Kurt Seyt & Shura’nın yazarı Nermin Bezmen, yeni romanı SIR’da, Balkan Harbi öncesi İstanbul, Londra ve New York’ta yaşanan çalkantılı, gerilimli günleri, bu üç kentte yaşanan bir aşkla ustaca harmanlıyor. Aynı zamanda, 1800’lere dönen yazar, romanın kahramanı Hüma’nın o günlerden 1900’lerin sonuna taşıdığı ve çözülmesi gereken bir sır bırakıyor okurlarının kucağına…
96’ncı yaşına girdiği gün sonsuzluk uykusuna daldığında, ne yaşı okunuyordu yüzünden ne yaşadıkları; aşkı baş tacı, kaderi en büyük rakibi olmuş muhteşem kadının. Sadece, muzipçe gülümsemekteydi. Plânlı çıkmıştı son yolculuğuna, çocuklarına ve torunlarına çözülmek üzere bıraktığı sırların yaratacağı şoku bilerek.
SIR, tarihi dokusu içinde romantizm ve cinsellikle beslenen, keyif ile hüznü, ihtiras ile melodramı seviştiren bir öykü. Kahramanlarının birbirine estetik bir erotizmle örülmüş sır’larıyla beraber aşkı, cinselliği bir kez daha sorgulayacak, belki kahramanlardan biri olmak isteyeceksiniz. Belki de… siz zaten onlardan birisiniz.
***
İthaf
Bu kitabımı, 2005 içinde bizleri bırakıp ebediyete uçan, benim için çok özel iki değerli insana adıyorum: Attila İlhan ve Jak Deleon’a.
Yıllar önce, ilk romanım Kurt Seyt & Shura’yı, basımından evvel, ürkerek sunmuştum kendisine; hikâyeme güvenmediğimden değil, ustanın ustaca kullandığı zamanından çalacağımdan ürkerek. Bir hafta sürmemişti bana geri dönmesi. .. Eline sağlık. Yolun açık olsun Nermin kardeş.” demişti, “Gerçek bir klâsik yazmışsın. Cesaret ister…”
Yazılarının, sohbetlerinin sıcaklığında, samimiyetinde, kendisinden bir işaret bekleyen kalemime güven ve cesaret vermişti, büyük usta.
Sevgili Attila Ilhan, aramızdan ayrıldığınız gün, sadece aydınlık Türkiye’yi değil, tüm roman kahramanlarımı da, ışığınızdan mahrum ve öksüz bıraktınız. Onlar, verdiğiniz cesaretle ruh bulmaya devam ediyorlar.
… Ve bir tarih ve kültür arkeoloğu, İstanbul âşığı, unutulmuş adreslerin, mekânların şiirsel haritacısı, nostaljinin sihirli öykücüsü sevgili Jak, ilk romanımın kahramanlarından Shura’yı, senin sayende bulmuştum. Hiç esirgemeden, kıskanmadan bildiklerini, tanıdıklarını paylaşmıştın benimle. Ne güzel insandın.
Sevgili usta, sevgili dost, kahramanlarım ve ben, her ikinizi de şükranla anıyor ve selâmlıyoruz.
Nermin
***
Teşekkür
SIR’ın basılması için el sıkıştığımız günden itibaren, son derece yapıcı, uyumlu ve ilgili bir tutumla yaklaşan Sayın Erol Erduran’ın şahsında, Remzi Kitabevi’ne,
Romanımın yayma hazırlanmasında gösterdiği alâka, işbirliği ve bir an evvel okuruma ulaşma telaşımı anladığı için, sevgili Ömer Erduran’a,
Defalarca tekrarlanan yüzlerce sayfadaki emeği, benimle paylaştığı coşkusu ve inatçı inceltme işaretlerime sabrı için, editörüm sevgili Neclâ Feroğlu’na,
Editörümle defalarca paslaştığım sayfaların dizgi emektarı sevgili Hatice Taş’a,
Romanımın girift, sır dolu dünyasının ruhunu, çektiği fotoğraf ve tasarımıyla kapağına taşıyan canım oğlum Pamir Cazım’a teşekkürler!
Yeniköy
7 Mayıs, 1991
Hüma’nın oğulları, gelinleri, kızı, damadı, yedi torunu, onların eşleri, hepsi odadaydı. Her biri, ayrı ayrı, sanki kendisi dokunursa onu uyandırabilecekmiş gibi ellerini, yüzünü, saçlarını okşuyor, eğilip artık olmayan nefesini duymayı bekliyordu. Erkekler gözleri, kadınlar hıçkırıklarıyla ağlıyorlardı. Ama hiçbiri, kendisini ölüme isyankâr, çığırtkan bir mateme kaptırmamıştı. Hüma’nın bunu sevmediğini ve istemediğini bilirlerdi. Aslında, hepsinde, biraz da inanamazlık vardı. Daha iki saat önce o kadar dinç, o kadar keyifli ve harika görünüyordu ki…
Soru dolu gözlerle, annelerinin doktoruna baktılar. O da, ailenin bireyleriyle aynı üzüntüdeydi. Orada, o kalabalığın içinde, ölüme çare bulabilecek biri varsa kendisi olmalıydı. Ama şu an acizdi. Kendisini, hepsine karşı sorumlu hissediyordu.
“Çok, çok üzgünüm. Ama inanın, yapılacak hiçbir şey yoktu, olamazdı.”
“Annemin bildiğimiz hiçbir hastalığı yoktu.” dedi kızı, ölüme isyanla, “Yoksa… yoksa vardı da, biz mi bilmiyorduk?”
“Hayır, hayır canım. Kesinlikle içiniz rahat etsin. Sizden gizlediği hiçbir şeyi yoktu. Çünkü rahatsızlığı yoktu, gerçekten. Daha bir ay evvel kontrolden geçirdim kendisini.”
O zaman?
“Doksan beş seneden bahsediyoruz. Kalbin özel bir araz göstermesi gerekmez. Yaşından mütevellit, ani bir heyecan dahi fazla gelebilir. Kaldı ki, son günlerini oldukça yoğun bir heyecan içinde geçiriyordu. Biraz ara verip dinlenmesini önermiştim. Vitaminlerinin yanı sıra Pasiflora vermiştim. Ama sanırım o, heyecanlarıyla yaşamayı ve heyecanlarıyla ölmeyi yeğledi.”
“Ne yapıyordu son günlerde? Ne olabilir, onu o kadar yorup heyecanlandıracak?”
Doktor, üzüntüsünün ağırlığına rağmen, gülümsedi:
“Onu, sanırım, az sonra öğreneceksiniz.”
“Ne kadar mutlu bakıyor.” dedi kızı, onun yüzüne eğilip gözlerinden yaşlar bırakırken.
“Evet… canım… Sanki çok istediği bir yolculuğa çıkmış gibi…” diye mırıldandı, saçlarını okşayan büyük gelini.
Torunlar, yaşlarının her döneminde en büyük arkadaşları olan, onları her zaman herkesten iyi anlayan harika ninelerinin yatağının iki yanında dizilmiş, hayatlarında yeri dolmayacak bu mükemmel kadının yokluğuna ağlıyorlardı. Aile bireyleri, bir zaman dilimini, kucaklaşıp birbirlerinin omuzlarında ağlayıp, acı kayıplarını kabullenme çabasıyla geçirdiler.
Sonunda kızı, duruma el koyma ihtiyacını hissetti:
“Peki, şimdi ne yapacağız? Bir yerlere haber vermek, bir şeyler yapmak lâzım.”
“Ben hâllederim her şeyi, merak etmeyin.” dedi doktoru.
“O kadar huzurlu ve tatlı uyuyor ki, öldüğüne hâlâ inanamıyorum.” dedi küçük gelin.
O esnada kızı, annesinin diğer elini de göğsünün altına yerleştirmek için, bedenini örten pikeyi kaldırmaktaydı.
Aynı anda, geniş yatağın etrafını çevirmiş yirmi aile ferdinin yaşları göz pınarlarında dondu kaldı ve nefesleri tutuldu.
Hüma’nın, pikenin altında bıraktığı kolunun devamında, geceliğinin biyeler ve dantellerle uzandığı bileğinde bir kelepçe ve ona küçük kilidindeki zincirle bağlı, kadife kaplı, kalın bir defter vardı.
*
“Bu da ne?”
“Neler oluyor?” nidaları, âdeta, gırtlakla dişler arasında yok olan bir solukluk sorulardı. Bir an için hiç kimse kıpırdayamadı. Hüma, uzun ipek geceliği, gümüş renkli topuz saçları, yüzünde huzurlu bir gülümseme ve bileğinde kelepçelenmiş defteriyle sanki “işte size bilmece, çözün.” der gibiydi.
Hepsi birden, gözlerini doktora çevirdi. O da aynı şaşkınlıktaydı.
“İnanın, bu kadar dramatik bir plânı olduğunu ben de bilmiyordum. Sadece okumanız için bir şeyler yazdığını anlatmıştı.”
Ölüme bu kadar plânlı hazırlanmak… öleceğini anlamış mıydı? Böyle özel bir günde ölümü davet etmek nedendi? öğleden sonraki armağan seremonisi… ölümle ilgili söyledikleri… Ya yüzündeki muzip ifade… Hüma, hayatının her döneminde olduğu gibi, ölüme giderken de, geriye teatral bir sahne bırakmıştı. Başoyuncusu yine kendisi ve bileğine kelepçeli defteriydi. Dudaklarındaki muzip gülümseme, yaratacağı efekti bildiğine işaret ediyordu.
Şaşkınlıklarını atmaları bir müddet aldı. Öylesine etkilenmişlerdi ki, ağlaşmayı kesmişlerdi.
“Tipik annem.” dedi küçük oğlu, “Ölüm anını bile gözyaşından uzak tutmayı, bir tek o becerebilirdi.”
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu, onun, gözleri ağlamaktan kızarmış karısı.
Küçük oğul, bir ağabeyine, bir de annesinin bileğindeki kilitli ve kelepçeli deftere baktı. Sonra, aniden, o ana kadar fark etmedikleri bir şeyi gördü. Defterin sayfaları arasına, ucu ancak birkaç milimetre kadar dışarıda bırakılmış bir zarf yerleştirilmişti.
“Bu, bize bir işaret verebilir.”
Ancak, elini uzatırken bir tereddüt geçirdi. Herkes, yatağın etrafında, nefesini tutmuş onu bekliyordu. Küçük oğul, kilitli defterin içindeki zarfı çekerken, annesinin mahremiyetine el uzatıyor gibi hissetti kendini. Ama onun, ölümle buluşmadan önce bu bilmeceyi yaratırken, kendilerine nasıl çözüleceğine dair bir ipucu da bırakmış olduğuna inanıyordu. Ve bu ipucu, bu zarfın içinde olmalıydı. Sanki annesini uyandırmaktan korkar gibi, usulca zarfı çekti. Yatağın etrafındaki kalabalık, söz birliği etmişçesine, biraz daha sıkışarak yaklaştı. Kimi, yatağın kolonlarını; kimi, bir yanındakinin elini sıkı sıkıya tutmuş, gözyaşları şimdilik durmuş, heyecanla bekliyordu. Kızı ve büyük oğlundan olan en sevdiği kız torunu, yan yana, Hüma’nın sağ yanında, yatağın kenarına oturmuş, onun kâh elini, kâh yüzünü okşuyorlardı.
Küçük oğul, dolmakalemle “Sevgili çocuklarıma” ibaresi yazılmış zarfı diğerlerine gösterip içindeki kâğıdı çıkardı. Son derece süslü, dinamik bir yazıyla yazılmış not, çok uzun değildi. Ancak, annesinin son mektubu olduğunu bilmek fikri, yüreğini sıkıştırmıştı. Çok değil, belki de sadece yarım saat önce, hayat dolu, canlı bedeninden yükselen enerjiyle yazdığı satırlar, onu ölüm perdesinin arkasında bırakıp zamanı aşmışlardı. Gözleri satırlara bakarken buğulandı ve okumak istediği kelimeler boğazında düğümlendi.
“istersen ben okuyayım.” dedi, kız kardeşi elini uzatarak.
Yutkunup kısa bir öksürükle kendini toparlamaya çalıştı küçük oğul ve “Hallederim.” gibi bir göz ve baş işareti yaptı. Sonra, derin bir nefes alıp okumaya başladı. Ama garipti… Kimse, okuduklarını onun sesinden dinlemiyordu. Ölü bedenine rağmen, hepsinden daha canlı ve hepsinin ruhuna hâkim, yatağında yatan Hüma’nın sesi vardı kulaklarında. Kiminin annesi, kiminin kayınvalidesi, kiminin babaannesi, anneannesi, ninesi… Her biri, o güne dek, Hüma kendilerine nasıl hitap ettiyse, o sesi duyarak dinlemeye başladı.
*
Sevgili çocuklarım, gözbebeği torunlarım,
Biliyorum, şu anda çok şaşkınsınız ama ağlamaktan, yas tutmaktan iyidir. Ağlamanızı istemiyorum. Zira size, yapacak daha iyi bir iş bırakıyorum. Biraz sizleri oyalayacağını tahmin ediyorum. Sonra da, oldukça uzun bir zaman, inanmak için çaba harcatacak, düşündürecek. Şimdiden aranızda nasıl tartışıp neler diyebileceğinizi tahmin etmekteyim.
Bu defteri size nasıl teslim edeceğimi çok düşündüm. Kusura bakmayın, sunuşum biraz dramatik olacak ama fikir beni çok eğlendirdi. Sizin de her şey olup bittikten sonra, geriye dönüp baktığınızda, gülümsemeyle anacağınızı ümit ediyorum. Tabii, öncelikle, bıraktıklarımı içinize sindirmeniz gerekecek.
Bu mektubumun başlığında küçük torunlarımı anmadım, dikkat ederseniz. Onları sîzlerden daha az sevdiğim veya önemsemediğim için değil, şimdilik bu defterin muhtevasından korunmaları gerektiğinden. Sonra, zamanı gelip yaşları bunları anlayacak olgunluğa eriştiğinde, sizler teker teker aktarırsınız.
Bu defteri sembolik olarak kendime bağladım. Çünkü, onu benimle beraber gömmenizi istiyorum. Biliyorum, biteğimdeki kelepçeyle beni tabuta koymazlar ama defteri açıp okuduktan sonra, bu mesajımı hatırlamanızda işaret olsun diye kullanıyorum bu sembolü.
Ölümün çok uzakta olmadığını biliyorum ve ona, artık hazır olduğumu söyledim. Ölmek için daha güzel bir gün olamaz. Hepinizin sevgisiyle çevrili, doksan altı yaşıma girmeye kaç saat kala… bilmiyorum… Ben bu düşünceyle şimdi uykuya gidiyorum. Tesadüf yine uyanırsam uykumdan, bunları okumanız bir başka zamana kalacak. Ama şayet uykuya takılıp kalırsam diğer tarafta; işte burada, elinizin altında her şey. Ve hepiniz bir aradasınız. Bu geceyi benimle, yatağımın etrafında geçirmenizi ve yoruldukça bir diğerine devrederek okumanızı istiyorum. Bir defada okuyacak ve sonra defteri saklamaya kalkmayacaksınız. Kelepçenin ve defterimin anahtarları, boynumdaki zincirde asılı. Toprağım atılırken, defteri yine bana vermenizi istiyorum.
Okurken, beni hiç tanımadığınız yanlarımla tanıyacak, tanırken bazen şaşıracak, bazen de kızacaksınız belki. Ama sevgili çocuklarım, doksan beş sene de öyle kolay geçmiyor, bilesiniz.
Hepiniz beni çok mutlu ettiniz. Hayat iksirim oldunuz. Hepinizden birer parça alıp gidiyorum. Sizlere de, benden bir şeyler bırakıyorum. Bu evi ve sevginizi yaşatın. O zaman, beni de yaşatmış olacaksınız.
Hoşça kalın canlarım…
Hüma
Not: Benim başımda takılıp miniklerin yemek saatini atlamayın. Onlar, hiçbir şey olmamış gibi, bu gece eğlensinler. Bir bahane uydurursunuz, bu kadar akıllı insan bir araya gelip.
İçkilerinizi alıp oturun çevreme. Henüz yaş günümü kutlamadık. İçemesem de, sizinle olurum. Kavdaki buzdolabında, size yirmi dört saat yetecek Cordon Rouge bıraktım. Bu geceyi uyumadan, içerek ve defterimi okuyarak geçireceğiz. Hazır mısınız sevgililerim benim?
*
Geniş odada, ne bir nefes ne bir mırıltı duyuluyordu. Hepsinin dudakları mühürlenmiş, solukları kesilmişti sanki. Âdeta tek vücut olmuşlardı yatağın etrafında. Hüma’nın dudakları sanki daha da muzip gülümsüyordu şimdi. Ya da onlara öyle gelmişti…
Az önce, babaannesini öğlen uykusundan uyandırmak için odasına girip ilk şoku yaşayan torunu, gözyaşları içinde, yaşlı kadının henüz sıcak bedenine sarıldı. Onun teninden yükselen ve yıllardır bütünleşmiş olduğu Coty parfümünü içine çekerken, ince, mevzun parmaklarıyla yanaklarını okşadı. Artık, hıçkırıklarını tutamıyordu. Ne kadar güzel, ne kadar bakımlı ve ne kadar sıcaktı. Nefes almaması dışında, öldüğüne dair en ufak bir işaret vermiyordu.
Dantelli Fransız keteninden çarşaf takımı ve yastıkları arasında öylesine huzurlu uyuyor gibiydi ki… Başının üzerinde kemik bir tokayla topuz yapılmış gümüşi saçları, ince biyelerle süslü ipek geceliğiyle uykuya yatmış değil de, sanki bir davete hazırlanmış gibi görünüyordu. Pikenin üzerinde, göğsüne doğru yerleştirdiği sağ elinin parmakları, aynen torunununkiler gibi narin, mevzundular. Ancak, torununun sahip olduğu gençliğin nefesinden oldukça uzaklaşmışlardı. Doksan beş senedir hayata sıkı sıkıya tutunan bu eller, incecik derinin koruduğu masmavi damarlarla çizilmiş gibiydi. Genç kadın, çocukluğundan beri hayranlıkla izlediği bu zarif ellerin damarlarında artık hayatın durduğuna inanamıyordu. Daha iki saat önce, öpüp odasından ayrıldığı babaannesinin artık hayatlarında olmayacağı fikri, birden hıçkırıklarını kontrolsüz hâle getirdi. Onun hayata veda edeceğini bilseydi, ayrılır mıydı yanından? Sımsıkı sarılır, sonuna kadar elini tutup otururdu yatağının kenarında. Ama ne kadar dinç ve keyifliydi. Çocuklarını, torunlarını hepsini öpüp her zamanki alışkanlığıyla siestasına çekilmişti. “Altıda uyandırın beni, kalkmamışsam.” demişti. Bütün aile aşağıda toplanmış, çoktan birer kadeh içkilerini içmişlerdi. O gece, Hüma’nın doksan altıncı yaşı kutlanacaktı. Ama o… Onun bu özel gününü kutlamak için, iki oğlu, kızı, gelinleri, damadı, yedi torunu, eşleri ve onlardan olan son nesil sekiz torunu, hepsi, bu sabahtan itibaren Hüma’nın evinde toplanmışlardı. Yirmi yetişkin ve muhtelif yaşta sekiz çocuktular. Bir de, neredeyse ailenin ferdi olmuş doktoru aralarındaydı. Hüma’nın o güne dek, soğuk algınlığı, arı sokması gibi, her yaştan herkesin başına gelebilecek şeyler dışında, hiç büyük bir problemi olmamıştı, kısa bir müddet evvel tatlı bir dille yaptığı şikâyet dışında:
“ Doktorcuğum, hatıralarımı tazelerken, kalbim eskisinden daha fazla çarpar oldu bu aralar. Neler oluyor kuzum?” diye sormuştu.
Kontrolü yapıldığında, olağandışı bir şey çıkmamış, o da, hastasına takılmıştı:
“Hüma Teyze’ciğim, ne mutlu, kalbinizi hâlâ daha çarptıracak hatıralarınız var. Yeni nesil galiba en çok bunun eksikliğini çekecek.”
Büyük yemek salonundaki muhteşem masa, başköşesine oturacak muhteşem kadın için çok özel olarak hazırlanmıştı. Yemek salonuna açılan müzik odasında da, küçükler için ayrı bir masa kurulmuştu. Böylece, hem kutlamanın parçası olacaklar, hem de kendi aralarında, büyüklerinin baskılarından uzak, keyifle yemek yiyeceklerdi. Bütün bu hazırlıklara, Hüma bizzat nezaret etmişti. Hepsinin, o gün sabahtan gelmelerini özellikle rica etmişti. Tüm günü beraber geçirmiş, yiyip içmişler, gülmüşler, hasret gidermişlerdi. Ama bütün heveslerine rağmen, hiçbirisine, kutlamayla ilgili yapacak bir iş bırakılmamıştı. Odaları beş yıldızlı otel odaları gibi hazırlanmış, evin iki mutfağındaki dolaplar tıka basa mezeler, yemekler, tatlılarla doldurulmuştu.
Hüma, o sabah bahçeye bakan geniş verandadaki hazeran kanepesinde karşılamıştı onları, incecik bedenini saran, belinde kalın, örgü bir deri kemerle süslenmiş, askılı, bileklerine kadar uzun, dar keten elbisesi, ayaklarında kahverengi espadrilleri, boynunda, bileklerinde ve kulaklarında mercan takılarıyla en gençlerden bile hayranlık iltifatları almıştı. Doksan beş yaşını doldurduğuna dair ne bedeninde ne ruhunda fazla bir iz vardı. Hâlâ daha bir gazel kadar çevik ve zarifti. Kahkahası, çok genç kadını kıskandırır…