Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, esasen günümüzde bir kitapseverin hususi çerçevesini vermek isteyen bir çalışma. Esere edebi mahiyet kazandıran husus, hem modern kurgusundan hem de uzun hikâye formatındaki anlatımından kaynaklanıyor. Temel niteliği ise bir tutku hikâyesi oluşunda aranmalıdır. Çoğu tutkular gibi sahibini bir başına bırakan ve dramatik sona doğru götüren bir serüvenin hikâyesi…
Yazar, Tahir Sami Bey’in kişiliğindeki temelleri üç kuşak öncesine kadar götürüyor. Asıl işi ve çalıştığı mekân, esrarengiz denilebilecek yapısıyla okurda merak uyandırıyor. Biz özellikle bu kitapta “özel hayatın” ele alınış ve irdelenişini arayabiliriz. Ama yazar burada bir psikolojik tahlil ve kışkırtıcı bir açılım yerine; toplumumuzun değer hükümlerine bağlı kalarak meselenin özüne işaret etmekle yetiniyor.
Bir beldeyi, mahalleyi, sokağı, şehri tanımak mı istiyorsunuz; orayı mutlaka yaya dolaşmaksınız. Aman acele etmeyin.
Yavaş!
Yavaş!
Bir binanın merdivenlerinde, bir ağaç gölgesinde, birkaç masasını kapı önüne atmış bir çayevinin tahta sandalyelerinde oturup nefeslenin,
Etrafınızı dikkatle ve defalarca gözden geçirin. Kaldırımlara, bahçe duvarlarına, duvarlardan sarkan leylak dallarına, gelip geçen arabalara, insanlara, sokakta oynayan çocuklara, çatılara, kuşlara bakın. Bulutlan ihmal etmeyin.
Gökyüzündeki her bulut dakikada bir biz ona bakalım diye şekil değiştirir.
Sonra isterseniz gözünüzü alan binanın mimarisine, öteki binalarla ilişkisine, bütün bir sokağın hangi ruhu barındırdığına geçebilirsiniz. Pencere demirlerine, demirlerin gerisindeki çiçek saksılarına, kapı tokmaklarına, perdelere, balkonlara geçebilirsiniz. Hatta bu balkonlardan birinde gözlüğünü burun kemerine indirmiş fasulye ayıklayan ihtiyar kadına dikkat eder, kemerli burnuna takılarak “yahu bu Karadenizli galiba” falan diyebilirsiniz.
Bütünü kapsayan güzellik sizi alıp götürebilir. Aldanmayın.
Asıl güzellik ayrıntılarda gizlidir. Bir küçük mescidin çatısı ile bodur minaresi, kapısı ile penceresi arasında vücut bulan uyumu hafızanıza kaydedin. Bu ölçüler kim bilir hangi yüzyıldan kalmadır. Bizim klasiklerimiz bunlar.
Söz, davranış, duruş, bakış, gülümseme, selâm, alışveriş; insandan eşyaya, eşyadan insana gidip gelen bir eşsiz ahenk. Tabi bu ahengin kaybolmadığı bir mekânda
Malum artık bunlar nadirattandır. O küçük mescide kolkanat geren asırlık çınar! Çınarın mor gölgelerinde sessizce bekleyen kumrular. Ağacın dibinde arlık suyu akmayan minik mermer çeşme. Çeşmenin olağanüstü sadelikte oyulmuş ayna taşı.
Ama hepsi bu mudur?
Değil!
Asıl görmeniz gereken sebil ile sıbyan mektebinin, artık yazılan okunmayacak kadar yıpranmış kitabesinin üzerindeki kuş evidir. Bu kuş evini görmeden geçerseniz; ne o sokağı, ne leylakları, mor salkımları, ne de minarenin tepesindeki orijinal alemi görmemiş sayın
kendinizi.
Sokağın evi, dükkânı; binanın çatısı bacası merdiveni,
oradan ayrıldıktan sonra içinizde biriken sesler eksik kalır. Kuş evini görmeden ruha nüfuz eden ahengi yakalamanız mümkün değildir.
Şimdilik sadece bir fotoğraf çektiniz. Ama unutmayın, fotoğraf konuşmaz, kuş dilinden anlamaz. Eğer bakışlarınız kuş evine odaklanmış olsaydı; o sokağın kumrusu, serçesi, saksağanı, kargası, martısı, güvercini hep bir ağızdan sadece sizin anlayacağınız mekânın büyülü hikâyesini nakledeceklerdi.
Kim demiş kuşlar konuşmaz, insan anlamaz diye.
Kimileri tarih sever, kimileri sanat tarihi, kimileri de mimari. Bazıları hepsini birden sever; çünkü bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Mimariye meyleden, şehircilik tahsil eden, sadece turistik gezi yapan, “gördüm, biliyorum” demek İçin oraya gelenler vardır. Şehrin sokaklarında her türlü gezgine rastlamak mümkündür.
Çoğunun elinde gezi kitapları, bir kitaba bir etrafa bakınırlar. Bunlar bu memleketin insanı olsa dahi birer yabancıdırlar. Ruhla falan işleri yoktur. Bazıları grup halinde dolaşır, bir rehber mekânla ilgili bilgiler verir, neredeyse hemen herkes fotoğraf çeker. Bunlar ceddimizin bize fısıldadığı sırlara vakıf olamazlar. O küçük mescide girip iki rekât namaz kılamazlar. Kâinatın kitabı ile mukaddes kitabımızın birbirini şerh eden mesajını kavrayamazlar. Dolayısıyla zamanı böler, dün bugün yarın diye konuşurlar. Sürekli saate bakarlar. Yekpare zaman nedir? Eminim bunu Tanpınar da bilmiyordu. Fâni ile bakinin farkını fark eden için eşya kaç para eder.
Sürprizleri severim.
Gezeceğim semt, göreceğim sokaklar, binalar hakkında önceden bilgi edinmek istemem. İsterim ki, gördüğüm her obje benim için bir keşif olsun. Ona o kadar samimiyetle yaklaşırım ki, birbirimize ezelden âşinâ olduğumuzu anlar ve sohbete dalarız. Bu sohbetten aldığım lezzeti kitaplar, ansiklopediler veremez.
Bir kahveye girer, cam kenarına oturmuş gazete okuyan emekli bir ihtiyara selâm veririm. İhtiyar yalnızdır, çokluk iki laf edecek adam arar. Sevinir ben yanına çökünce. Hele ona bazı şeyler sorduğumda, doğmabüyüme o semtin çocuğu olduğu için heyecanı bir kat daha artar. Hem binaları, hem insanları, hem olayları, hem kendini, hem ailesini bütün ayrıntılarıyla anlatmaya koyulur.
Sıcakkanlıyım dır.
Beş dakikada ahbap olurum.
Bilhassa kendini kasmayan halka yakın adamlarla.
Bir balıkçı bana semt tarihi hakkında hiçbir kitabın
yazmadığı şeyleri anlatabilir. Hele o anlatıştaki ses tonu, jestler, özlemler, küfürler; “Yak hemşerim bir cigara, bu mevzu bitmez. Oğlum Hilmi çayları tazele” diyerek yanmış yalıdaki aşk macerasını anlatırken duyduğu heyecan.
Sonra bütün bu bilgileri semt tarihini anlatan kitaplarla karşılaştırır, bütünleştiririm. Unutmayın, ben bir hikayeciyim. Bende kalan ve benden çıkacak olanlar resmi kayıtlar, belgeler, krokiler falan değildir. Acılar, sevinçler, mücadeleler, inançlar, kavgalar, düşler, kalp kırıklığı, karşılıksız sevdalar, arkadaşlıklar, yalnızlık ve mutluluktur.
Bir binanın mimarisi önemlidir, bu doğru; ama o binada yaşananların yanında nedir yani.
Böyle bir anlayış ile epeyce bir zamandır İstanbul’u dolaşıyorum, istanbul bitmez. Elbirliğiyle bu güzelliği, tarihi, hatıraları yıkıp yok ermeye çalışsak da, o sanki küllerinden doğuyor; veya yık yık bitmiyor. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi. Hani adam ne demiş: “Yahu amma güçlü bir devlet kurmuşsunuz. Asırlardır siz içeriden biz dışarıdan vuruyoruz, vuruyoruz bir türlü yıkılmıyor.”
O gün oradan geçiyordum.
Hiç bilmediğim, geçmediğim bir sokaktan.
Yani Osmanlı’dan kalma bir binaya yerleşmiş o resmi dairenin önünden. Sokak sakin, hava sakin.
Derken bir kırlangıç epeyce alçaktan, neredeyse burnumun dibinden şimşek gibi geçerek ürküttü beni. Kırlangıcın ardısıra baktım. Dalgınlığımdan sıyrılıp girdiği yuvayı gördüm. Yani o binayı. Orada öylesine kalakaldım.
Kırlangıç giriş kapısının üzerindeki saçağın altına tünemişti. Belli ki yuvası orada. Peki bu bina.
Ne menem şeydir anlamadım. Evet, Osmanlı yapısı, orası belli. Taş ve tuğla karışımı duvarlar, kurşun kubbeler, kafesi iesrarlı pencereler. Ama binada bir eksiklik var, bir değil pek çok. Herhalde çok oynanmış, çok elden geçmiş, yıkalım gitsin demişler, yok yahu dursun demişler; bu arada sag yanından geçen sokağı genişletmek için yansım kesivermişler. Evet, koca binayı peynir doğrar gibi doğramışlar. Sağ yan kubbelerin tuhafyarım yapısından, ayrıca o tarafa sonradan ilave edilen bölümden belli. Güya restore edilmiş sanılsın diye orayı da taş ve tuğlayla kotarmışlar ama, anlayan anlar; restorasyon bu, kolay
Etrafını yüksek bir duvarla çevirmişler ki, bu duvar binaya daha da esrarengiz bir hava vermiş. Arkada küçük bir bahçesi var. Kapıya doğru gittim. Ahşap ve orijinal gibi duran kapı yan yarıya açık. Buranın ne olduğunu anlamaz isem çatlarım. Merak işte.
Ahşap kapıyı orijinal sandım ama değil; yine de aslına yakın yapılmış ve yapılışı üzerinden yıllar geçmiş. Cilası uçmuş, tahtaları çatlamış, neyse ki bir çılgınlık edip yağlı boyayla boyamamışlar. Biz ne camiler gördük: orijinal ahşap minberi türbe yeşili ile yağlı boya kaplanmış.
Kapının sağ yanında bir çerçeve asılı. Siyah zemin üzerine beyaz boya ile dairenin adı yazılı. Uzun bir ismi var. Hiç duymadığım, bilmediğim bir devlet dairesi. Ne iş yapar acaba?
Bu tabela da oraya çakıldığı günden beri bakıma muhtaç kalmış. Siyah zemin solmuş, yer yer boyalar dökülüp altından paslı sac çıkmış. Yazılar zor okunur halde kalmış. Tabelayı çöpe atsan kimse zahmet edip almaz. Bu daire terk edilmiş galiba.
Burası muhtemelen bir medrese kalıntısı. Tarihi araştırılsa Fatih devrine kadar gider. Başımı kaldırıp saçak altındaki yuvaya bakıyorum. Kırlangıç orada, yavruları cıvıldıyor. Kitabesi de yok. Aslında varmış, çünkü yeri belli, söküp götürmüşler. Kim sökmüş, niçin sökmüş, bu ülkenin tarihiyle niçin bu kadar oynanmış. Aman, bırak şimdi bunları, yarayı deşme. Şu binaya girelim, bakalım neyin nesidir.
…..