Siyaha Çalan Bahar
İlkbaharın gelişiyle doğanın canlanmaya başladığı Three Pines’ta hayat normal seyrinde huzurlu bir şekilde devam ederken, bölge halkı tarafından çok sevilen Madeline’in ani ölümü herkesi şaşkına çevirir. Bu ölümün nedeni kalp krizi gibi görünse de, Başmüfettiş Armand Gamache’ın olayın üzerine gitmesiyle Madeline’in aslında bir cinayete kurban gittiği anlaşılır.
Peki, iyilik meleği olarak bilinen Madeline’in korkunç bir şekilde ölmesine neden olan kişi ya da kişiler kimdir? Three Pines sakinleriyle oldukça iyi ilişkileri bulunan kadının hayatına niçin son verilmek istenmiştir? Başmüfettiş Armand Gamache, bir kez daha içinden çıkılması güç bir suç vakasıyla karşı karşıyadır…
“Zeki bir dedektifin, korkunç bir cinayetin ve kasvetli bir atmosferin başarılı bir şekilde harmanlandığı doyumsuz bir suç romanı. ”
-The Times-
“Kıskançlık ve uzun süre pusuda bekleyen intikam üzerine yazılmış heyecan yüklü bir roman.”
-Sunday Telegraph-
“Louise Penny, polisiye severleri oldukça tatmin edecek, harika bir dedektif portresi yaratmış!”
-Amazon.com-
“Gamache, karmaşık olayları çözerkenki zekâsı ve karizmasıyla kahraman bir dedektif olmakta oldukça kararlı.”
-Kirkus Reviews-
***
1
Parkın hoş kokutu ıslak çiminde diz çöken Clara Mor- row, Paskalya yumurtasını dikkatlice sakladı ve akşam yemeğinden hemen sonra yapmayı planladığı, ölüleri diriltme töreni* hakkında düşündü. Yüzüne düşen bir tutam saçı çekiştirdi ve bunu yaparken karışmış saçlarının içine biraz çim, çamur ve muhtemelen çamur olmayan kahverengi bir şey sürüldü. Köylüler, parlak renkli yumurtaların olduğu sepetleriyle birlikte etrafla geziyor, yumurtaları saklamak için en iyi yeri arıyorlardı. Ruth Zardo, yeşilliğin ortasındaki bankta oturmuş, ara sıra yönünü şaşınp birilerinin kafasına ya da kalçasına denk gelen yumurtaları gelişi güzel fırlatıyordu. Bu kadar yaşlı ve çılgın biri için şaşırtıcı şekilde iyi nişan alıyor, diye düşündü Clara.
Clara, Mösyö Beliveau’ya nişan alan yaşlı şairin dikkatini dağıtmaya çalışarak, “Bu akşam geliyor musunuz?” diye sordu.
“Dalga mı geçiyorsun? Yaşayan insanlar yeterince kötü, neden ölü birini geri getirmek isteyeyim ki?”
Ruth, bunu söyledikten sonra Mösyö Beliveau’nun başının arkasından sertçe vurdu. Neyse ki köy bakkalı kasket takmıştı. Ve yine neyse ki bankta oturan kadına büyük ilgisi vardı. Ruth, kurbanlarını iyi seçerdi. Kurbanları genellikle onu önemseyen insanlardı.
Normalde, çikolatalıdan Paskalya yumurtasına hedef olmak büyük bir sorun olmazdı, ama bu yumurtalar çikolata değildi. O hatayı bir kez yapmıştı.
Birkaç yıl önce, Three Pines köyü, Paskalya Pazarı’nda bir yumurta avı yapılması için ilk defa karar verdiğinde herkes çok heyecanlanmıştı. Köylüler, Olivier’nin bistrosunda buluşmuştu. İçkiyi ve Brie peynirini fazla kaçırmışlardı. Daha sonra, ertesi gün saklamak için çikolata yumurta çantalarını paylaşmışlardı. Kıskançlık dolu, “Ooooh!” ve “Aaaaah!” sesleri havayı doldurmuştu. Keşke tekrar çocuk olabilselerdi. Fakat şüphesiz, onların asıl sevinci köyün çocuklarının yüzlerinin aldığı hali görmekti. Ayrıca çocuklar, yumurtaların çoğunu bulamıyordu; özellikle Olivier’nin bistrosunun arkasında olanları.
“Bunlar çok güzel.” Gabri, bademezmesinden parmağıyla ufak bir parça alıp kaldırdı, dikkatle şekil verdi ve daha sonra şekil verdiği ezmenin baş kısmını ısırdı.
•‘Gabri.” Sevgilisi Olivier, Gabri’nin iri elinin parmağına kalanları hızla çekti. “Onlar çocuklar için.”
Gabri, Myrna’ya döndii ve herkesin duyabileceği şekilde mırıldandı: “Bademezmelerini sadece kendin için istiyorsun.” Ama söylediğini herkes duymuştu. “Harika bir fikir bu. Geyler, çikolataları çocuklara bağışlıyor. Haydi, Moral Majority’ye* haber verelim.”
Sarışın ve utangaç Olivier, kulaklarına kadar kızarmıştı. Myma güldü. Bu haliyle kendisi de siyah, oval ve parlak eflatun-kırmızı bir kaftanın içine sarılı büyük bir Paskalya yumurtasına benziyordu.
Küçük köydeki birçok köylü Olivier ’nin bistrosundaydı; bazıları hallaç pamuğu gibi atılmış eski rahat koltuklara oturmasına rağmen cilalı ahşaptan uzun bistronun etrafı da oldukça kalabalıktı. Bistrodaki her şey satılıktı. Olivier’nin bistrosu, aynı zamanda bir antika dükkânıydı. Her yerden akıllı etiketler sarkıyordu. Gabri, yeteri kadar takdir edilmediğini ya da alkış toplamadığını hissettiğinde kendi üzerine de bir etiket asardı.
Nisanın başıydı ve şöminedeki ateş, açık ızgaralarda sıcacık ışıklar saçarak zamanla ve güneş ışığıyla lekelenmiş kehribar renkteki, geniş ahşap çam zeminlerdeki mutlulukla çatırdıyordu. Garsonlar, Mösyö Page’in çiftliğinden aldıkları yumuşak, akıcı Brie peynirini ve içecekleri sunmak için ışıklar içindeki oda boyunca kolayca yürüyorlardı. Bistro, çayırın köşesinde hiç bozulmadan o güne kadar gelmiş olan eski Quebec köyünün kalbiydi. Bistronun her iki köşesi ve zincirlerle bağlanmış kapıları, yıllanmış tuğla yığını görünümündeki köyü kucaklayan dükkânın geri kalanıydı. Mösyö Beliveau’nun marketi, Sarah’nın Fırını, sonra bistro ve son olarak da yeni açılan, Myma’nın kitapçısı Livres, Neufs et Usages.* Herkes bildi bileli, üç iğne yapraklı çam ağacı,** aradığı şeyi bulan akıllı bir adam gibi çayırın öteki ucunda duruyordu. Köyün dışındaki toprak yollar ışık saçarak dağların ve ormanın içine doğru kaybolup gidiyordu.
Fakat Three Pines da unutulmuş bir köydü. Zaman girdabına girmiş gibi hızla dönerken bazen zamana hızla çarpıyor fakat bu asla uzun sürmüyor ve asla çok fazla etki bırakmıyordu. Köy yüzlerce yıldır korunan, gizlenen ve tesadüfen rastlanan engebeli Kanada dağlarının içine sığınmıştı. Bazen yorgun bir gezgin, tepenin zirvesine ulaşır ve aşağı bakarak Shangri-La*** gibi duran eski evleri görürdü. Bazı evler, yerleşenler tarafından, ulu ağaçlar ve eskimiş doğal taşlardan yapılmıştı. Diğer evler ise kırmızı tuğlaydı ve çaresizce sığınmak isteyen Loyalistler tarafından yapılmıştı. Bu nedenle bazı evlerin özel kalkanları ve geniş verandaları vardı; Quebecois evi gibi, metal çatıları kendini her yerden gösteriyordu. Köyün diğer tarafında ise sütlü kahve ve taze pişmiş kruvasanlar, sohbet, arkadaşlık ve sevecenlik sunan Olivier’nin bistrosu vardı. Three Pines, bir kez keşfedildiğinde asla unutulmazdı. Fakat işin acı olan tarafı, sadece enteresan bir biçimde kaybolan insanlar tarafından keşfedilirdi.
Myrna, dilini dışarı çıkaran arkadaşı Clara Morrov’a şöyle bir baktı ve o da dilini çıkardı. Clara gözlerini devirdi.
Myrna da şöminenin karşısındaki yumuşak kanepede oturan Clara’mn yanına oturarak gözlerini devirdi.
“Ben Montreal’deyken tekrar garden mutch’ içmedin, değil mi?”
“Bu kez değil,” diye güldü Clara. “Burnunda bir şey var.”
Myma, burnundaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı, bir şeyler buldu ve bulduğu şeyi incelemeye başladı. “Hımm, bu ya çikolata ya da kabuk. Anlamanın tek bir yolu var.”
Bulduğu şeyi ağzına attı.
“Tanrım,” diyerek yüzünü buruşturdu Clara. “Ve neden hâlâ yalnız olduğunu merak ediyorsun.”
“Merak etmiyorum,” diye gülümsedi Myrna. “Beni tamamlaması için bir erkeğe ihtiyacım yok.”
“Yapma ya? Peki, ya Raoul?”
“Ah Raoul,” dedi Myma baygın baygın. “O çok tatlıydı evet.”
“O yapışkan bir ayıydı,” diye ekledi Clara.
“Ve beni tamamladı,” dedi Myma. “Hatta daha da fazlası.” Sonra da aynı kendisi gibi büyük ve cömert karnına vurdu.
“Şuna bak.” Keskin bir ses, konuşmayı böldü.
Ruth Zardo, çikolatadan bir tavşanı el bombasıymış gibi havaya kaldırmış, bistronun ortasında duruyordu. Tavşan, bitter çikolatadan yapılmıştı, uzun kulakları canlı ve dikkat kesilmiş gibiydi, yüzü o kadar gerçekçiydi ki Clara, bir ara onun leziz şeker bıyığını aniden çekiştirmeyi hayal etti. Patilerinde, beyaz ve sütlü çikolatadan yapılmış bir sepet tutuyordu ve bu sepetin içinde güzelce süslenmiş bir düzine yumurta şeker vardı. O kadar sevimliydi ki içinden, Ruth’un birine fırlatmaması için dua etti.
“Bu küçük bir tavşan,” diye kızgınlıkla söylendi yaşlı şair.
“Ben de onlardan yiyorum,” dedi Gabri, Myma’ya. “Bir alışkanlık. Tavşana nişan.”
Myma kahkaha attı ve o anda atmamış olmayı diledi. Ruth, ona bakıyordu.
“Ruth.” Clara ayağa kalktı ve elinde kocası Peter’ın viski bardağıyla dikkatle ona yaklaştı. “Tavşancığı bırak gitsin.”
Daha önce hiç bu şekilde konuşmamıştı.
“Bu bir tavşan,” diye tekrarladı Ruth çocuklar gibi yavaş. “Peki, bunlarla ne yapıyor?” O, yumurtaları gösterdi.
“Ne zamandan beri tavşanların yumurtası var?” Ruth, şaşkın köylülere bakarak üsteledi. “Bunu hiç düşünmedin, değil mi? Onları nereden almış olabilir? Muhtemelen çikolata tavuklardan. Tavşancık, bu yumurtaları civcivlerini arayan şeker tavuklardan çalmış olmalı. Çılgınca.”
İşin garibi Clara’nın, yaşlı şair konuştuğu sırada gerçekten çikolata tavukların yumurtalarını bulmak için umutsuzca etrafta koşuştuklarını hayal etmesiydi; Paskalya tavşancığı tarafından çalınan yumurtaları.
Bunları söyledikten sonra Ruth, çikolata tavşancığı yere düşürerek kırdı.
“Aman Tanrım,” dedi Gabri, tavşancığı almak için koşarak. “Bu Olivier içindi.”
“Gerçeklen mi?” dedi Olivier, onu kendisinin satın aldığını unutarak.
“Bu tuhaf bir tatil,” dedi Ruth bir kötülük habercisi gibi. “Zaten hiçbir zaman sevmedim.”
“Artık ben de hoşlanmıyorum,” dedi Gabri, kınlan tavşanı sevecen bir şekilde, yaralanmış bir çocuk gibi tutarak. Clara, ne kadar hassas olduğunu düşündü ve bunu ilk kez düşünmüyordu. Gabri, o kadar büyük, o kadar kuvvetliydi ki onun duygusal olabileceğini unutmuştu Clara. Ölen çikolata tavşancığı, nazikçe tuttuğunu görünce birden bunu yeniden hatırladı.
Yaşlı şair, Clara’nın elindeki Peter’ın içkisini aniden çekip midesine indirerek, “Paskalya’yı nasıl kutlayacağız?” diye sordu. “Yumurtaları ararız ve çörek yeriz.”
“Mais,‘ St. Thomas’a da gideriz,” dedi Mösyö Beliveau. “Sarah’nın Fırını’na giden insan sayısı kiliseye gidenden daha fazla,” diye çıkıştı Ruth. “Orada işkence aletiyle pasta alıyorlar. Deli olduğumu düşündüğünüzü biliyorum fakat belki de buradaki tek akıllı benim,” dedikten sonra telaşlı bir şekilde kapıya doğru topalladı sonra geri döndü:
“Bu çikolata yumurtaları çocuklara dağıtmayın. Kötü şeyler olacak.”
Ve ağlayan peygamber Yeremya gibi o da haklıydı. Gerçekten kötü bir şey olmuştu.
Ertesi sabah yumurtalar ortadan kayboldu. Sadece çikolataların ambalajlarını bulabilmişlerdi. Köylüler ilk önce ye- niyetmelerden hatta Ruth’un organizasyonu baltaladığından şüphelendiler.
Çikolata tavşancık kutusunun parçalanmış kalıntılarını göstererek, “Şuna bak,” dedi Peter. “Diş izleri ve pençeler.”
“O zaman bu Ruth’un işi,” dedi Gabri, kutuyu alıp inceleyerek.
“Şuraya bak,” Clara, çim parka doğru uçuşan bir şeker ambalajını yakalayarak, “Bak, aynı zamanda hepsi tek tek yırtılmış” dedi.
Bütün sabahı paskalya yumurtalarının ambalajlarını aramakla ve yırtılan ambalajların pisliğini temizlemekle geçirdikten sonra köylülerin çoğu şöminede ısınmak için Olivier’nin bistrosuna ağır ağır yürüdüler.
Ruth, bistrodaki öğlen yemeğinde Clara ve Peter’a, “Şimdi gerçekten,” dedi. “Bunun olacağını anlamamış mıydınız?”
“İtiraf ediyorum oldukça belliydi,” diye güldü Peter, altın crogue-monsieıır ‘sünü* keserken erimiş Camembert peynirini, üzerinde dumanı tüten jambon ve kat kat kruvasanı zar zor bir arada tutuyordu. Çevrede endişeli aileler, ağlayan çocukları kandırmaya çalışarak onlara bir şeyler fısıldıyordu.
“Çevredeki vahşi hayvanlar, dün gece köyün sınırları içine girmiş olmalı,” dedi Ruth viskisindeki buz küplerini yavaşça döndürerek. “Paskalya yumurtalarını yemek için. Tilkiler, rakunlar, sincaplar.”
“Ayılar da olabilir,” dedi Myma masada onlara katılırken. “Yüce İsa, bu çok korkunç. İnlerinden çıkan bütün ayılar, kış uykusundan uyandıktan sonra çok aç olmalılar.
“Çikolata yumurtaları ve tavşancıldan bulduklarındaki şaşkınlıklarını hayal et,” dedi Clara; somon, tarak midyesi, istiridyeli ve kremalı deniz ürünleri çorbasını içerken. Kıtır kıtır bir baget ekmeği aldı, bir parça kopardı ve Olivier’nin özel tatlı tereyağından sürdü. “Ayılar, onlar uyurken çevrede gerçekleşen mucizenin ne olduğunu merak etmişlerdir.” Ruth, öğlen yemeği yerine geçen kehribar renkli içkisinden gözlerini kaldırdı ve demirli pencereden dışarı baktı ve, “Gerçekleşen her şey mucize değildir,” dedi. “Hayata geri dönen her şeyin aslında dönmesi gerekmez. Yılın tuhaf bir zamanı bu. Bir gün yağmur, diğer gün kar. Hiçbir şey kesin değil. Tahmin edilemez.”
“Her mevsim tahmin edilemezdir,” dedi Peter. “Sonbaharda kasırgalar, kışın kar fırtınaları.”
“Bunu söyleyerek demek istediğimi kanıtladın aslında,” dedi Ruth. “Sen bu tehdidin adını koyabilirsin. Diğer mevsimlerde ne olacağını, aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Fakat ilkbaharda neler olur bilmiyoruz. En kötü su baskını baharda olur. Orman yangınları, kuvvetli donlar, kar fırtınaları ve toprak kaymaları. Doğa çalkantıda. Baharda her şey olabilir.”
“En sancılı, güzel günler de baharda olur ama,” dedi Clara.
“Doğru, yeniden doğmanın mucizesi bu. Bütün dinlerin temelinin bu kavrama dayandığını duymuştum. Fakat bazı şeyler, yerin altında gömülü kalsalar daha iyi.” Yaşlı şair yerinden kalktı ve viskisini çabucak içti. “Daha bitmedi. Ayılar geri gelecek.”
“Eğer aniden çikolatadan yapılmış bir köy bulsaydım…