Roman (Yabancı)

St. Petersburg’da Yasak Aşk

st petersburgda yasak ask 5ed40791011e4St. Petersburg’da Yasak Aşk, geçmişine sırtını dönerek umutsuzca son mutluluk şansının peşinden giden bir Mossad ajanının hikâyesi.
Karlı bir St. Petersburg sabahında gözünü Rus sevgilisinin kollarında açan bir gizli ajan, yalanı gerçeğe dönüştürmeye karar verir. Paravan hikâyesi bundan sonraki hayatının gerçeği olacaktır. Senelerce sakladığı büyük sır yüzünden mahvolan evliliğinin ardından asıl kimliğini terk ederek bundan böyle Kanadalı işadamı kimliğiyle sevdalandığı kitapçı kadınla sakin bir hayat sürmeye karar verir.
Ancak iki sevgilinin aşkından daha güçlü kuvvetler peşlerini bırakmaz. Kahramanın yıllar önce ülkesi İsrail’de yaptığı anlaşmayı bu büyük aşk bile bozamaz. Alçakgönüllü, pek de ajan özellikleri taşımayan kahramanımız, iyi ve kötünün iç içe geçtiği bir dünyada çelişkili sadakat anlayışlarının
arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır.
Mishka Ben-David’in St. Petersburg’da Yasak Aşk’ı bizi bugüne kadar rastlamadığınız türden bir ajanın dünyasıyla tanıştırıyor. Ben-David, sırlar ve yalanlarla dolu casusluk hayatının zorluklarını, her şeye göğüs gererek ayakta durmaya çalışan bir aşkla harmanlıyor.

***

BAŞLANGIÇ
1

Onu seven, benim gibi, sadece Peter der ona, dedi Anna. Nehirden Finlandiya Körfezi’ne akan kanallardan birinin üstünde, kemerli bir köprüde duruyorduk. Akşam havası pırıl pırıl ve soğuktu; yağan kar durmuş, sokakları yorgan gibi kaplamıştı. Süslü demir parmaklığa yaslanmış kanalı iki taraftan çevreleyen eski binalara, sütunlu revakları, oymalı pervazlarıyla renkli malikânelere bakıyorduk.

Anna ince burnunu ve soğuktan kurumuş dudaklarını beyaz yün bir atkıyla sarmıştı. Onu inceledim. İkisi de beyaz olan kürk şapkasıyla atkısının arasından sadece çıkık elmacıkkemikleri ve iri ela gözleri görülüyordu. Bakışlarımı fark edince gözlerinin etrafında alayla hayret arası bir-iki kırışık oluştu.

Ve sen de onu seviyorsun, dedim.

Çok seviyorum, derken güldü özür diler gibi; parlayan gözlerinin içindeki yeşil ortaya çıktı. Onun şehre duyduğu sevginin, bizim sevgimizin üzerinde sallanan terazinin kefelerinden birini doldurduğunu ikimiz de biliyorduk. Ben burada uzun süre kalamayacaktım. Bundan sonra sorulacak, sorulması mecburi olan, beraber olursak nerede yaşayacağımız sorusunu biraz olsun ertelemek istermiş gibi bana şehrin isminin tarihçesini anlattı.

Ne, diye sordu düşünceli düşünceli bakmayı sürdürdüğümü görünce; alay ve hayret kırışıklıklarına bir de endişenin rengi eklendi.

Şapkasından kurtulan bir tutam siyah saç burnunun üst tarafına inerek gözlerinin üzerinde ince bir yay oluşturdu. Anna’nın üfürüğü saçını hafifçe titretmeye yetti. Anna güldü, gözlerindeki ifade yeniden değişerek bu sefer çocuksulaşıp yaramazlaştı. Kalbim iyice sıkıştı. Sırf gözleri gözükmesine rağmen ne kadar güzeldi.

Atkının altında hafif bir hareket oldu; dilinin dudaklarını ıslattığını hayal edebiliyordum. Aynı hareket bundan aylar önce mahalle lokantasında birkaç masa ötemde otururken onu ne kadar çekici kılmıştı gözümde.

Kısa köprü kanalın üstünde kemer gibi duruyordu; zamanında üzerinden belki atlı arabaların geçtiği kaygan parke taşları şimdi araçların hareketini zorlaştırıyordu. Şu anda köprüden araba geçmiyordu; az sayıda yaya da kanalın iki yanındaki ara sokaklarda bulunan evlerine doğru aceleyle yürüyorlardı. Köprünün üstünde bizden başka kimse yoktu.

Yüzümü yüzüne yaklaştırıp atkısını usulca aşağı çektim, dudaklarım hafifçe dudaklarına değdi.

Kuru, dedi, başını geri çekip diliyle dudaklarını ıslattı. Yüzümü yeniden yaklaştırıp dilimle yeniden dudaklarını ıslattım.

Şimdi daha iyi, diyerek ağzını ağzıma yapıştırdı. Önce hafif hafif dokundu, arkasından doğru açıyı aradı ve sonunda şevkle öptü.

Köprünün iki yanındaki eski sokak lambalarının loş ışıkları, suyun üstündeki gümüşi pırıltılar ve etrafı saran kar örtüsü nedense gözlerini mora boyuyordu. Gözlerini kapatıp vücuduma doğru sokuldu. Hafif parfümünün kokusundan başım dönüyor, dilimde dolanan dilinin tadı beni sarhoş ediyordu.

Bir an nefes almak için ayrıldığımızda, Anna, Annuşka’m benim, diye fısıldadım.

Sen de benimsin, iri gözleri güldü. Bana pek uymayan bir cesaretle ona gözlerinin bana Sophia Loren’i hatırlattığını söylediğimden beri çok yol kat etmiştik.

Başını hafifçe sağa sola oynatıp düz ve ince burnuyla burnuma Eskimo öpücüğü kondurdu. Sırf dilini değil tümünü yutabilmek mümkün olsaydı keşke; yine dudaklarımı emmeye başladı.

On altı yaşımdan beri kendimi böyle hissetmediğimden eminim. Orit’in öpüşüme bu kadar tutkulu karşılık verdiğine, küçücük ama göz alıcı göğüslerini ellememi kabul ettiğine inanabilmek için kendimi çimdiklemiştim. Yine böyle hissedebileceğimi düşünmemiştim. Bu güzel, yalnız, her akşam mahalle lokantasında kederine bürünmüş bir halde kitabına gömülen, yanına yaklaşan herkesi iten kadının benim olabileceğine ve benim de onun olabileceğime inanamamıştım. Böyle şeyler insanın başına iki kere gelmez, diye kendi kendimi ikaz ettim. En azından bu kadar güçlü değil.

Ve o anda sırtıma inen darbeyi hissettim.

Darbenin yol açtığı akım ensemi, başımı ve sırtımın geri kalan kısmını felç etti. Dizlerim hafifçe büküldü, öne doğru sendeleyince Anna’nın vücuduna çarptım. O zaman onun çığlığını duydum. Gözlerimi açtığımda yüzü dehşet içindeydi. Gözümün ucuyla bir hareketlenme sezdim, hemen doğrulup dönerek kendimi korumak için kolumu havaya kaldırdım.

Ancak irikıyım ve hantal saldırgan Anna’nın çantasını almış kaçıyordu.

İyi misin? Yanaklarını avuçladım. Anna konuşamadı, sadece son derece ciddi bakışlarıyla evet der gibi salladı başını.

Fazla düşünmeden ondan ayrılıp giderek uzaklaşan saldırganın peşine düştüm. Karla kaplı arnavutkaldırımında koşmak kolay değildi, fakat belki de peşinden koşulduğunun farkında olmayan yankesici benden daha yavaştı. Ayak seslerimi ancak köprünün yolla buluştuğu noktada duydu, hızlanabilirdi ama aynı hızda devam etti, omzunun üstünden bana bir bakış fırlattı sadece.

Sokaktaki bir avuç insan birbirlerinden uzakta, sarınıp sarmalanmış hızlı hızlı yürüyorlardı. Saldırıyı ve çantanın çalındığını görmüş olamazlardı, onlardan birinin yardım etmesini beklemiyordum. T ek istediğim, bana engel olmamalarıydı. Sırtıma inen darbe kuvvetli olsa da pek eğitimli birinin elinden çıkmamıştı. Saldırgan ensemi hedefleyip elini aynı hızla on santim yukarı ve sola indirseydi çaresizce yere yığılırdım. Hantal koşuşu fazla formda olmadığını gösteriyordu. Yanında bıçak olmasından korktuğum için onu yakaladığımda boğazını sıkmadım, zıplayıp sırtına kuvvetli bir tekme indirdim.

İriyarı vücudu öne doğru sendeledi, dengesini kaybetti ama düşmedi, hızla döndü. Bana diktiği gri gözlerindeki ifade beni şaşırttı. Bir sarhoşun camsı veya bir sokak serserisinin umutsuz bakışı değildi bu. Hâlâ tekmenin acısı ve koşmanın getirdiği yorgunluk vardı ifadesinde, aynı zamanda dikkatli ve hesaplıydı. Çantayı bana uzattığında gözlerinde sanki alaycı bir kıvılcım gördüğümü sandım.

Çantayı alabilirdim, belki o zaman olay biterdi. Ancak bu bir tuzak da olabilirdi. Elimi uzatıp çantayı değil, onu tutan elini yakalayıp kavradım, kolunu çevirdim, aynı anda ellerimizin oluşturduğu köprünün altına eğildim.

Kolu hızlı ve sert bir şekilde, fiziksel olarak ters bir yöne döndü, kemiklerinde bir çatırtı duyuldu, kapalı dudaklarından bir inilti çıktı ve adam yere savruldu. Kulbunu bıraktığı çantayı almak için yere eğildim ama bacağı birden şaşırtıcı bir şiddetle uyluk kemiğime indi. Tökezledim, adamın kalkmaya çalıştığını gördüm ama benim kalkmam daha kolaydı, kaburgalarına indirdiğim tekmeyle hareket etmesini önledim.

Yere yuvarlandı, yeniden kalkmaya çalıştı. Ağır paltosunun altında kuvvetli bir vücudu vardı ve kolay kolay vazgeçmeye niyeti yoktu. Elimdeki çantayla hareketlerim kısıtlanmıştı, ayrıca artık dövüşmeyi de pek istemiyordum. Anna’ya dönmek istiyordum. Ancak adam karşımda duruyor, koca kafası ve geniş omuzlarıyla boğa gibi üzerime atılıyordu.

Başıyla karnıma bir darbe indirirse ikimiz de yere devrilirdik, o zaman da kimin galip geleceği belli olmazdı. İdman salonlarında minderde yüzlerce saat antrenman yapmanın yararını sonunda gördüm. O bana vurmadan bir saniye önce yana eğilip tüm gücümle suratını tekmeledim.

Mesafe kısa olduğu ve yüzüne ayağım yerine baldırım çarptığı için burnunun bacağımın üzerinde yana doğru ezildiğini hissettim. Sersemledi, yere yuvarlandı ve elleriyle yüzünü tutarak burnundan akan kanı durdurmaya çalıştı.

Bir metre uzağında duruyordum, kalkmaya çalışırsa yeniden tekmelemeye hazırdım. Parmaklarının arasından bana baktı, arkasından bir elini hafifçe kaldırdı. Belki Rusya’da bu, pes etme veya ateşkes işaretiydi. Ne olursa olsun vurmaya devam etmek istemiyordum, gözümü üzerinden ayırmadan geriye çekildim. Yavaşça oturdu, bir eliyle kanayan burnunu tutarken öteki eline dayanıyor ve bana bakıyordu. Tamamen etkisiz hale gelmemişti, bir-iki dakikaya kadar kalkıp öfkeyle peşimizden koşabileceğini biliyordum.

Anna beni köprünün köşesinde yaşlı gözlerle bekliyordu.

Gel gidelim buradan, diye fısıldadı çabucak, şimdi dizlerinin üstüne oturup bize bakmaya devam eden saldırgana bakarak. Ondan on-yirmi metre uzaktaydık, Anna’nın olanları izlediğini tahmin ettim. Bir şey söylemeden çantayı ona uzattım; Anna çantayı sabırsızlıkla, çantanın veya benim neden olduğum bu olay nedeniyle kızgınmış gibi aldı ve beni kollarımdan köprüye doğru çekti.

Anuşka, geri gelmeyecek, diye onu sakinleştirmeye çalıştım.

Anna adımlarını hızlandırdı, birkaç kere endişeyle arkaya baktı. Hiçbir zaman yalnız gezmezler, dedi, geriye dönüp baktığımda iki adamın gelip hırsızın ayağa kalkmasına yardım ettiklerini gördüm. Bize yeniden saldırırlarsa yoldan geçenlerin ayırmaya çalışacaklarını sanmıyordum. Ancak köprünün yüksekte kalan orta kısmından, üçünden bayağı uzakta olmamıza rağmen bize doğru tehdit ederce baktıklarını görebiliyordum.

Anna’ya sarıldığımda titrediğini fark ettim.

Anuşka? Canım?

Güzel gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu, bu kadar etkilenmesine bir anlam veremiyordum. Çantasını çaldılar diye mi? Şövalyeliğim yüzünden mi? Karşı karşıya olduğum tehlikeden dolayı mı? Anna konuşmadan atkısıyla ağzını ve burnunu örterek hızla yürümeye devam etti.

Köprüden sonraki ilk geniş caddeye doğru ilerledik. Anna bir taksiye işaret etti. Çernişevskaya, diyerek biraz uzaktaki bir metro istasyonunun adını verdi.

Daha gideceğimiz yere varmadan gereğinden büyük bir banknot çıkardı, sürücüye verdi ve araba durur durmaz istasyonun kapısına doğru atıldı. Sürekli hareket içinde olma endişesi yerin derinliklerine inen yürüyen merdivenlerde herkes gibi sağda durmasını engelledi; o da soldan acelesi olanların peşinden gitti, ben de arkasından.

Tren hareket ettiğinde ona yeniden sarılıp yatıştırmaya çalıştım ama gözlerinde hâlâ korku vardı. Teknoloji Enstitüsü’nde diğer hatta aktarma yaptığımızda bile tedirginliği geçmemişti. Benim istasyonum olan Zafer Parkı’ndan geçtik, ondan sonraki istasyonda indik. Anna sağa sola baktı ve ancak ondan sonra hızla kendi sokağına ve evine doğru ilerledi.

Evi tuğladan yapılmış, çok daireli ve çok girişli karaktersiz, dev bir apartmandaydı. Titreyen elleriyle yuvarlak mıknatısı binanın girişindeki yuvasına oturtarak apartmanın kapısını açtı. Dişli anahtarı dairesinin uzun kilidine sokmaya çalışırken de elleri hâlâ titriyordu. Kapıyı kapatır kapatmaz üzerime atladı, yüzü kızarmıştı ve heyecanlıydı, sıkıca sarıldı, öpücükleri dudaklarımı acıttı.

O sırada hiç romantik olacak halde değildim ama bedeni beni istiyordu; beni yatağa çekip üstüme çıktı. O zamana kadarki pek sık olmayan sevişmelerimizin hafif ve dikkatli dokunuşları şimdi çılgın bir dansa dönüşmüştü. Hâlâ damarlarımda akan şiddeti dondurmam ve kendimi ona vermem birkaç dakikamı aldı. Ağır kalçalarının ve sıkı bacaklarının kuvvetini ilk defa keşfediyor, bu dansın temposunu yavaşlatmak için kalçalarını ve beyaz, yumuşak göğüslerini tutuyordum. Cildinin bebek teni gibi beyazlığına ve yumuşaklığına yeniden hayran kalmıştım.

Eve koşmamızın neden olduğu ter parfümünün kokusuyla karışıyor, burnumu dolduruyor, beni sarhoş ediyor ve onunla birlikte duyuların çılgınlığına sürüklüyordu.

Delim benim, deli. Burası Rusya, tamam mı, dedi bir süre sonra sırtüstü yatıp derin derin nefes alırken.

Bunların hepsi mafya, tümü hırsız. Taksi sürücüsü nerede indiğimizi çoktan söylemiştir, hızlı hareket etmeseydik metro girişlerinde bizi bekleyip öç alırlardı. Bunu bir daha yapmayacaksın, tamam mı? Başını ve vücudunu bana çevirerek ciddi bir ifadeyle baktı.

Buradaki kahramanların hepsi ölü kahraman. Ben seni canlı istiyorum, canlı, şimdi olduğun gibi, az önce benimle olduğun gibi. Seni kaybetmeye niyetim yok, anlıyor musun? Sevdiğimi bir kez daha kaybetmeye niyetim yok.

Gözlerimi istemeden yatak odasının duvarından bize bakan sakallı ve güleç kocasının fotoğrafına çevirdim.

Anna bakışımı gördü, içini çekti, giyinmeden yerinden kalkıp duvardaki resmi indirdi. Bakışlarımla dolgun ve hafif yumuşak kalçalarını, belindeki hafif dolgunluğu takip ettim. Resmi çıkarırken, loş ışıkta bile kollarının alt kısmının sarktığını fark ettim. İçim sevgiyle doldu. İşte bu sevgili kadın hayatında bir sayfayı çeviriyordu. Resmi ters çevirerek duvara yasladı, bana dönerken utanarak hafif sarkık göğüslerini eliyle örttü ve yeniden iç geçirdi. Soğuk onu yatağa, yorganın altına, kollarımın arasına geri getirdi. Anuşka’m benim. Ben de şimdi onu kaybetmek istemiyordum.

Vücuduma yanaştı, vücudunu terk eden gerginlik onu yün bir atkı gibi yumuşak bırakmıştı. Omzumda bir ıslaklık hissettim. Başını biraz geri çekip baktım.

Yeter Anuşka, yeter.

Kahramanım benim. Ne yaptığını anlamıyorsun bile. Kime karşı savaştığının farkında bile değilsin. Burası Kanada değil. Burada hırsız olmak için ya uyuşturucu bağımlısı olmak gerekir ya da tanıdıkları olan eski bir KGB ajanı. Söz veriyor musun?

Yeter Anuşka, yeter.

Benimle yaşamanı, burada oturmanı istiyorum. Her gece ve her sabah böyle olsun istiyorum. Hayatımın bir parçası olmanı istiyorum.

Yanıt vermeden önce içime bir acı saplandı.

Merkez. Merkezin talimatı.

Onlara Anna’yı rapor etmeliydim. Daha ilk beraber olduğumuzda. Rapor vermeyi ertelemiştim. Bu ilişkinin uzun sürmeyeceğini düşünmüştüm; bu kadar güzel bir kadınla uzun bir ilişki sürdüremezdim. Onunla yaşayacaksam mutlaka izin almam gerekiyordu.

İçimden Anna’yla yaşama olasılığını hayal ettim. Buradan on dakikalık yürüyüş mesafesinde, Moskova Caddesi’nde, büyük, Stalin döneminden kalma, saygın görünümlü binadaki dairemde değil de burada, yumuşak ve sevdiğim, canlı ve istek dolu bir bedenin yanında uyumak. Bu olasılığa karşı koyamıyordum. Çölden geçmiş, uzakta yeşillik gören ve altında bir pınarın aktığını bilen biri gibiydim. Kendimi çöl gibi hissediyordum, uzaktaki gökyüzümde ilk yağmurun bulutları toplanıyordu.

Anna kollarımda uyuyakaldı; ben de gecenin yarısını bir o yana bir bu yana dönüp sabah merkeze ne söyleyeceğimi düşünerek geçirdim. Olayların nasıl geliştiğini en ufak ayrıntılarına kadar bilmek isteyeceklerdi. Adım adım. Karşılaşmamız ne kadar rastlantısal ve akla yatkındı? Önce kim kimle konuşmuştu, ne demişti? ilişki nasıl gelişmişti? Durumu haber vermek şimdi mi aklına geldi? Haftalık raporlarda bahsetmeyecek kadar önemsiz miydi?

Azarlanmak umurumda değildi. Ama ya kabul etmezlerse?

2

İlk defa Anna’nın dairesinde uyanmıştım, içimi saran huzur şaşırtıcıydı. Sanki hep oradaydım. Sanki burası doğal yerimdi. Yatak odasını ilk defa gün ışığında görüyordum. Bundan önce orada beraber olduğumuz ender zamanlarda, geceleri Anna hep ışığı kapatmış, benden gün doğmadan gitmemi rica etmişti.

Mutfak, küçük salon, dar banyo ve tuvalet gibi yatak odası da çok daireli binadaki küçük bir dairenin özelliklerini taşıyordu. Ellili ve altmışlı yıllarda yapılan bu binalarda şehrin güzelliğinden, köprülerin, sarayların ve meydanların ihtişamından, hatta Stalin dönemi apartmanların neoklasik ağırlığından eser yoktu. Anna’nın deyimiyle Haroşçovi binalarıydı bunlar, benim dairemle onun dairesi arasındaki farkı en güzel anlatan deyimdi bu. Ağır perdelerin berisinden gelen loş ışıkta tavanın köşelerinde soyulan boyayı, pencerenin altındaki siyah izleri görüyordum; bunlar daireye yağmur girdiğini gösteriyordu. Yanımdaki güzel kadınla daire birbirlerine uymuyorlardı.

Kıyafetlerimiz yatakla dolap ve kapı arasında kalan dar alanda soluk parkelerin üzerine dağılmıştı. Duvardan birkaç manzara resmi, çarmıha gerilmiş bir isa, müteveffa kocasının fotoğrafının durduğu boş alan bana bakıyordu. Yatakta hareket etmememe rağmen Anna gözlerini benden birkaç saniye sonra açtı. Onun yakınlığının ve evin havasının beni hafifçe okşamasına izin verdim. Yüzünü bana döndü, aralarda birkaç gümüşsü telin bulunduğu siyah saçları yüzünü neredeyse gece gibi örtüyordu.

Bir an nefesimi tuttum. Seneler boyunca kocasıyla paylaştığı yatakta yabancı bir adamı bulunca vereceği tepkinin, onda göreceğim en gerçek tepki olacağını biliyordum. Anna gözlerinin üstünde duran saçlarını kaldırdı, bir anlık belirsizlikten sonra gözlerinde bir ışık yandı.

Sevgilim, dedi, sadece onun ağzından çıktığında kulağa güzel gelen Rusçasıyla. Lyubimey moy, aşkım, kelimeler kulağa bir şarkı gibi geliyordu. Gözlerine yaşlar doldu, hemen bana sarıldı ve kıvrıldı.

Benim gözlerim de yaşardı. Paraşütçü birliğinde görev yapmak üzere askere alındığımda annemlerden ayrılırken gözlerim dolmamıştı, arkasından çatışmalarda arkadaşlarımı ve daha sonra emrimdeki askerleri kaybettiğimde de. Mossad’daki ilk suikastımda veya daha sonraki suikastlarımda da. Orit’le geçirdiğimiz zorlu son yıllarımızda bile neredeyse hiç ağlamamıştım. Ancak akması gerektiği halde tuttuğum her gözyaşı, içimde oluşan dikite yapışıp taşlaşmıştı.

Şimdi içimdeki bu taşın parçalandığını, yerini başka bir doygunluğun aldığını hissediyordum. Sakin, sessiz, güvenli, ama aynı zamanda yeni ve heyecan verici bir sevginin verdiği doygunluk.

Anuşka’m, dediğimde dudaklarımdan derin bir iç çekiş döküldü; Anna bu iç çekişin içerdiği kelimeleri ve belki de bundan önceki acıları da anladı. Bu acının ne olduğunu bilmiyordu, bilemezdi de. Onun için Paul’düm, karısından ayrılmış, ekonomik olanakların bulunduğu bir yerde yeni bir hayata başlamış, Hint kökenli Kanadalı bir işadamıydım.

Benimle kalıyorsun değil mi? Bana okşayıcı sabah ışığında zümrüt gibi parlayan çekik gözlerini dikti. Ve asla gitmeyeceksin değil mi, asla, asla, asla?

Sustum. Ne diyebilirdim ki? Günlerimin bana değil, belki de adını hiç duymadığı bir istihbarat teşkilatına ait olduğunu mu, bu teşkilatın bu soğuk ve harika şehrin tam tersi olan uzak ve sıcak bir ülkede bulunduğunu mu? Aşık olduğu adamın sessiz, tatlı, orta boylu, hatta egzersiz yapmayı bıraktığından beri ufak bir göbek bağlayan Kanadalı bir işadamı değil, gözden uzak bir Mossad suikastçısı olduğunu ve bu adamın suikastlarıyla beraber kendi hayatının da bir kısmını yok ettiğini mi? Kuvvetli kaslarını küçük göbeğinin gizlediğini mi, yumuşak görünen ellerinin tetiğe kaç kere bastığını mı? Anna’nın iyi olarak tanımladığı kahverengi gözlerindeki ifadenin dehşet içinde düşmana bakarken sertleştiğini mi?

Ona ne diyebilirdim? Ona o zamana kadar anlattığım her şeyin yalan olduğunu mu? Bizim paravan hikâye dediğimiz şey, onun için yalandı.

O anda birden daha da acı verici bir şeyin farkına vardım. Yalanı yaşayan bendim. Anuşka için bu gerçekti, ters bir dünyada yaşayan bendim. Hayatında ikinci defa sevdiğine yalan söylemesi gereken bendim. Üstelik zorlu bir coğrafyadan gelen güçlü Orit bile buna dayanamadıysa, Anna’yla ne gibi bir şansım olabilirdi ki?

Anna gözlerime merak, şüphe ve endişeyle karışık bir bakış fırlattı. Gözbebeklerimin her hareketini inceleyip onlar aracılığıyla içimi okuyormuş gibiydi. Gözlerindeki yumuşak ifade sertleşti ve bir an uzaklara daldı.

Ağzımdan kelimeler çıkmayınca yüzünü yeniden omzuma yapıştırdım. Bakışlarına, güzel, beklenti dolu gözlerine karşı gelemiyor, aynı zamanda yalan da söyleyemiyordum. Bana kaybettiğim sevginin yerine yeni bir sevgiyi koyma umudunu veren kadına yalan söyleyemezdim.

Ancak Anna kollarımdan kurtulup doğrudan içime baktı. Niyeti ciddiydi. Belki o da benim gibi günlerini ve gecelerini dolduracak, hayatının geri kalanının aşkı olacak birini bulmuştu.

Birdenbire, Anuşka ben buradayım ve burada kalacağım, dediğimi duydum.

Umut gözlerine geri dönmemişti. Bakışlarındaki beklenti ifadesi hâlâ oradaydı.

Seninle kalacağım ve asla gitmeyeceğim, asla, asla, asla.

Sisin arasından başka bir hayatta Orit’e verdiğim ve tutmadığım bir sözün hatırası belirdi. Üstelik bu sefer verdiğim sözle aramda daha büyük, aşıp aşamayacağımdan emin olmadığım engeller vardı. Ama bu sefer bu engelleri aşmaya kararlıydım.

Anna üstüme atlayarak beni öpücüklere boğdu. Bir kere daha seviştik, arkasından bir kere daha. Birbirimize verdiğimiz sözü imzalar gibi. O tatlı yüzün böylesine vahşi bir vücuda ait olmasına yeniden şaştım, bedeninin yumuşaklığı ve beyazlığı ne kadar yanıltıcıydı. Dolgun kalçasından, kalın bacaklarından, dolgun ve gevşek göğüslerinden bitmek bilmeyen bir enerji akıyordu. Üstümde doğruldu, yukarı aşağı, ileri geri gitti geldi, daha fazlasını istedi, talep etti; yüzünde çaba, ihtiras, acı ve sonsuz bir zevk ifadeleri aynı anda görünüyordu. Sık nefes alışverişlerinin yanında ağzından sesler, iniltiler çıkıyordu; tam bitti derken biraz dinlenip yeniden başladı, ta ki en sonunda tamamen durana kadar. Yeter, dedi, kasılmalardan artık beynim zonkluyor, artık devam edemiyorum. Ve bana mutlu bir gülümsemeyle sarıldı.

Şüphelerimizi dağıttıktan sonra yeniden seviştik, bu sefer ilk buluşmalarımızdaki dikkatli davranışlarımızı hatırlatan bir yumuşaklık ve keyifle. Ancak bu seferki dikkat değil, huzurdu, güvendi, sevgiydi ve kalıcıydı. O ilk seferden sonra ne kadar yol almıştık. ilkinde tereddütlüydük, tatmin olamamıştık, bu sevişmenin ardından beni bir daha görmek istemeyeceğinden emindim.

Ancak içimde bir devrim gerçekleşmişti. Birbiriyle çelişkili iki söz vermiştim, biri işverenlerime, diğeri de sevdiğime. Bu taahhütlerden sadece biriyle yaşayabilirdim. Ve bunun hangisi olduğunu biliyordum.

Anna banyo yapmak üzere kalktı, sonra yeniden eğilip alnıma bir öpücük kondurdu.

Bu kadar ciddi olma, handiyse üzüntülü gözüküyorsun, üzüntüye güleriz, dedi ve küçük koridorda kayboldu.

Anna perdelerini sonuna kadar açtığı pencereden giren ışık kadar berraktı, ona yalan söylediğimi söyleyemeyecektim. Gerçeği açıklayamazdım. Buna dayanamaz, ilişkimiz buna dayanamaz. Onu seçersem, yapabileceğim tek şey paravan hikâyemi gerçeğe dönüştürmekti. Yalanı gerçeğe dönüştürmek. Anuşka’nın bildiği tek gerçeğe.

Vücudum soğuktan titredi. Anna’nın açtığı pencerelerden gelen soğuk hava içimi titretti.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kamelyalı Kadın

Editor

Yüzbaşının Kızı

Editor

Sherlock Holmes; Aklın Şüphesi Suçun Gerçeğidir

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası