Jonas Tallent yakışıklı, varlıklı ve soylu biridir. Londra sosyetesinden keyif almak isteyen bir centilmenin ihtiyacı olan her şeye sahiptir.
Fakat bir zaman sonra hovardalık yapmaktan sıkılır ve Devon kırsalında bulunan aile mülkünün sorumluluğunu üzerine alacak bir fırsat çıkar önüne. Öncelikli görevi ise kasaba hayatının merkezinde yer alan hana yeni bir yönetici bulmak zorunda olmasıdır.
Bayan Emily Beauregard hanı yönetmek üzere iş başvurusunda bulunur.
Jonas hancılık görevinin bir hanımefendi için uygunsuz olduğunu düşünse de başka bir alternatifi olmadığından genç kadına şans tanımaya karar verir. Emily yetenekleri ve zerafetiyle handa kendini hızla kanıtlar, dahası kasaba halkının sevgisini kazanır.
Fakat Em’in bir sırrı vardır. Onu ve kardeşlerini Devon’a getiren
bu sır, kasabanın derinlerine gömülü bir aile hazinesine dayanmaktadır.
Emily gizli gizli bu hazinenin izini sürerken, Jonas’nın genç kadına olan ilgisi de karşı konulmaz ve baştan çıkarıcı bir hal alır. Ve Emily’nin maceracı ruhu, aile hazinesini bulma yolunda ona hayal ettiklerinin bile ötesinde bir gelecek hazırlar.
Clayton, Devon
Ekim 1825
“Saçımı başımı yolasım geliyor… İşe yarayacağından da değil ya.”
Bahsi geçen koyu renkli saç, yakışıklı Jonas Tallent’ın başından asi bukleler halinde dökülüyordu. Kahverengi gözlerinde bıkkın bir bakış hâkim olan Jonas, bir gün ailesinden miras alacağı Grange Malikânesi’nin kütüphanesindeki masanın arkasında bulunan koltuğa gömülmüştü. Aslında bu. hüsran dolu halinin en büyük nedenlerinden biriydi.
Masanın tam karşısındaki sandalyede, yüzü ona dönük oturan Jonas’nın kayınbiraderi Lucifcr Cynster alaycı bir merhametle gülümsedi. “Üzerindeki baskıyı arttırmak istemem ama zaman geçtikçe beklentilerin de yükseldiğinin farkındasın sanırım.”
Jonas yüzünü buruşturdu. “Buna hiç şaşırmam. .Juggs’un vefatı, her ne kadar büyük kayıp sayılmasa da. Red Bells’de daha iyi bir şeylerin hayaletini uyandırdı. Edgar o ihtiyar ayyaşı bir bira göletinin ortasında ölü bulduğunda, tüm kasabanın rahat bir nefes aldığına yemin edebilirim… Ve hemen sonra Red Bells’in yeni hancısı işin ehli olursa neler olabileceği konusunda yorumlar yapılmaya başlandı.”
Juggs neredeyse son on yıldır Red Bells’in hancısıydı; iki ay Önce barmen Edgar Hills tarafından ölü olarak bulunmuştu.
Jonas koltuğuna daha da gömüldü. “İtiraf etmeliyim ki ben de ilk başlarda yorum yapanlardan biriydim ama bu, Martin Amca çok çalışmaktan son nefesini verip de miras Eliza Hala ve sülalesine paylaştırıldıktan sonra Red Belisin yeni sorumluluğu üzerime kalmadan önceydi.”
Gerçek şu ki genç adam Londra’dan dönme ve tüm araziyi yönetme sorumluluğunu üstüne alma fırsatını mutlulukla karşılamıştı. Gençliği boyunca bu görevi edinmek üzere yetiştirilmişti ancak babası hâlâ dinç olduğu için Jonas’nın kuvvetini harcamasına gerek kalmıyordu: babasının beklenmedik ve uzun sürecek gibi görünen yokluğu ise genç adamın ortaya çıkıp dizginleri eline alması için mükemmel bir fırsattı.
Yine de bu, topuklarını arkasına vurarak Londra’dan kaçmasının asıl nedeni değildi.
Son birkaç aydır kentte yaşadığı hayattan giderek daha az zevk almaya başlamıştı. Kulüpler, tiyatrolar, akşam yemekleri ve balolar, suareler ve seçkin toplantılar – züppeleri, asilleri ve yakışıklı, son derece varlıklı, iyi eğitimli beyefendileri memnuniyetle yatağına alan o kadar çok kendini beğenini; kadın vardı ki.
İkiz kız kardeşi Phyllida, Lucifer’la evlendikten kısa bir süre sonra Jonas ilk kez şehre gitmiş ve kendine bu gibi yoldan sapmışlıkla çevrili bir hayat edinmek gibi büyük bir hedef belirlemişti. Sahip olduğu ve ailesinden miras kalan özellikler – ve Cynsterlar’ın vârisi Lucifer’la olan resmi aile bağı – sayesinde arzuladığı hedefe ulaşması hiç de zor olmamıştı. Ancak son birkaç yıldır bu hedefe çoktan ulaştığı ve daha birçok farklı çevreye de girdiği için altın yıldızlı bu sahnedeki yaşamının onu boş, tuhaf şekilde yüzeysel biri yaptığını keşfetmişti.
Tatminsizdi, isteksizdi.
Aslında işsiz güçsüzdü.
Babası Eliza’nın ricası üzerine ona destek olmak adına Norfolk’a gitmişken. Jonas eve, Devon’a dönmeye ve Grange’in kontrolünü üstlenmeye memnuniyetle hazırdı.
Devon’daki hayatın da anık boş. heyecandan uzak olup olmadığını merak ediyordu. İçindeki öldürücü boşluğun sorumlusunun yaşadığı hayattan mı kaynaklandığını, ya da daha da kötüsü, daha derin bir rahatsızlığın belirtisi mi olduğunu kendine sorup duruyordu.
Neyse ki Grange’e döndüğü ilk günlerden itibaren bu sorusuna yanıt bulmuştu. Hayatı birden amaçlarla dolmuştu. Bir zorlukla karşılaşmadığı veya ilgisini çeken bir heyecanın ortasında katmadığı tek bir anı dahi olmuyordu. Her şey hareketlenmişti. Eve dönüp babasının olmadığını gördüğünden beri durup düşünmeye bile vakti olmamıştı.
O rahatsız edici kopukluk ve boşluk hissi uçup gitmiş,, yerini tuhaf bir hareketliliğe bırakmıştı.
Jonas artık kendini işe yaramaz hissetmiyordu – belli ki doğup yetiştiği taşra hayatı tam ona göreydi – ama yine de yaşamında eksik olan bir şeyler vardı.
Fakat şimdilik onu rahatsız eden tek şey Red Bells Hanı’ndaki eksiklikti. Juggs’un yerine birini bulmak hiç detahmin ettiği gibi kolay olmayacaktı.
İnanmazlıkla başını iki yana salladı. “Dürüst bir hancı bulmanın bu kadar zor olacağı kimin aklına gelirdi ki?”
“Nerelere kadar araştırdın?”
“Kontluğun her yerine ve daha uzaklara, hatta Plymouth. Bristol ve Southampton’a bile duyurular astırdım.” Suratını astı, “Londra’daki ajanslardan birine de gönderebilirdim ama geçen sefer oraya duyuru gönderdiğimizde bize Juggs’ı ayarlamışlardı. Bana kalsa yerli birini, hiç olmazsa taşranın batı tarafından birini bulurum.” Yüzünde kararlılığın getirdiği ciddi bir ifadeyle ayağa kalktı “Ve bunu yapamasam bile en azından ise almadan önce işe başvuran kişiyle bir mülakat yapmak isterim. Eğer juggs’u ajans ayarlamadan önce görmüş olsaydık, onu kasabanın sınırlarından içeri bile sokmazdık.”
Yıllar önce birçok kadının gönlünü çalmış koyu renk saçlı. şeytani bakışlı, hala oldukça çekici görünen Lucifer kaşlarını çattı. “Başvuran kimsenin olmaması garip değil mi?”
Jonas iç geçirdi- “Kasabanın küçüklüğü yüzünden hiç kimse başvurmak istemiyor. Çevredeki evler ve arazilerle fena sayılmayacak büyüklükte bîr yer burası, dahası civarda fiyatı bizimkinden daha uygun bir han ya da pansiyon yok ama bunlar yetmiyor işte.,. Dükkânların azlığı ve nüfusun küçüklüğü herkesi kaçırıyor.” Uzun parmağıyla kâğıtları karıştırdı. “Colyton hakkındaki gerçekleri öğrenince, başvuranların hepsi toz olup gidiyor.”
Jonas kaşlarını çattı ve Lucifer’ın koyu mavi gözlerine baktı. “Eğer iyi adaylarsa hırslı da oluyorlar ve Colyton’ın ilerlemelerini saklayacak bir yer olmadığını düşünüyorlar ~
Lucifer da kaşlarını çattı. “Görünüşe bakılırsa nadir bu kuş arıyorsun,.. Colyton gibi durgun bir yerde yaşamayı isteyebilecek yetenekli bir hancı.
Jonas soran gözlerle ona baktı. “Sen de bu durgun yerde yasıyorsun… Acaba sana bir han işletme işi teklif etsem ne dersin?
Lucifer Sırıttı Teşekkürler ama olmaz. Benim de aynı senin gibi yönetmem gereken bir arazim var.”
“Tabi ikimizin de han işletmenliğinden bihaber olduğu-muz gerçeğini de unutmamak gerekiyor”
Lucifer başını salladı “O da var.”
“Aslında Phyllida han isletme işini gözü kapalı bile yapa bilir.”
“Tabii elleri dolu olmasaydı,”
“Senin yüzünden.” Jonas sahte bir kızgınlıkla kayınbira derine baktı. Phyllida’nın şimdiden iki çocuğu vardı – Aidan ve Evan adında son derece hareketli iki oğlan – ve kısa süre Önce üçüncü çocuğa hamile olduğu anlaşılmıştı. Yardım edecek birçok ele rağmen Phyllida’nın iki eli de gerçekten doluydu.
Lucifer halinden memnun bir ifadeyle Sırıttı. “Dayı olmaktan ne kadar çok hoşlandığını gördükten sonra o bakışın benim için pek de bir şey ifade etmiyor.”
Dudakları kederli bir gülümsemeyle kıvrılan Jonas tüm çevreye gönderdiği ilanların yanıtlarının bulunduğu Önündeki kâğıt yığınına baktı. “En iyi adayın zamanında Newgate’de yatmış eski bir mahkûm olması ne kadar acı, değil mi?”
Lucifer kahkahalara boğuldu. Ayağa kalktı, gerindi ve Jonas’ya baktı. “Biri – ya da bir şey – çıkar nasıl olsa.”
“Bunu ben de biliyorum,” diye karşılık verdi Jonas. “Ama ne zaman? Senin de belirttiğin gibi beklentiler giderek yükseliyor. Hanın sahibi olarak bu beklentilerin hepsini karşılayacak birini bulmak için zamanın benim yanımda olmadığını
söyleyebiliriz.”
Lucifer’in gülümsemesi yardımcı olmasa da anlayışlıydı. “Bu işi sana bırakacağım. Eve gidip oğullarımla korsancılık oynayacağıma dair söz verdim.”
Jonas. Lucifer’ın oğullarım demekten ne kadar çok zevk aldığını fark etmişti; Lucifer bu sözcüğü sanki lezzetini tatmak ister gibi ağır ağır söylüyordu.
Lucifer sıcak bir vedayla ayrılarak genç, adamı Red Bells’in hancısı olmak için gönderilen başvuru yığımyla baş başa bıraktı.
Keşke Jonas da korsancılık oynamak için gidebilseydi.
Bu düşünce, Grange’i kasabanın merkezine bağlayan ağaçlıklı yolun sonunda Lucifer ve Phyllida’ya miras kalan ve şimdilerde onların Aidan. Evan ve ufak hır çalışan grubuyla yaşadıkları Colyton Malikanesi’nin gözünün önünde canlanmasına neden oldu. Malikâneden sıcaklık ve yaşam taşıyor du; paylaşılan memnuniyet ve mutlulukla büyüyen ve sanki bir ruha sahip bir çesit enerjiydi bu.
Demir atmıştı.
Jonas, Grange’de son derece mutlu olmasına rağmen – evi burasıydı ve onu bebekliğinden beri tanıyan hizmetçiler bir harikaydı – o malikânedekine benzer bir ışıltı, bir sıcaklık, bir mutluluk pırıltısının Grange’i de sarmasını ne kadar çok arzuladığını fark ediyordu, özellikle de son dönemde yaşadıklarının ardından içine dönünce.
Ruhunu doldur ve demir at.
Baktığı yeri görmeyerek uzun uzun odanın karşı tarafına doğru baktı, sonra başını sallayıp kendine geldi ve bakışlarını işe yaramaz başvuru yığınına çevirdi.
Colyton halkı iyi bir hanı hak ediyordu.
Derin bir nefes aldı, kâğıt yığınını not defterinin ortasına sürükledi ve kendini bir kez daha onlara göz gezdirebilmek için zorladı.
Emily Ann Beauregard Colyton. Colyton Kasabası’nın güney eteğindeki Grange’e giden dolambaçlı yolun son virajında durdu ve elli metre ötesinde tatminkâr bir sağlamlıkla dikkat çeken eve göz attı.
Eskimiş kırımızı tuğlalarıyla huzurlu ve sakin görünen bu evin kökleri, üzerinde durduğu zengin toprağın derinliklerindeydi. Mütevazı ama yine de kendine has büyüsüyle birçok duvarı olan arduvaz çatı, iki katlı evin beyaz boyalı çerçeveleri üzerinde yükseliyordu. Sundurmaya doğru çıkan merdivenleri vardı. Em bulunduğu yerden gölgeler içindeki haşmetiyle ön kapıyı görebiliyordu.
Evin geniş ön cephesinin her iki tarafında özenle düzenlenmiş bahçeler vardı. Em sol tarafındaki çimlerin ötesindeki gül bahçesine baktı burası koyu yeşilliklerin ortasında parlak renklerle dolu cıvıl cıvıl ve davetkârdı.
Emily elindeki kâğıda bakma ihtiyacı duydu yeniden…