“İnsanların taş üzerine yazdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.”
Amerika’da doğan, orada İslam’la tanışan ve halen orada yaşayan, çeşitli Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde psikolojik danışmanlık dalında akademisyenlik yapan Muhyiddin Şekûr Su Üstüne Yazı Yazmak’ta tasavvufa giriş öyküsünü anlatıyor. Şekûr, bu serüveni tasavvufla karşılamasından başlatıp şeyhinin rehberliğinde eriştiği dervişliğe ve ötesine kadar götürüyor. Şeyhinden aldığı “ders”lerle hayatın her anına dalga dalga yayılan ve hepsi birer hikmete işaret eden lütufları ve bu yolda geçirdiği dönüşümü dile getiriyor. Bölümler arasında ilerledikçe, okur da günlük hayatın içinde insana yapılan ilahi çağrıya tanık oluyor.
Lavabonun tıkanması, biriken günahlara karşı bir uyarıdır aslında. Sadece perşembeleri kendisini aramasını söyleyen şeyhine ulaşamadığında yaşadığı hayal kırıklıkları, yazarı Allah’a giden yolda pişiren ateştir. Yolda rastladığı yaralı kuş, şehirde kopması beklenen fırtına ve arabasının bozuluşu hep semadan gelen işaretlerdir görmeyi bilene.
Eski bir plakçaların iğnesini ararken aslında kaybettiği inancını aramaktadır. Ve tüm bu olaylarda okur, yazarın samimiyetine, bazen acemiliklerine, tereddütlerine, ama en çok da teslimiyetine şahit olur ve onunla birlikte ruhun ve kalbin bu olağanüstü serüvenine dâhil olur.
Su Üstüne Yazı Yazmak, okura karanlıklar içinden bir ışık sunuyor, soluk aldırıyor, umut aşılıyor…
Arayış içinde olanlar ve aradığını tasavvufta bulmayı umanlar için kaçırılmayacak bir roman.
***
SUNUŞ
Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî’nin yoluma çıkardığı ince gönüllü derviş: Muhyiddin Şekûr.
İslâm’a ve İslâm tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle bir tek kaynağa, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî’ye borçlu olan biriyim. Onun 1981’de okuduğum Füsûsü’l-Hikem’i, geleneğin sırlı kapısından girip şiir dolu bir âleme adım atmama vesile olmuştu. Yine Hazreti Şeyh-i Ekber’in eşsiz himmetiyle, derece derece ilerleyen Füsûs okumaları sayesinde, tam on sekiz yıl boyunca pençesinde kıvrandığım ağır bir sinir hastalığından bütünüyle kurtuldum.
Hem imana hem şifaya kavuşmama himmet eden Hazreti Şeyh, birçok başka güzelliğin yanı sıra, New York’ta ikamet eden bir Rufaî dervişi, sevgili dost Muhyiddin Şekûr’la ve onun güzel kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak ile tanışmama da bizzat vesile oldu…
Muhyiddin Şekûr’un Su Üstüne Yazı Yazmak adlı kitabına, eseri yayımlayan kitabevinin tanıtım broşüründe rastladım. Broşür, 1989 yılında İngiltere’den getirttiğim Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin bir eserinin sayfaları arasından kayıp elime düşmüştü.
Muhyiddin İbn Arabî – Muhyiddin Şekûr… Tevafuk olaylarına fevkalâde duyarlı olduğum bir dönemde, bu iki isim arasındaki hoş paralellik ilgimi çekmiş, bir türlü dile getiremediğim gizemli ve saplantılı bir merak neticesinde Su Üstüne Yazı Yazmak‘ı İngiltere’den ısmarlayıp getirtmiştim…
Su Üstüne Yazı Yazmak’ın ilk satırları şöyle başlar:
“Tanrı’ya, İlk-Son Gerçek’e ve Âlemlerin Rabbi’ne hamd ü senâlar olsun: Arayıcıların Dostu’na ve Kalpler Açıcısı’na. Beni bu dünyadan; ipnotik-fenaomenal zihin çekiciliği ve teknolojik göz kamaştırmaların uzak çağı dünyasından kurtarana hamd ü senâlar olsun…”
İlk satırından son satırına kadar sıcak, coşkulu bir şükranla kaleme alınmış bu eser bir kurtuluşun, kademe kademe gerçekleşen bir hidayetin hikâyesidir.
New York’ta bir Rufai dergâhına intisap eden Muhyiddin Şekûr, şeyhinin himmetiyle apaydınlık, şiir dolu, irfan dolu, lezzet dolu bir âleme açılır…
Geleneğin, tasavvuf âleminin tümüyle tarihe karıştığı; evliyaların, tarikatların masaldan ibaret sanıldığı bir çağda, çağdaş materyalizmin ve modern tüketim zihniyetinin doruğunu temsil eden bir toplumda, akıllara durgunluk veren inanılmaz bir güzelliktir zuhur eden. Gelenek, tüm ihtişamıyla -pirleri, tekkeleri, şeyhleri, dervişleri, zikir meclisleriyle- gelir; yetişir ve mânâ âleminden bütünüyle kopmuş modern insana, olanca kapsayıcılığıyla el koyar. Gelenek, ezelden ebede değişmez cevheriyle, tüm hakikatiyle, burada, bizimledir. Burada ve her yerde, her yerde ve her zamandadır…
Bu vesileyle bir kez daha anlarız ki evliyaların çağlar ötesinden bize uzanan ışıklı ve engin himmetleri üzerimizde olmasaydı, bugün içinde yaşadığımız dünyanın yüzü, kat kat cehennemlerin dehşetengiz karanlıklarından ibaret olurdu…
Bu nefis eseri okuyup bitirdikten bir süre sonra Muhyiddin Şekûr’la yazışmak arzusuna kapıldım.
Kaleme sarıldım ve Muhyiddin Şekûr’a kendi hikâyemi yazdım. Hazreti Şeyh-i Ekber’in hayatımdaki büyük ve derin etkisini, “iki Muhyiddin” arasındaki tevafuk olayının bende yarattığı saplantılı merakı, kitabı getirtişimi… Bu güzel eserin bendeki zengin çağrışımlarını dile getirmekten ise oldukça aciz kalmıştım.
Muhyiddin Şekûr’un cevabı çok duygulu ve incelikliydi… Geçirmiş olduğum uzun süreli hastalığın etkisiyle, o dönemde hâlâ daktilo kullanamadığım için kendi mektubumu el yazımla yazmak durumunda kalmıştım. Ve Muhyiddin Şekûr’un cevaben gönderdiği mektup da benim durumuma nazire olarak, el yazısıyla kaleme alınmıştı.
Kurşun kalemle ve harikulade güzel bir el yazısıyla yazdığı bu alçakgönüllü mektubunda, Muhyiddin Şekûr hidayetime ve şifama vesile olmakla kalmayıp kalbimi bu kitaba açan yüce zata şükranlarını ifade ediyor; dünyanın bir ucundan ötekine, bizleri buluşturan tecelliyc duyduğu derin, çok derin hayreti dile getiriyordu.
Evet, hayret; derin, uçsuz bucaksız bir hayret duygusu… Muhyiddin Şekûr’un daha sonra yazdığı bütün mektuplar da, engin bir hayreti; hayat, kader ve kutsal karşısında asla tükenmeyen hayreti dile getiriyordu. Bizatihi Su Üstüne Yazı Yazmak, yazardaki bu ibadetle eşdeğer, sınırsız hayret duygusunun billurlaşmış, bir şahesere dönüşmüş, şiirsel ifadesi sayılabilir. Onun tüm yazdıklarında, tüm eylediklerinde hayret makamını bir an olsun terk etmeyen Ulu Şeyh Muhyiddin İbn Arabî’ye kurbiyeti de belki bundan.
Muhyiddin Şekûr’la yazışmaya başladıktan bir süre sonra, ona Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin Oxford’daki Muhyiddin İbn Arabî Society tarafından bastırılıp ciltlenmiş Devrü’l-Âlâ adlı duasını gönderdim. İçine, “Şeyh Muhyiddin’den Derviş Muhyiddin’e” yazdım. Temennim, İstanbul’dan Oxford’a gidip oradan yine buraya, İstanbul’a dönmüş olan bu güzel duanın, uçakla kıtaları aşarak New York’a giderken, yükseklerden daha nice cana, iman ve şifa dağıtmasıydı.
O günden bu yana Muhyiddin’le, eşi ve çocuklarıyla kısa telefon konuşmaları yaptık. Dünyanın bir ucundan bir ucuna dervişane muhabbet mesajları teati ederek içimizi aydınlattık.
1994 yılının ortalarında Muhyiddin Zagreb’e gitti. Zagreb Ünivcrsitesi’nde geçici görev almıştı. Oradan Bosna’ya gittiğini, Bosnalılara hizmet ulaştırmak için can u gönülden çırpındığını biliyorum.
Varlığını tümüyle başkalarının esenliğine adamış, uzay çağının bu ince gönüllü dervişine, halen dünyanın her yerinde anonim bir varlık içinde kendilerini tümüyle Hakka-hakikate, ebedî güzelliğe ve hizmete adamış tüm dervişler ordusuna ve kalplerini Su Üstüne Yazı Yazmak‘a açarak tasavvuf âleminin zaman ötesi lezzetlerini tadacaklarını umduğum bu kitabın tüm okurlarına, kucak dolusu selâm…
Temerküz kamplarıyla, atomik infilaklarıyla, Çernobil’leriyle ve azgın bir bencilliği kışkırtan tüketim toplumunun hasta zihniyetiyle uzay çağı dediğimiz 20. yüzyıl, insanoğlu için zahirde şanlı, bâtında çirkin bir yıkım çağı oldu. 21. yüzyılın bir inşa ve güzellik çağı olmasında yeryüzünü saran dervişler ordusunun ve onların gönüllerinde alev alev yanan tasavvuf nurunun önde gelen bir işlev yükleneceğine bütün kalbimle inanıyorum.
Bu güzel eserin dilimize çevrilmesinde himmetleri geçen Ezel Elverdi ve Mahmud Erol Kılıç’a; çeviriye ikisi de ayrı ayrı yoğun emek veren Sevin Okyay ve Senai Demirci’ye yürekten teşekkürlerimi sunarım.
Ayşe Şasa
İstanbul
Ramazan 1995
TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ
Nurun membaı, aşkta en âlâ makam sahibi Allah’a, hamd ü senâlar, medh ü senalar olsun. O’nun nurunun en pak âyinesi ve âlemlere rahmet, Muhammed Mustafa’ya ebedî salât ve selâm olsun.
Size, Su Üstüne Yazı Yazmak’ın Türkçesini en derin hayret ve şükran duygularımla sunuyorum. Hakikaten, her gün Rabbimin esrarlı hikmeti, cömertliği ve hayalimde hak etmeden gördüğüm şefkati ve rahmeti beni yeniden yeniye hayrete düşürüyor. Durup düşünüyorum da size bu şekilde hitap etmemin pek az sebebi var. Zira ben, manevî bir çölü andıran Amerika kıtasından bir insanım; bu çölde kendime küçük bir vaha bulacak kadar bahtiyardım. Siz ise muazzam genişlikte bir vaha olduğu halde, çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülkenin insanlarısınız. Belki iki taraf da bir sürgün hali yaşıyor ve asıl vatanını bulmaya çalışıyor. Hazreti Mevlâna’nın deyişiyle:
Aşk ülkesi herkesin kendi bildiğincedir
Aşıkların milleti de devleti de yoktur
Bendeniz bir gün, ‘Asıl vatanım aşk ülkesidir’ diyebilme ümidini taşıyorum. Arayışı sırasında bu kitabı eline alan herkes için de aynı şeyi ümit ediyorum. Bu kitap, sadece çölün kumlarını aşıp asıl vatanına varmaya çalışan bir hırpani dervişin öyküsüdür. Her kelimesinin aşkla yazıldığına sizi temin ederim. Başkaca bir şey için bir vaatte bulunamam zaten.
Hikâyeme kalbini açarak, gayretiyle bu çevirinin gerçekleşmesini sağlayan Ayşe Şasa’ya kalbî takdir duygularımı ifade etmek isterim. Ayrıca muhterem Mahmud Erol Kılıç’a ve yayıncıma da teşekkür borçlu olduğumu bilmenizi isterim.
Muhyiddin Şekûr
Bu bir garibin öyküsüdür;
dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerek.
MEVLÂNÂ C. RÛMÎ
Bil ey oğul, insan sıradan yahut rastgele yaratılmış bir şey değildir, mükemmel bir sanatla yaratılmış ve büyük bir gayeye doğru yürütülmektedir. Ebedî değildir ama ebediyen yaşatılacaktır; ve bu beden süflî ve arızîdir, ancak ruh ulvî ve semavîdir. Riyazet potasında şehevî arzularından tecerrüd edip ulvîyata erişir ve şehvet ve gadabın kölesi olmaktan çıkıp melekî sıfatlara mazhariyet mertebesine yükselir. İnsan, bu mertebede iken, saadetini, şehevâni hazlarda değil, Cemâl-i Ezelî’yi temâşâ ve istihsan etmekte bulur, insan ruhundaki bu tebeddülün ikmalinde, adî madenleri altına dönüştürür gibi işleyen bu manevî simyayı keşfetmek kolay değildir ve o her kocakarının evinde bulunmaz.
…İşte O’nun bu simyayı içinde saklayan hâzineleri resûllerin kalpleridir ve onu başka yerde arayanlar Hesap Günü, ‘İşte senden perdeyi kaldırdık, bugün artık görüşün keskindir’ denildiğinde hayal kırıklığına düşecek ve hüsrana uğrayacaklardır.
Allah, insanlara bu simyayı nasıl kullanacaklarını ve kalplerini riyazetle süflî arzulardan nasıl arındıracaklarını öğretmeleri için yeryüzüne yüzyirmidörtbin peygamber göndermiştir. Bu simya, kısaca, yüzünü dünyadan Allah’a çevirmek olarak tarif edilebilir ve dört rükünden oluşur:
1. Nefsini bilmek,
2. Rabbini bilmek,
3. Dünyanın hakikatini bilmek ve
4. Ahiretin hakikatini bilmek.
İmam-ı Gazâlî