Roman (Yerli)

Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay

Ey Sevgili Okur,

Şu elinde tuttuğun Tehlikeli Oyunlar’ı okumak üzere olduğun için seni

ne kadar kıskandığımı açıklamakla başlamak istiyorum bir solukta

yazıp bitirmek istediğim bu önsöze. Niçin mi kıskanıyorum seni?

Heyecan ve serüven dolu bir yolculuğa benzeyen bu okuma uğraşıyla

ilk kez karşı karşıya olduğun için elbet. Bu önsözü bir solukta yazıp

bitirmek isteyişime gelince, belki bunun nedenini sen de kestirebilirsin.

Oğuz Atay önsözlerden hiç mi hiç hoşlanmazdı. O kendine özgü

inceliğiyle bir güzel alaya alırdı her türlü önsözü. Ama bu kitabın XIV.

Bölümünde de belirtildiği gibi, «Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her

sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde,

bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak

için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız

davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız.

Ben, Hikmet IV. zamanında —yani Hikmet I. olduğum sıralarda— bu

oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim.

Sonunda, kendi oyunumu, bütün bu oyunların dışında ve gerçek

olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız, aynı piyesi yıllardır aynı

biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü, benzetememenin

bezginliği içindeyken ben, bizlere bugüne kadar hiç yararı

dokunmamış olan aklın —daha doğrusu, akıl olduğunu sandığımız

akü taklidinin— zincirlerinden kurtularak, bütün ülkeleri ve onların

gerçek kişilerini içine alan büyük heyecanı içinde bulunuyorum.»

Diyelim ki, ben de bu heyecanı paylaştığım için soyunuyorum onun

deyimiyle bu «Önsöz Amca» rolüne. Hem sonra, kendini bir kez

oyunların büyüsüne kaptırdı mı insan, kolay kolay sahneyi terketmek

de istemiyor. Ama benimki pek öyle düpedüz bir rol çalma arsızlığı

değil. Ben kısaca Tehlikeli Oyunlar’ın, önemli bulduğum birkaç özelliği

üzerinde durmak istiyorum. Bunların en önemlisi yazarın anlatım

özgürlüğünü sağlayan «oyun oynama» yöntemi. Daha doğrusu,

yazarın «insanların oynadıkları oyunlar» adını verdiği bölümler. Oyun

içinde oyunun, roman içinde oyunun ya da r

yöntem. Ama Oğuz Atay’ın yapıtlarında bu yöntemin bizim

yazınımızda benzeri görülmemiş bir ustalık ve zenginlikle kullanıldığı

da bir gerçek.

Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar’ın yazımını 26 Mart 1973’te

tamamlamış. Tutunamayanlar’ın bitiriliş tarihi 26 Temmuz 1970

olduğuna göre, ikinci romanının tasarlanışı ve yazılışı bu üç yıllık süre

içinde gerçekleşmiş. Yazarın ilk romanını bitirdikten sonra tutmaya

başladığı günlükten de anlaşılacağı gibi, Tehlikeli Oyunlar olay

örgüsü, kişileri, anlattığı çevre, ele aldığı sorunlar ve bütün bunları dile

getirmek için yararlanılan anlatım teknikleri açısından üzerinde uzun

uzun düşünülmüş, roman son biçimini alıncaya kadar birkaç kez

yazılmış, kurgu kaygısı ve ayrıntı seçimi kolayca anlaşılan çok titiz bir

çalışmanın ürünüdür. Oğuz Atay’ın «düşünen insan»ı ne tam

anlamıyla organik bir parçası olabildiği, ne de büsbütün kopabildiği bir

toplumda yaşamaktadır. Bu toplum eski – yeni, Doğu – Batı, düş –

gerçek, duygu – düşünce, kadın – erkek gibi çatışmalardan

kaynaklanan yoğun bir kargaşanın içindedir. Bu toplumdaki insanların

yaşama biçimlerini, duygu ve düşünce yapılarını sözünü ettiğim

kargaşayı oluşturan sayısız ayrıntı koşullandırmaktadır. Romanın

kahramanı Hikmet Benol kargaşanın temelinde yatan gerçekliği

araştırırken sürekli olarak birer ipucu gibi gördüğü bu ayrıntılara takılır.

Düşünen bir insan olarak gerçeklerle ilgilenmenin tehlikeli bir tutum

olduğunu görür. Her şeyden önce, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmek

toplumu yönetenlerce tehlikeli sayıldığı için, Hikmet Benol da

gerçeklerle oyun oynuyormuş gibi ilgilenme yolunu seçer. Oğuz

Atay’ın «düşünen insan»ı böylece «oynayan insanca dönüşmüştür.

İnsanın «oynayan bir varlık» (Homo Ludens) oluşu Rönesans’ın

başından beri kendi yeteneklerini sınaması için bir çıkış noktası

olmamış mıydı? Shakespeare bu yüzden «Bir sahnedir bütün dünya,»

dememiş miydi? Ünlü İspanyol oyun yazarı Calderon’un da Hayat Bir

Düştür adlı bir oyunu yok muydu? İşte Oğuz Atay bu yazarlara

öykünerek değil, ama gerçekliği algılamada böyle bir bakış açısının

önemini kavrayarak kendine özgü bir kurgu oluşturur. Oyun öğesinin

önemi böylece ortaya çıkınca, günlüğünde açıkladığı gibi dramatik

biçim konusunu ayrıntılı biçimde inceler, Ortaçağ ibret oyunlarındaki

simgesel adlı oyun kahramanları da, Shakespeare’in tragedya anlayışı

da, Karagöz ve Meddah gibi geleneksel tiyatro biçimlerimiz de Oğuz

Atay’ın sergilemek istediği gerçekleri dile getirmede onun büyük bir

ustalıkla yararlandığı anlatım olanakları sağlar. Onun yararlandığı bu

anlatım olanakları bazı yazarlarda olduğu gibi biçimsel bir gövde

gösterisi olarak değil, onun tanık olduğu, tanık olmaktan da öte, büyük

bir yoğunlukla yaşadığı kargaşanın zorladığı bir çeşitlilikle ve tam bir

işlevsellikle karşımıza çıkar. Tehlikeli Oyunlar Hamlet’i, Don Kişot’u,

Faust’u ve daha nice oyun ve roman kahramanını çağrıştıran

parodilere bu yüzden korkusuzca yer verir. Gene bu yüzden alaturka

şarkılar, ilkokul manzumeleri, genç kızların okumaktan hoşlandıkları

«hissi aşk romanları», hamasi duyguları körükleyen tarihi

kahramanlar, bilincimizin ve bilinçaltımızın çöplüğünü oluşturan

söylemler Oğuz Atay için vaz geçilmez birer esin kaynağı olur.

Tutunamayanlar’da Selim Işık’ın olduğu gibi, Tehlikeli Oyunlar’da da

Hikmet Benol’un hayatının intiharla noktalanması yazarın yücelttiği ya

da önerdiği bir çözüm olarak düşünülmemelidir. Gerçekler birer oyun

olarak, daha doğrusu hayat bir oyun olarak sunulduğuna göre,

buradaki intiharı böyle bir oyunun mantıksal ve biçimsel sonucu olarak

görmek bana akla daha yakın gibi geliyor. Kaldı ki, Oğuz Atay’ın

roman ve oyun kahramanları aracılığıyla nerdeyse bir saplantı

niteliğiyle karşımıza çıkardığı ölüm olgusu onun yaşama tutkusunu

vurgulayan bir kavramdır. Godard’ın Serseri Aşıklar (A Bout de Soufle)

filminde bir yazarla yapılan görüşmede, yazar son isteğinin

ölümsüzleşmek ve ölmek olduğunu söylüyordu. Oğuz Atay’ın

kahramanları ise ölerek ölümsüzleşmek ister gibidirler.

Pirandello, Altı Kişi Yazarını Arıyor diye bir oyun yazmıştı.

Gerçekliğin kaypaklığını, göreceliğini sergileyen bu oyun bana Oğuz

Atay’ın benzer bir sorunu ele alırken okurunu arayan bir yazar olarak

tanımlanabileceğini düşündürdü. «Ben buradayım, sevgili okurum, sen

neredesin?» derken, belki bir yandan okurun ilgisizliği karşısındaki

kırgınlığını dile getiriyordu. Ama bir yandan da okurun kitaplarındaki

düşünsel yaratıcılığa katılımı için bir çağrıda bulunuyordu. Oğuz Atay’ı

okumak bilinç ve duyarlığın yaşamayı anlamlı kılan bir bireşime, bir

çeşit yaratıcılığa yönelteceğine ben bu yüzden inanıyorum. Onun bu

kitapları yazmakla dizginleyemediği yaşama coşkusunu okurlarıyla

büyük bir içtenlik ve cömertlikle paylaşmak istediğine inandığım gibi.

 

 

GECEKONDU

 

(Yandaki odadan Asuman ile Naciye Hanımın sesleri duyulur.)

HİKMET: Neden alçak sesle konuşuyorlar? (Düşünür.) Yatakta,

bütün sesler insana boğuk gelir. Hayır, alçak sesle konuşmuyorlar;

sesleri uzaktan geldiği için öyle sanıyorum. Allah kahretsin! Bütün

söylediklerini anlıyorum. (Yüzükoyun yatar; başını yastığa, daha

doğrusu, kılıf geçirilerek yastık haline getirilmiş mindere bütün gücüyle

bastırır.) Duymak istemiyorum homurtularınızı işte! (Başını kaldırarak,

seslerin geldiği yöne çevirir.) Bir kelimeni bile duymak istemiyorum

Naciye Teyze! (Ümitsizlikle başını yastığa bırakır.) Sonunda hiç insan

sesi çıkaramazsın inşallah; hayvanca homurtulardan ibaret kalırsın.

(Yastığı düşürür.) Kapı aralık olduğu halde kimseyi göremiyorum.

(Eliyle yatağın baş tarafını yoklar. Yastığı bulamaz.) Yastık durmadan

düşer; çünkü divanın baş tarafı duvara ulaşamaz; çünkü arada bir

yerde koltuk vardır. Koltuk biraz sola çekilse… senin için misafir

odalarının düzenini bozamazlar. Gülerim bu misafir odasına.

(Gülümser.) Hay Allah! Durup dururken bu gülümseme de nereden

çıktı? (Somurtur.) Uyuduğumu sanıyorlar; yastığı düşürdüğümü

duymuşlarsa… Duysunlar da bu işkenceye son versinler. Hayır,

duymasınlar; durum daha. çok karışır ve nefretlerinin doğrultusu

değişir. Buna alışmak üzereyim, yeni nefretlerle uğraşamam. (Kollarını

yavaşça yataktan aşağı uzatır, yastığı yukarı çeker.) Beni duyuyorlar

mı acaba? (Başını kapıya çevirir.) Naciye Teyze! Ölmüş dayımın sağ

kalmış karısı! (Sesini alçaltır.) Öyle deme; onun ekmeğini yiyorsun.

Anladık! Bilmem ki başka türlü nasıl bela olsam başınıza? Beni yiyip

bitiren şu pireler gibi gerçekten kanınızı emsem. (Kaşınır.)

NACİYE HANIM: Artık dayanamıyorum.

HİKMET: Ölürsün inşallah! Kimsenin acımadığı bir ölü olursun.

(Yorganı hırsla iki yanına sarar.)

NACİYE HANIM: Oğlanın bütün yükünü sırtıma bırakıp gitti.

HİKMET: Yalan söylüyorsun! Kısa bir süre için, anlıyor musun? Kısa

bir süre için. (Yorganı başına çeker, yatağın içinde büzülür.) İnsan

nasıl kaybolabilir? Kimseye görünmeden bir yerden çıkıp gitsem. Bir

köşede ölüp kalsam sonra da. Birbirinize sarılıp ağlaşırsınız: Biz ona

gavur eziyeti yaparken zavallı çocuk ıslak bir duvarın dibinde… herkes

çevreme toplanmış. İlgili memur, kalabalığı yararak yanıma geliyor: Bu

genç ölü hangi evden çıktı? İşte başınız belaya girdi. Cevap verin

bakalım!

NACİYE HANIM: Atölyeden zorlukla izin alıyorum, koşup hemen

yemeğini veriyorum.

HİKMET: Bir kere oldu bu, yalnız bir kere. Üstelik sen ısrar ettin: Pis

lokantalarda mideni bozma dedin. Aynı bu sözlerle söyledin. Ben üç

liraya karnımı doyuruyordum Artin’in lokantasında. Akşamdan kalmış

fasulyeyi ısıtmasını ben de bilirdim. (Sırtüstü yatar.) Başka şeyler

düşünebilsem. (Bir süre susar.) Ben duygulu ve romantik bir insanım,

anlıyor musun?

NACİYE HANIM: Çamaşırlarını bir günde kirletiyor. Sabahları

yıkanmasını öğretmemişler bu çocuğa.

HİKMET: Çamaşır mı? Ölmek istiyorum. Güzel kalmak için

yapabileceğim tek hareket bu. (Terlemeğe başlar.) Benim terim kötü

kokmaz! Çamaşırım da bir su yapılsa… (Alnına biriken terleri siler.)

Neler söylüyorum yarabbi! Beni nerelere sürüklüyorsunuz?

NACİYE HANIM: Çamaşır yıkamaktan tırnaklarım kırıldı. Babasıyla

birlikte evimi otele çevirdiler.

HİKMET: Şimdi yataktan kalkarsam… (Yorganı üstünden atar, sonra

tekrar çeker.) Olmaz, suçluyum. Ne yapabilirim? Suçuna bir yerde son

vermelisin. Bir kere saplandım, çıkamıyorum içinden.

ASUMAN: Birkaç güne kadar Hamit Beyefendi de ufukta görünür.

HİKMET: Demek sen de bu işkenceye katılıyordun. Sözde, okumuş

bir kız olacaksın. (Gözlerini tavana diker.) Bu sözleri unutamam artık;

bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne

kadar farklıydı.

ASUMAN: Seyyar berber çantası ve arsız gülümsemesiyle sayın

peder…

HİKMET: Allah kahretsin! Gerçekten bir berber çantasıdır. Nasıl da

düşündün bunu; ahlaksız sen de! Bana tavsiye ettiğin kitaplarla

birlikte… (Düşünür.) Neydi o deyim? İşte cehennemin orasına git!

(Elleriyle yüzünü kapatır.) Artık her şeyi duydum, geriye dönemem.

Sabah olunca gözlerinize nasıl bakacağım?

ASUMAN: Hamit Bey gelince seninle ikimiz bir yatakta mı yatacağız

gene?

HİKMET: Babam para göndermez diye korktum. Suçlusun işte.

Küçüksün. (Parmaklarının bütün gücüyle sıktığı yorganı bırakır;

yastığı, başının altında çevirir. Yastığa bakarak) özür dilerim: Bir

yanınız çok ısınmıştı. (Yastığa başını dayar.) Biraz sonra öteki yanı da

eski serinliğini kazanır. Allahım! Ben bu düşüncelerle nereye…

NACİYE HANIM: Geçen gelişinde Hamit Beyefendiden yüz lira borç

isteyecek oldum…

HİKMET: Seni dinlemiyorum işte; başka şeyler düşünüyorum.

Duyuyorsun. Bir kelimesini bile kaçırmadın. Peki nasıl oluyor?

Duymak istediğim sözleri de hep kaçırırım. Bu cadıya öyle bir şey

yapmalı ki utancından… (Düşünür.) Hemen kalk ve cebindeki elli lirayı

yüzüne fırlat. Olmaz. Suçlusun öyleyse. Biliyorum. Üstelik, pısırık bir

suçluyum. Hayır, siz ‘pısırık’ dersiniz bana. Miskin bir suçluyum. Evet,

bu deyim daha iyi. Ne iyisi? Cahil bir cadıya, senin gibi kültürsüz bir

cadıya boyun eğiyorum. Peki ben bilgili miyim? Öğreneceğim!

(Yorganı tekmeler.) Yavaş! Peki, soğukkanlı olacağım. Yarın sabah

hepinizden önce kalkıp… hayır, sonra kalkarım. Hiç birinizin suratını

görecek hâlim yok. (Kapıya bakar.) Peki, neden bir türlü susmuyorlar?

Bir gürültü çıkarsam? Uyumadığımı belli etsem? (Bütün gücüyle

bağırır.) Sen benim bilgimi ölçemezsin! (Durur, dinler.) Sesimi

duyuramıyorum galiba. Çok geç kaldım. (Yavaşça yataktan doğrulur,

oturur.) Kendimi kötülesem mi? Bir yararı dokunur mu? Senin

söylediklerinden de kötü şeyler düşüneceğim! (Bağırır.) Vedat’a kopya

vermedim fizik imtihanında! (Düşünür.) Hayır, onda kabahatim yoktu.

Yerden yanlış kâğıt almış. (Tekrar bağırarak konuşmağa başlar.)

Vedat öyle düşünmedi ama. Mahmut’la bir oldular; neredeyse

dövüyorlardı beni. Yere attığım kâğıdı da bulamadılar. Bana ‘ulan’

dediler. İnanın bana, dedim. Yukarda Allah var, dedim. Var mı? Var

tabii. İnandılar mı? Allaha mı? Hayır sana. İnanmadılar. Ben de onlara

göstereceğim! Atom bombasının tepemizde patladığı gün çıkacak

karışıklıktan yararlanarak hepsini öldüreceğim! Büyük gürültünün

içinde küçük bir çakıyla işlerini bitireceğim! Başkalarından da hesap

soracağım! Karşılığını bulamadığım bütün sözleri söyleyenlerin hepsi

ölmeden rahat edemem, anlıyor musunuz? Yoksa, bütün bu acıları

ömrüm boyunca içimde taşırım. (Yandaki odadan gelen sesleri dinler.)

Allah belanızı versin! Sesinizi bastırmak için, burnumun dibindeki

kötülüğünüzü yok etmek için, uzak kötülükler düşüneceğim. (Düşünür.

Sonra, bağırarak:) Bununla birlikte Vedat ve Mahmut’la arkadaşlık

ettim. Onlarla birlikte müstehcen resimlere baktım. Benimle alay

ettiler. Ben de kendimle alay ettim onların yanında. Bana hayat adamı

desinler diye onlarla birlikte geneleve gittim — burasını anlatma.

(Bütün gücüyle bağırarak.) Anlatacağım: Merdivenden inerken kadın

bana dedi ki —sus— Hayır susmayacağım! Yoksa atom bombası

kıyametinde yeteri kadar öfkeli olamam. Rezalet! (Sırtüstü yatar,

düşünür.) Belki hepsi rüyadır. Neyse, bu Naciye cadısı yüzüme karşı

bir şey söylemedi. Bilmiyormuş gibi yaparım. Zaten öyle yapacaksın.

Sabah siz uyanmadan kalkarım. Yoksa, belli olmaz, sabah da vahşiler

gibi çevremde dönüp ayinler yaparsınız. Ben de bilardo oynanan

kahveye giderim. Gece yarısı eve dönerim. Naciye teyzen de uyanır,

içinden homurdanarak yemek hazırlar sana. Yedim derim.

Diyemezsin, yüzünden anlar. Mutfağa gider, fasulyeyi ısıtır.

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Hikayem Paramparça

Editor

Erken Kaybedenler

Editor

Taaşşuk- u Talat ve Fitnat

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası