarına devam etti. Sabahlara kadar süren konuşmalar yaptı. 16 Mayıs 1977’de Avrupa’ya hicret etti. Otuz gün sonra İngiliz İstihbaratı’nın yardımıyla Savak tarafından şehit edildi.

 
YAYINCININ NOTU
Yayınevimiz, Şeriati düşüncesini külliyat olarak okurlarına sunmakla önemli bir hizmet vermektedir. Merhum Şeriati, dünyanın bugün yaşayan iki önemli medeniyeti olan, İslam ve Batı medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulmuş ender şahsiyetlerden biridir. Dahası, bir sosyolog gözüyle incelediği konuları, dahiyane bir düşünce işçiliği ile işlemiş ve Fars edebiyatının kendisine kazandırdığı akıcı üslupla ortaya koymuştur. Bilimsel liyakati, özgün bakış açısı, dindarlığı ve inandığı doğrular uğruna can verecek kadar yürekli kişiliği ile sadece İran gençliğini arkasından sürüklemekle kalmamış, dünya Müslümanlarının öze dönüş çabasına katkıda bulunarak bir döneme damgasını vurmuştur. Onun bu özgün ve özgürlükçü tutumu, sadece İslam düşmanlarının tepkisini çekmekle ve onlar tarafından şehit edilmekle kalmamış, dost ve kardeş bildiği Müslümanlardan da çok büyük tepkiler almıştır. Çünkü onun düşünceleri, Batılı saldırı karşısında çok derin ve güçlü bir mukavemet oluştururken İslam geleneğini kirleten ve çöküntüye sebep olan bidat ve hurafelere de ağır darbe indiriyordu. Tabiî bu da bilinçsiz kesimler nezdinde İslam’ın kendisine yapılan bir saldırı olarak algılanıyordu.
Kendi tabiriyle içinde doğup büyüdüğü geleneksel Safevî Şiîliğine yönelttiği eleştiriler yüzünden İran’da dışlanırken, Şiî bakış açısı nedeniyle de Sünnî dünyadan önemli tepkiler almıştır. Ancak Şeriati, her ne kadar Ali Şiası ve Safevî Şiası ayrımı yapsa ve Safevî Şiîliğini eleştirse de eleştirdiği düşünceden bütünüyle kurtulamamış ve söz konusu etkilerle Sünnî dünyanın kabul edemeyeceği kimi düşünceler serdedebilmiştir. Sahabiler hakkında kullandığı ifadeler hoşgörü sınırını zorlayan kusurlar olarak değerlendirilebilir. Ayrıca yaşadığı çağ ve çevrenin etkisiyle Fransız sosyalistlerinden etkilendiği ve kimi yorumlarında bu etkinin izlerinin görüldüğü de söylenebilir.
Ali Şeriati’nin de her insan gibi hata edebileceğini, hatalarının ve savaplarının sadece kendisini bağlayacağını okuyucunun takdir edebileceğine inanıyoruz. Fecr Yayınevi olarak, ölçümüzün Kur’anı Kerim ve onun numunei timsali olan Hz. Peygamber (a.s) olduğuna inanıyor, Şeriati de dahil bütün insanların bu ölçüler içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Onun her görüşünü onaylamadığımız halde eserlerini yayınlıyor, ama katılmadığımız görüşlerine de müdahale etmeyi uygun görmüyoruz. Çünkü böyle bir müdahalenin düşüncelerin doğru anlaşılmasına engel olacağı, bunun da hem yazar hem okur açısından bir hak ihlali sayılacağı kanaatindeyiz. Buna rağmen kimileri, tasvip etmedikleri düşüncelerden dolayı bilinçsiz okuyucuların olumsuz etkileneceği gerekçesiyle vebal alacağımızı düşünebilirler. Fakat biz, genelde Müslüman olmanın, özelde Şeriati okuru olmanın, okuduğu her şeyi kabullenen değil, eleştiren bir seviye gerektirdiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla bütün olumsuzluklarına ve kusurlarına rağmen Şeriati’nin o engin birikiminin bizlere çok şey kazandırdığına ve kazandıracağına inanarak eserlerini külliyat olarak yayınlamaya karar vermiş bulunuyoruz. Buna paralel olarak hem Fars hem de Türk edebiyatına vukufiyetiyle temayüz etmiş mütercimlerden oluşan bir heyet oluşturarak eserlerin en az hata ile çevrilmesine de özen gösterdik. Bu nedenle tercümeler, sadece söz konusu eserleri dağınık vaziyette sunulmaktan kurtarmayacak, Şeriati okurunun liyakatsiz tercümelerden çektiği sıkıntıları da asgariye indirecektir.
Külliyattaki kitapların bazılarında yazara ait olmayan dipnotlar yer almaktadır, İran’daki Dr. Ali Şeriati Eserlerini Derleme Bürosu tarafından eklenen notların sonunda (Derleyen), yayınevimiz tarafından ilave edilen notların sonunda (Fecr), mütercimlerin ilave ettiği notların sonunda ise (Çev.) ifadeleri kullanılmıştır. Bunların dışındaki dipnotlar Ali Şeriati’ye aittir.
Bütün hassasiyet ve çabamıza rağmen, insan olmamız hasebiyle gözümüzden kaçan kusurlar olursa okurumuzdan özür diler, eleştirilerine müteşekkir kalırız. Bu vesileyle Şeriati’ye Allah’tan rahmet diler; başta değerli mütercimler olmak üzere, editörlere, tashih ve redakte heyetine ve eserlerin sizlere ulaşmasında emeği geçen bütün dostlara gönülden teşekkür ederiz.
FECR YAYINEVİ

 

FARSÇA YAYINCININ NOTU

 

Bu kitapta “Yetkin Bir Hizip: Şia”, “Şia Tarihinde Zikrin ve Zikredenlerin Rolü” ve “Şia Olma Sorumluluğu” başlıklı üç konuşmayı bir araya getirdik ve her birinin özelliklerine “Ekler” kısmında değindik. Bu konuşmaların düzenlenmesine ilişkin olarak burada söylemeliyiz ki “Şia Tarihinde Zikrin ve Zikredenlerin Rolü”, hizbin faaliyet veçhelerinden birine açıklık getirmekte ve Şia tarihinin çeşitli aşamalarında ortaya konan bu faaliyetin pratik sonuçlarını ifade etmektedir. “Şia Olma Sorumluluğu” da aslında hizip mensubu bir ferdin omzunda hissetmesi gereken sorumluluk kavramından söz etmektedir. Bu iki konu, kitabın esas konusu olan “Yetkin Bir Hizip Şia” tam olarak bağlantılıdır.
Şehit kardeşimizin bütün tashihlerini ve gözden geçirmelerini içeren bu mevcut basımda, nisbeten uzun olan notları kitabın sonuna aldık. Bazı sayfalarda ayetlerin sure adları ve numaraları verilmemiştir. Bunlar hakkında bilgi edinmek için ekler bölümündeki ayetler dizinine başvurulabilir (Türkçe çeviride ayetler dizini kaldırılmış olup ayet bilgileri ayetin geçtiği sayfada verilmiştir Çev.).
Sayfa altında verilen açıklama ve dipnotlar, genellikle şehit kardeşimize aittir. Yayınevimize ait olan açıklamalar dipnotların sonunda parantez içinde belirtilmiştir. Kimi konuları açıklamak amacıyla kitabın sonunda verilen ve rakamlarla gösterilen notlar, Farsça yayıncıya aittir. Yayıncıya ait olmayanlar ayrıca belirtilmiştir. Umarız, Müslüman halkımızın kesin kararını vererek devrimci bir bilinç ve mücahitçe bir basiretle hedefe doğru ilerlediği bu hassas günlerde, bu kitabın yeniden basılması ve bu kitapta yer alan konular yerinde olur. Dileriz böyle olsun.
Vallâhu’lhâdî ilâ sebîli’rreşâd.
Şehit Dr. Ali Şeriati’nin Külliyatını
Hazırlama ve Yayımlama Bürosu  Avrupa
BİRİNCİ BÖLÜM

TAM BİR PARTİ: ŞİA

TAM BiR PARTi: ŞiA  BiRiNCi KISIM
(Hüseyniyei irşad Salonunda 2 Âban 1351/24 Ekim 1972 Tarihinde Yapılan Konuşma)
Bilgi ve bilinç sahibi dostumuz Sayın Dr. Sâmî’nin ilginç ve öğretici konuşmasından sonra ve gecenin bu geç vaktinde benim sözlerime tahammül etmek az çok bıkkınlık verici olacaktır; ama umarım, uygulaya geldiğimiz geleneğe aykırı olarak daha çabuk bitiririm!1
Haliyle… Çünkü bu tür konuşma fırsat ve imkânları fazla olmuyor. Bu yüzden bir ömrün sözünü ister istemez birkaç toplantıda üstelik ara sıra mümkün olan toplantılarda dile getirmek gerekiyor. Bu bakımdan bu tür konuşmalar, ister istemez, normal konuşmalardan uzun sürüyor.
Gecenin ortası da olsa…! Geçenlerde fikirdeş ve şuurlu arkadaşlarımızdan biri, beni eleştirip şöyle yazmıştı: “Niçin sen de her yerde bulunan büyük araştırmacılar ve bilim adamlarının yaptıkları gibi sakin bir şekilde meselelerin bilimsel ve mantıklı eleştirisini yapmıyorsun? Konuşma tarzın sert ve bazen de iğneleyici. Bu yüzden kimi duyguların tahrik olmasına yol açıyor… Oysa sen aslında bilimsel araştırma yapanlardansın ve ister istemez bilimsel, düşünsel ve toplumsal konularda da onların üslubunu takip etmelisin…!
Bu sözler doğrudur ama!
Ama sorun şu ki ben bir filozof olsaydım, diğer filozoflar gibi, kendi felsefemi kesinlikle çok sakin, bilimsel ve hoşa gider bir tarzda yazar, açıklardım, benim felsefî ekolüme aykırı olan eski ve yeni felsefî ekolleri çok mantıksal, bilimsel ve sakin bir şekilde eleştirir, kanıtlar ortaya koymaya çalışırdım. Bir tarihçi olsaydım, örneğin tarihsel bir konu ya da tarihçilik üslubu ile ilgili görüşümü sakin bir şekilde ifade ederdim ve filan tarihsel olayı yanlış anlayanların görüşlerini mantıklı bir şekilde eleştirmeye çalışırdım. Örneğin, [derdim ki] benim ilk Farsça şiir söyleyenin kim olduğuna ilişkin görüşüm daha doğrudur. Bir fakih olsaydım, fıkhî görüşümü edepli bir şekilde ispat ederdim ve diğer fakihlerin örneğin “yüzün ve iki elin örtülmesi ya da örtülmemesi” ya da kutuplarda namazın hükümleri hakkındaki fetvalarını oldukça bilimsel ve sakin bir şekilde tahlil edip eleştirirdim. Aynı şekilde edebiyatçı, yazar, şair ya da sanatçı olsaydım da örneğin şiirde Halil b. Ahmedî’nin2 aruz vezni karşısında Nîmâî vezne3 taraftar olsaydım, bir filozof olsaydım da mahiyetin varlığa önceliğine inanıyor olsaydım, diğer kelamcıların karşısında peygamberin ismetini savunan kelâmcı olsaydım ya da fıkıh usûlü âlimi olup da “vücûbi mukaddemei vâcib”i ispat etmek isteseydim… işte o zaman tam anlamıyla ilmî bir üslubum olabilirdi, sakin bir şekilde bir konunun yüzde yüz bilimsel irdeleme ve tahliline girişebilirdim, yedi sekiz ya da on yıl veya daha fazla bir süre boyunca ilmî nazariyemi takip edip araştırabilir, yetkinleştirip ortaya koyabilirdim ve buna karşı olan nazariyeleri bir bir eleştirip çürüterek sonunda kendi nazariyemi ispatlayabilirdim.
Ama ben bunların hiçbiri değilim ve eski ve yeni üstatların üslubunca bilimsel tartışmalara girişemem. Kendi bilimsel, tarihsel ya da felsefî görüş ve nazariyeme dayanarak sakin, makul, bilimsel ve tarafsız bir şekilde bilimsel görüşümü ispatlayıp benim nazariyeme karşı olan diğerlerinin bilimsel olmayan (!) görüşlerini redde çalışamam.
Çünkü Aşu anda bizim için söz konusu olan mesele, bir milletin bin üç yüzyıllık ukdesidir, bir ümmetin fikrî çaresizliğidir, kurtarıcı ve bilinçlendirici bir imanın tahrif olup bozulmasıdır. Bir halkın zulüm, cehalet ve yoksulluk yüzünden yoldan sapması, boyun eğmesi ve uykuya dalmasıdır. Hem de sahip olduğumuz en mukaddes, en yüce ve en ileri iman ve ilahî değerler vesilesiyle ve her biri bir kavmin, bir milletin uyanışı, bilinçlenişi ve harekete geçişi için kâfi olan en aziz şahsiyetler ve destan yaratan simalar kullanılarak…
Bütün bu değerlerin ayaklar altına alındığını, bilinmez hale geldiğini, görmezden gelindiğini, eksik anlatıldığını, hatta ilk çizgilerinin tam tersi bir çizgide, halkın zararına, bir neslin, bir milletin ve bir toplumun zararına kullanıldığını ve halkın hareketsizleşmesi, sapması, zilleti ve mutsuzluğu için kullanıldığını gördüğümde ve en sonunda Hüseyin (a.s) gibi harekete öncülük eden, islam’dan olmasa da insanlıktan ve özgürlükten nasibi olan her yerde özgürlük ve insanlığın en aziz, en güzel ve en temiz tezahürü olarak bilinen masum bir imamın dilinden, zaten zillet ve düşkünlüğe alışmış bulunan talihsiz insanların kulağına gece gündüz “Ey insanlar, bana acımıyorsanız, hiç olmazsa şu çocuğa acıyın.” denildiğini, üstelik böyle semavi bir insanın akide mücahitlerinin cellâdı ve halkın yağmacı düşmanı olan bir pisliğe hem de en sevgili azizlerinin, şeref ve özgürlüğün zirvesinde canlarını onun yolunda ve yanı başında feda ettikleri sırada yalvartıldığını gördüğümde4, bir damla kanı zillete düşmüş bir milletin ölü bedenini yeniden canlandırabilecek ve tekrar esaret ve talihsizlik çukurundan özgürlük ve yetkinlik zirvesine çıkarabilecek olan Hüseyin’i, o tanıdığımız, kendisine ihtiyaç duyduğumuz ve her geçen gün aşkına ve kanına daha da muhtaç hale geldiğimiz Hüseyin’i, aşağıların en aşağısı olan birinin karşısında kendine böyle bir zilleti reva gören biri olarak tanıtıp insanlığın cellâdından böyle dilekte bulunurken gösterdiklerinde, bu şartlar altında, insan nasıl bir ilim adamı gibi öyle pek edepli, akılcı ve sakin bir şekilde bilimsel eleştiriyle uğraşabilir? Bilimsel, felsefî ve mantıksal bir ihtilaf mı söz konusu ki bilimsel ve akademik eleştiriye girişelim? Derdimiz, bütün değerlerin çökmesi, özgürlük bahşeden en değerli ve en semavî değerlerin başkalaştırılıp bir halkın esaret ve bedbahtlık vesilesine dönüştürülmesidir.
Böyle bir kargaşada insan nasıl bilimsel araştırmacı olabilir ki? Aslında niçin olsun ki?!
Niçin Ali’nin Ebuzer’i, canı ve ailesi pahasına ortaya koyduğu çetin tavır alış yerine Müslümanlar için çok bilimsel araştırmalar yapmak ve örneğin, filan ayet hakkındaki şu görüş bence kuşkuludur ya da bence şöylesi doğrudur, Peygamber’in filan hadisi öyle değil, benim dediğim gibidir… Filan ayet filan saatte ve saniyede nazil olmuştur, filan harfin mahreci boğazın alt tarafıdır vs. demek için mescit köşelerinde sürünmedi?
Ebuzer niçin böyle yapmadı?
Âhiretten, ruhtan, sevaptan kabrin ilk gecesinden, âhiretin menzillerinden, Peygamber ve Ali’nin mucize ve kerametlerinden, onların semavî varlıklar üzerindeki velayetinden, cehennemdekilerin yiyeceklerinden, cennettekilerin şaraplarından söz edebilecek ya da dinin ilmî inceliklerini, felsefî sırlarını, fıkhî ve kelâmî konularını araştıracak en iyi kimse olarak neden bu tür araştırmalara yanaşmadı?
O, saygılı ve tarafsız ilmî araştırmalar yerine neden sokaktan bir deve kemiği bulup halifenin sarayına saldırır ve halifenin Kâbulahbâr’ının başına vurarak öfkeli, sert, yanlı ve ilim ve araştırma adamlarının üslubuna aykırı ilmî araştırmaya el atar?
Saygılı bir şekilde “Sayın Bay Kâb! Sizin öyle yorumladığınız “kenz” ayetinin anlamı ben hakire göre şöyledir. Belki de zatıâlinizin görüşü daha isabetlidir. Nihayetinde bu bir ilmî araştırma meselesidir. Yarın bendenizin görüşü de zâtıalinizinki gibi değişebilir!” demek yerine niçin hiçbir şeyi hesaba katmadan, resmî bir toplantıda, toplumun en yüksek siyasî ve islamî mahfilinde devenin bacak kemiğini Kâb’ın kafasına vurur? Hem de kan gelecek şekilde. Bunun peşi sıra da yarası iyileşsin diye ağzına ne gelirse saçar.
Çünkü Kâb’ın “kenz” (sermayedarlık) ayeti hakkındaki görüşü, Müslüman bir müfessirin ilmî görüşü değil, Kur’an’ı bozmak ve halkın açlığına ve sermayedarların yağmacılıklarına kılıf uydurmak için gerçeği bilinçli bir şekilde tahrif etmektir!
Çünkü düne kadar Yahudi ruhanîleri arasında yer alan bu herif, görür ki bugün artık Yahudi mollalığından bir menfaat sağlayamıyor, bütün kâfirler ya Müslüman ya da zimmî olmuş veya yok olmuş, her halükârda görür ki devir islam devridir, gelip Müslüman olur, islam’ın ruhaniyet ve fıkıh kisvesini giyer. Bu sefer, islam’ın fetva makamına geçerek Müslümanlara Kur’an’ı yorumlar, hem de sermaye biriktiren Abdurrahman b. Avf lehine ve adalet arzusuyla islam’a yönelen istismar edilmiş insanların aleyhine! Bu yüzden Peygamber’in gerçek sahabîsi ve Ali’nin gerçek dostu, “Behey Yahudi oğlu! Sen dinimizi bize mi öğreteceksin?” diye bağırır. Bu yüzden Peygamber: “Ebuzer’den doğru sözlü, dürüst dillisini [şimdiye dek] kara toprak içine almadı, mavi gök gölgelendirmedi.” diye bu tarzı ve dili övmektedir.
Dipnotlar
1 Dinleyicilerin gülüşmesi (Derleyen)
2 Basralı Halil b. Ahmedî (hicri 2/miladi 8.yy), aruz ilminin kurucusu olarak kabul edilir (Çev.).
3 Nîmâî vezin: Modern şiirde aruzdan tamamen kopmamakla birlikte mısraların uzunluğunun vezne göre sınırlandırılmamasını kafiyenin zorunlu olmadığını savunan ve temelleri şair Nîmâ Yûşic (ölm. 1959) tarafından atıldığı için bu adla anılan şiir hareketi (Çev.).
4 Örneğin; insanlara insanlık, şuursuz bir millete şuur, esir bir millete özgürlük bahşedebilecek nitelikte olan ve benim inandığım ve en büyük insanlık ve özgürlük önderi olarak gördüğüm filan masum imamın hayatını araştırmak değil meselemiz. Örneğin perdedeki aslan resminin Said b. Mehran’a saldırıp onu yutması ve Hz. Rıza’nın emriyle perdedeki yerine geri dönmesi ya da imam’ın çocuklarının sayısı veya vefat tarihi yahut doğum tarihi konusunda görüş ayrılığına düşmemiz (imam’ın vefatı bana göre, varsayalım ki Receb’in on sekizidir; fakat bu beyefendi, kitabında Mordad’ın on biri olarak zikretmektedir!) değildir mesele. Bizim derdimiz bunlar değil. Bunlar, isim ve ekmek peşinde olanların ve böyle olmasalar bile bir “meşguliyet” ihtiyacında olanların meselesidir.
“Ey insanlar, bana acımıyorsanız, hiç olmazsa şu çocuğa acıyın.” (Yezid’in ordusu karşısında imam’ın dilinden!)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Adayış Risalesi

Editor

Cavidname

Editor

Caner Taslaman – Allah, Felsefe ve Bilim

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası