Tarih

Sultan Abdülaziz – Bir Mazlum Padişah

ÖNSÖZ

Kaderin, İslâm tarihinin en büyük devleti olan Osmanlı’nın yıkılış vetiresinin başlangıcında iktidar mevkiine getirdiği Sultan Abdulaziz Han, milli tarihimizin dev şahsiyetlerinden biridir. Milletimizin İslâm’la yoğrularak kemâle erdirdiği şahsiyet ve Dünyâ görüşünün sarsılmaya başladığı bir hengâmda O, aslî hüviyetimizi dâvâ etmekte ve bütün menfiliklere karşı çıkmakta dehşetli bir mücâdelenin sembolik bir ismidir.

Böyle olduğu hâlde, bütün tahsil hayatımız boyunca, O’nun kötülenmesi neticesi olarak yukarıda arzedilen gerçeği kavramakta bizim de geç kalmış bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Zira muhafazakâr şahsiyeti dolayısıyla yüzü Batı’ya dönük Yahudi güdümlü düşmanları ve onların devamı olan cumhuriyet kalemşörlerince haksız ve mesnedsiz bir surette itham edilegelen Sultan Abdülaziz Han hazretlerinin şahsiyeti üzerindeki sis perdesi henüz zâil olmamıştır. O derecede ki, cephemizde -haklı veya haksız bir şöhret sahibi bulunan- bazı kalem erbabının eserlerinde dahi o mübârek şahsiyetin kötülenmesi maksadıyla uydurulmuş olan safsataların bir kısmının yer almış bulunması hazin bir gerçektir. Böyle insanlar arasında sadece Üstad Necip Fazıl Kısakürek‘e işâret etmekle iktifâ edelim.

Gerçekten Üstad’ın gerek “Ulu Hakan Abdülhamid Han” ¹ ve gerekse “Vahidüddin” ² isimli eserlerinde hiç gereği yokken Jön Türklerce uydurulan bazı safsatalara yer verilmiş olması, o büyük yazar için gerçekten afv edilemez bir cürümdür. ³

Bu yanılmaların örneği pek çoktur. Milli tarihimize inkılâpçı bir nokta-ı nazardan bakanların bu kabil yanlışlarını anlayışla karşılamak ve izah etmek kabilse de, böyle muhafazakâr kalemlerin Sultan Abdülaziz Han hakkında uluorta söz söylemeleri gerçekten hoş görülebilecek bir husus değildir. Eksik araştırmanın ve Osmanlı düşmanlığı istikametindeki zehirli cumhûriyet havasının tesiri ile vücud bulmuş olan bu kabil yanlışlara bu eserde yer yer temas edilmiş ve gerekli cevaplar verilmiştir. Bu gayretimizin temel sâiki ise, hakşinaslığımızla birlikte vatan istikbâlinin amili olacak müslüman gençlere tarihimizin doğru değerlendirilmesinde yardımcı olabilmektir.

Üniversiteye başladığımız gençlik yıllarımızda Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretlerinin yakınında bulunmuş ve o büyük şahsiyetin sohbetlerinden feyz almış pek çok insanla tanışmak imkânını elde etmiştik. Bu sebeple Seyyid Abdülhakim Arvâsi hazretlerinin sohbetlerinde bizzat bulunmuşcasına o büyük zâtın fikirlerine ve bu arada siyâsî değerlendirmelerine de muttalî olabilmiştik.

O nun seçkin müridlerinden bir çoklarından ve bu arada merhûm Hilmi Işık‘tan defâatle duymuş olduğumuza nazaran bu mübârek zât, 1940’lı yıllarda:

————

¹ – Bkz: Necip Fazıl Kısakürek– Ulu Hakan Abdülhamid Han, İstanbul, 1965, sh. 25 vd.

² – Bkz: Necip Fazıl Kısakürek– Vatan Hâini Değil Bûyûk Vatan Dostu Vahidüddin, İstanbul, 1968, sh. 16 v.d.

³ – Üstad Necip Fâzıl Bey‘in, merhum Sultan Abdülaziz Han hakkındaki nıesnedsiz ve çoğu düşmanlarının uydurması olan çirkin ithamlara eserlerinde yer vermiş olması dolayısıyla yaptığımız bu değerlendirmeyi haksız bulacak olanlara bir fikir vermek maksadıyla O’nun zikri geçen eserlerinden alınmış şu birkaç örneği dikkatlerinize arz ediyoruz:

“…Bütün ümid de Veliahd Aziz Efendi‘nin üzerinde. Bu şişman ve pehlivan yapılı prensin at üstünde İstanbul sokaklarından geçerek kuruım sattığını ve Boğaziçi kıyılarında cirit oynadığını görenler, asırlar boyunca düşülen inkisarlardan mıdır, nedir, onda bir Büyük İskender hayaline yer veriyorlar. Bilmiyorlar ki gelecek olan, horozlara nişan takacak kadar memleket dertlerine uzaklığın, her türlü davâ ve mes’ele hissizliğinin, delice bir israf ve şahâne bir budalalığın baş örneği…” (Ulu Hakan Abdülhamid, sh. 25)

Yukarıdaki paragrafta “…cirit oynadığını görenler” sözü, hem mânâ ve hem de lisan itibariyle yanlıştır. Cirit oynama ifâdesi, bir nevi oyun hakkında söylenir. Burada kastedilen Sultan Abdülaziz Han‘ın gemiyle boğaz içinde dolaşmalarıdır. Böyle cevelânlar için “cirit atmak” tâbiri kullanılır. Diğer taraftan Sultan Abdülaziz merhûmun halk nezdinde “Büyük İskender hayali”ne sebep olduğu yolundaki ifâde de yanlıştır. Hiçbir Müslüman, kendi padişahını takdir makamında putperest İskender‘e teşbih ederek O’nu methetmez. Bu hissiyat-ı diniyyeye mugâyirdir. Gerçi bazı kadim şairler, fütuhttaki vus’at ve sür’at benzerliği dolayısıyla kendi hükümdarlarını İskender’e teşbih etmişlerse de bu bir şair sakarlığıdır. Gerçek, halkın O’nda “yeni bir Yavuz Sultan Selim Han örneği” gördüğü husûsudur ki, bu da hem yerinde ve hem de kaynakların ittifakı ile sabittir. Nitekim İslâm Ansiklopedisi’nde:

Abdûlmecid‘in taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden huzursuz olanlar, O’nu müstakbel bir “Yavuz” gibi görmekte  ve saltanata geçmesini beklemekte idiler…” denilmektedir. (Bkz. Diyânet İslam Ansiklopedisi, c: I, İstanbul. 1988, sh: 179; Prof. Dr. Cevdet Küçük, Sultan Abdülaziz maddesi)

İsmail Hami Danişmend de bu görüştedir:

“… Büyük kardeşi Abdülmecid‘e hiç benzemeyen Abdülaziz, güçlü, kuvvetli, pehlivanlığa, cirite, ava ve ata meraklı, kahraman yapılı, gösterişli ve heybetli bir şahsiyet olduğu için ağabeysinin teceddütçülüğünden (yenilikçiliğinden) bizâr olan muhafazakârlar, onu müstakbel bir “Yavuz” gibi görerek yıllarca saltanatını beklemişler ve Sultan Abdülmecid‘in son zamanlarındaki israflarla sefahetlerden müteessir olan teceddütçüler (yenilikçiler) bile Sultan Abdülaziz‘in cülûsundan memnun olmuşlardır. İşte bundan dolayı Abdülaziz devri bütün halk tabakaları tarafından büyük ümidlerle karşılanmıştır. ( İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c: 4, İstanbul, 1961, sh. 197)

O’nu Yavuz Sultan Selim Han‘a benzetme, diğer bir görgü şâhidi olan mabeyn başkâtibi Hâfız Mehmed Bey‘in eserinde de görülmektedir:

“…Sultan hazretleri (Sultan Abdülaziz Han) âlicenâb, fazilet ve irfan sahibi idi. Ceddi Yavuz Sultan Selim Han‘a benziyordu.” (Hâfız Mehmed Bey, Hakâiku’l-Beyan fi Hakkı Cennetmekân Sultan Abdülaziz Han, İstanbul, 1324, sh: 9; Sebil’den yeni ve sadeleştirilmiş basımda sh. 17)

İleride görüleceği üzere zekâsı, feraseti ve dirâyeti, kendisiyle temasta bulunanların ittifakıyla sabit bulunan böyle bir hükümdardan, Üstad Necip Fâzıl Bey‘in “budala” tavsifivle bahsetmiş olmasındaki hacâlet ise, hazin bir sefalet örneği olup üzerinde durmaya değmez.

O mübarek padişah hakkında “horozlara nişan takmak” tarzındaki iftiralar, hasımlarından Ali Suavi‘nın uydurması olduğu cümleye mâlumdur. O’nun kendisi bile “bu büyük hûkümdar hakkında böyle pek çok iftirada bulunduğu halde onların unutulup “horozlara nişan takma” meselesinin harc-ı âlem hâle gelmesine hayret etmiş” iken, Üstad’ın bu âdi iftirayı doğru kabul etmesi, O’nun üstadlığına yakışmayacak bir büyük kusurdur.

Diğer taraftan “prens” sözünün müslümanlarca şehzâdeler veya sultanzâdeler hakkında kullanılması âdet değildir. Batılılar şehzâde veya sultanzâde farkını bilmediklerinden, bunların her ikisini birden “prens” olarak zikrederler. Bizde de onların kullanmaları sebebiyle “Sabahaddin Bey”in, “Prens Sabahaddin” diye anılması bir galattır. Üstelik Sabahaddin Bey, prens yani şehzâde olmayıp sultanzâdedir. Bu tâbir, sadece anası hânedâna mensup olanlar hakkında kullanılır. Şehzâde Abdülaziz‘den “prens” kelimesiyle bahsetmek de Müslümanların yabancı olduğu bir tavsif şeklidir.

“…Abdülaziz‘e gelince tam da bu kıratta adamların oyuncağı olmaya lâyık (Emperial) budala…”  (Ulu Hakan Abdülhamid, sh: 31)

Üstad Necip Fazıl, zikri geçen eserin aynı sayfasında Sultan Abdülaziz Han‘ın kendisine fena bir haber getiren paşaları tokatladığını, bundan dolayı böyle haberleri kendisine “bir oturuşta dirseklerine kadar yağ içinde bütün bir kuzuyu yeyip bitiren Sultan‘a…” yemek yerken bildirdiklerini, O’nunsa ellerini yıkayıp kuruladıktan sonra, hırsı geçıp kuzulaştığını sövlemektedir ki, bu da tamamen yalandır.

Ayrıca bu ifade bir Padişah’ın değil adam tokatlamak, yüksek sesle konuşmasının bile mehâbet-i hükümdârîye mugayir telâkki olunduğunu bilmeyecek kadar Osmanlı’nın öz mâhiyetinden bihaber olmanın ifâdesi olan çirkin bir iftiradır.

“Annesi Pertevniyal Sultan‘ın “arslanım, arslanım!..” diye her an yelesini ürperttiği Abdülaziz, Avrupa seyahatine çıkarken büsbütün gülünçtür. Gülünçlüğü de böyle bir işe girişen ilk Osmanlı hükümdarı olmasından ve giriştiği işten değil, belki son derece faydalı bir işi yerine getirirken gösterdiği sathilikten ve kendisi bir şey görmek yerine Avrupa’ya kendisini göstermek gibi (sirk) hayvanı seviyesindeki gâfil hevesinden…” (Ulu Hakan Abdülhamid, sh: 33.)

Hakikat şu ki, Sultan Abdülaziz Han Avrupa seyahatini kendi isteği ile yapmamıştır. Devrin ricali ve bilhassa Âli Paşa‘nın, O’nu bu hususta iknâ etmek için pek çok uğraştığı bütün kaynakların ittifakı ile sabittir. Fakat bunun sebebi, Necip Fâzıl‘ın iddia ettiği ve kendisini âdi bir üslupla bir “sirk hayvanı” benzetmesiyle anlattığı gibi değildir. O, ecdâdının fetih maksadıyla gittiği ülkelere turistik bir seyahat yapmaktaki mantık farkına itiraz etmiş ve buna zorla iknâ edilebilmiştir. Alâkalı bahislerde görüleceği üzere de bu seyahatin neticesi O’nun ifade ettiği gibi olmayıp devletin gâyet şa’şaalı bir şekilde propagandasına müncer olmuştur. Necip Fâzıl Bey‘in siyâsi hâdiseleri değerlendirmekteki kifâyetsizlik ve âmiyâneliğine mukabil, muhafazakâr bir tarihçinin bu husustaki şu değerlendirmesi, gerçeğin tâ kendisidir.

Sultan Aziz, kendi politikasının Avrupa muvâzenesi için lüzumlu olduğunu idrak eden bir devlet ve garb siyâsisi bulamamasının ıztırabı içindedir. Kuvvetlenmeye mâni olmak için, körce bir taassubun, siyâset sahnesinde hakim olduğunu görmektedir. Ricâli buna mâni olabilmek için III. Napoléon‘un Paris Sergisi münasebetiyle vukûbulan davetinin kabul edilmesini ve bizzat Fransa’ya gidilirse ciddi bir dostluk havasının uyanacağı kanaatindedirler. Gâyet an’anaperest bir hükümdar olan Aziz Han ise, bunu istememekte, kendisine ümid bağlayan mânevi tebeasının bundan hoşlanmayacağına kani bulunmaktadır. Fakat ricâl, adeta devletin bekaası ve devamı için bunu lüzumlu addettiklerinden, onu en zayıf yerinden yakalamışlardır. Böylece Abdülaziz Han, Osmanlı tarihinde muzafferen icrâ edilen seferler hariç, Hıristiyan devletlere dost olarak gitmiş yegâne hükümdar ve halife olma yolunu tutmuş ve seyahate karar verilmiştir. Kendisinin bunu istemediği, hatta yola çıktıktan sonra dahi, bazı bahaneler icad ederek, dönme kararı verdiği; fakat türlü sebepler ileri sürülerek caydırıldığı rivayet edilmiştir. Onun bu tereddüdü, hilafeti de uhdesinde bulundurmasından yabancı devletlerin ayağına gitmesinin izzet-i ıslamiyyeye muhalif olduğu kanaatinde bulunmasından ve Müslüman efkar-ı umûmiyyesinin hatırlarının kırılacağı hususundaki endişesinden kaynaklanmıştır.” (Bkz: Ziya Nur Aksun – Osmanlı Tarihi, c. IV, İstanbul, 1994, sh: 19-20)

Üstad Necip Fazıl, Sultan Abdulaziz Han hakkındaki bu

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Abdülkadir Menek – Kürt Meselesi ve Said Nursi

Editor

Hikmet Kıvılcımlı – Osmanlı Tarihinin Maddesi -2

Editor

Erik Jan Zürcher – İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası