Bu cümleler, kaynakçası olmayan kitapların, kenarına düştüğümüz satırlar gibi. Kimi kısa; kesik kesik ağlarcasına, kimi bir uzun hava… Kendini ciddiye almayan, ama külün içindeki közün de yangını başlatacağının farkında olan cümleler. Bu cümleler, bir filmin içinden, şarkının titrek nağmesinden, bir çiçeğin yanından geçerken oraya buraya dağılmasın, kim vurduya gitmesin, zayi olmasın diye sayıklayıp sakladığım cümleler.
Neden Üç Noktalı Zamanlar?
Her noktanın bir sus payı olduğunu düşündüğümden belki. Cümlede verilen “es”tir üç nokta. Her biri bir yalnızlığa düşülür, bir mutsuzluğa, bir kar paresi sevince, ağız dolusu öfkeye, türküye… Hayatta bazı zamanların hakkını en iyi yazmak mı verir, yoksa yaşamak mı? Bilemedim hâlâ. Ama derme çatma kurduğum cümleler hayatın çok yerini mimlediğinden, kitabın ismi de yazımın bir başlığı olsun istedim.
Deniz Doğan
***
içine sızdığım cümleler…
üç noktalı zamanlar
Üç nokta gün doğumunun öncesindeki “eflatun saatine”, denizin daha uyanmadığı o kıpırtısız sabah serinliğine,
Bir filmin en heyecanlı yerine ramak kala yaşanan ânâ üç nokta
Film nihayete ererken, bir türlü kavuşamayan âşıkların derin bir oh çektiren vuslatlarına,
Tüm iyi adamların “ne yani öldü mü şimdi?” diye inanamadığımız o gidişine,
Kurşun misali yüreği delip geçen “ah”lara,
Uzun ağlamaların sonunda hıçkırarak susmalara üç nokta…
Bir de severek ayrılıkların savruluşları var ya, ona da…
Üç nokta son bakışlara, dokunuşlara, hepsinin toplamındaki susuşlara,
İlk öpüşlere, ilk aşklara…
Ömrünün büyük ikramiyesini birbirinde bulurcasına yılları devirmiş de, göçüp gitmeye hiç acelesi olmayan sevgilere üç nokta
Yaşlı çiftlerin el ele tutuşmalarına,
Vedalarda ardına bakmayana, geride mendil sallayışlara üç nokta
Tufan gibi zamansız yakalandığın aşklar yürek çizen bakışlarıyla sana doğru yürürken sahilden, koy o ânâ bir üç nokta Varsın romantik macera ya da filmlerde olur desinler; en az hasarla gözünü sevdiğim bir çarpışmaya denk gelip tanışalım da, kahve molasına tutuşalım şu kızla ya da adamla dediğin ve murada erdiğin zamana üç nokta
En sevdiğin şiirin, filmin, başucu kitabının… âşık olduğun kişinin kalbinde isabet kaydetmesine, suspus olup aynı anda söze başlamalara üç nokta
“Hiç de fena değilsin,” diye aynada kendine göz kırpmalara üç nokta
Tüm gözyaşlarına ve onun gücüne inanışlara,
Karşılıksız iyiliklere,
“İyi yürekli bir hafızayla” kin biriktiremeyip güzellik besleyenlere,
Yangın merdiveni gibi insanlara üç nokta
Martılarla simidini paylaşanlara,
Sokak çalgıcılarına gönlünden ne koparsa verip, aklından şenlikli melodiler geçirebilmeye,
Parklarda koklaşan âşıklara sevgili bir tebessümle bakanlara, yeni dile düşmüş çocukların birbiriyle ilk tanışmalarını seyre koyulanlara,
Yaşamı bir havai fişek gösterisi bilip şu kısa ışık gösterisi altında ona coşkuyla gülebilmeye,
Onca fırtına kar borana inat, alabora olmamış bir hayatın sahibi balıkçı adamlar gibi geçen günlere kocaman kahkahalar atıp, ekseriyetle boş ver diyebilmeye,
Düşlerin ve aşkın peşini bırakmayanlara,
Bir yaz sinemasında sevdiğinle yıldız altında film seyretmelere,
Bir kucak kır çiçeğinin hâlâ en güzel hediye olduğunu düşünmelere,
Melisa kokulu bir gecede tepedeki dolunayı ahşap kokulu bir evin merdivenlerinde soluklanırken seyre koyulmalara,
Acı kahveler eşliğinde yapılan tatlı sohbetlere,
Yarını umut etmeye,
Dünlere gülümseyebilmeye,
Uzun yollara, o yolların varacağı adreslere,
Yeni yılın ilk doğan bebelerine,
Bugün de yaşıyoruz çok şükür demeye,
Üç nokta.
Çünkü zamanın sonsuzluğunda yitip gidenlerin mezar taşına doğum yılı yazılır da, ölüm yılına konur hep, (…)
mutluluk maviş bir çocuk
Fırtınalı bir denizken yaşanan günler,
Kalbim,
Alabildiğine şişir bütün yelkenleri…
Gereğinden çok yasını tutmamalı olanın, bitenin, ölenin… ‘acının kattığı değeri’ yanına almalı o kadar.
Abartmamalı, küçük fırtınaları kasırgaya döndürmemeli. Dindirmeli, usul usul yatağını bulan su misali.
Küçük mutlulukları büyütmeli asıl.
O cılız bedeniyle betonda bile ot biter, şaşar kalırsın nasıl boy verdi o çatlaktan diye. Bir de kardelenler var karın ortasında patlayan.
Ne derdi şair; ‘çiçekler gürültüyle açar.’ Çocuk şaşkınlığını kuşan ve öyle gör her şeyi. Nasıl da eğlenceli, değil mi?
Nedir bu karalar, yaralar, bereler… Onlar senin olgunluğunun yapı taşları, yol haritan. Bilmediğin patikalara sapma diye çiğnenmiş yolların var içinde. Pusulasını şaşırmış günlerde ufuk çizgisini arama! Güneş doğuyor herkes gibi sana da. Ne güzel söz. “Bugün geriye kalan hayatının henüz ve hâlâ ilk günü.”
Yaşamana bak sen. Bir anlam edinsene!
“İşim gücüm budur benim, gökyüzünü maviye boyarım her sabah” şiirini al yanına.
Bak yine kış ortasında hava ışıl ışıl, nasıl da maviye kesmiş, bulutsuz… Karabataklar güne dönmüş, güneşi kucaklıyor gibi.
Soğukta su damlıyor kanatlarından ama nasıl da mutlular, sen öyle olduğuna inandığın için.
Küçük yalanlar söylesene. Boş ver öyle olmadığını. Kendinle küçük oyunlar oynasana. Kuyruğunu kovalayan kedi gibi. Çaydan sıcak, çaydan koyu bir muhabbet tuttur hayatla, kendinle, sevdiğin biriyle.
Denizin bittiği yerde uzak dağlar var sis içinde. Mutlu çağrışımlar bul ve tadını çıkar elindeki elma şekerinin bitmesini istemeyen çocuk misali. Dünya bir elma şekeri, biraz indir sırtından gamını, yükünü, kederini. Dinle! Nasıl da atıyor yaşamın nabzı. Duy!
Bir de gül, kimseye değil; aynada kendine.
Bugün “kendine bir gül(ü)ver.” Çünkü hâlâ ve henüz geriye kalan yaşamının ilk günü. Ne sevinçler bekliyor seni düşünsene. Belki dört başı mamur bir aşk. ‘her şey sende gizli’ şiiri de yedekte dursun. Çıkarır çıkarır okursun.
Sen şimdi boyası akmayan hep güleç bir palyaçosun.
umutlu yarınlar iftiharla sunar
Sevgili Hayatım,
Koşar adım ortasına doğru yaklaştığım maratonum, hüznün sürek avıyla ensemde bittiği kovalamacam, iyi ve kötünün az çok rengini belli ettiği ama sonunu kestiremediğim öyküm, yazı baharına sulu sepken sevinç, güzü kışına üşüten ayrılıklar düşen melodramım, renkli hikâye kitabım…
Nasılsın?
Bilirsin, Eylül geldi mi, yeşili uçmuş kuru dal gibi savrulurum. Tiril tiril etekleri uçuşarak ayartan Haziran, ter içinde sırılsıklam öpüştüğüm Temmuz, dolunay geceleriyle koynuna girdiğim Ağustos alır başını gider.
Kalır elimde bir kuş ölüsü gibi yitik şairlerin boz bulanık dizeleri… İç ederim kederime artık kanatlanmayacak o sözcükleri.
Doğdum ya!
Hiç şaşmaz yağmur yıkar sokakları. Havada güz, havada ürperen ten kokusu, havada günbegün eksilen bir sıcaklık…
Ve zaman, o ele avuca sığmaz hergele, büyümeye ayak direrken, provasız giydirip durur bol gelen hüzünleri üstüme. Olsun, seneye de giyerim diye herhalde. Bakıyorum yüzüme, gözüme. Eğreti duruyor, yakıştıramıyorum eskisi gibi kendime.
Neyse ki biliyorum artık, istenirse bulunuyor tarumar bahçede bile bir hercai menekşe.
Ama niyeyse bazı çiçekler hiç sürgün vermiyor toprağımda. Aşka sürgünüm ben hâlâ.
Sevgili Hayatım,
Bazen taşlı yollarla bezeli ahşap evlerin çıkmaz sokaklarında unut istiyorum beni. Delişmen sarmaşık gibi sarılayım yollara ve sana. Günyüzü gören çiçeklerin kokusuyla sarhoş, patika yolların kuytularında çağıl çağıl akan su sesiyle berduş olayım. Ermiş bir ağacın gövdesine yaslanayım da, öyle geçsin uyur uyanık günler, haftalar…
Ne zaman çalınacak ömrümün bitiş düdüğü? Bu düşe kalka, güle ağlaya süren oyun nerede, ne şekilde nihayete erecek? Bilmiyorum. Bildiğim; ağır öğrettiklerinin bedeli ve kayıpların olmadan anlaşılmıyor güzelliklerinin değeri.
Kimileyin sustukça biriken avazların, kendini bir yere sığdıramamanın, akşamın oluşu gibi çöken yalnızlığın, ıssızlaşan duyguların içimde kol geziyor.
Kalbim virane bir kale… Yine de bakmadan yıkık dökük yerlerine hep gülümseyişle, hep yeniden karmalı harcını. Çekmeli gönderine o dalga dalga aşk bayrağını.
Sevgili Hayatım,
Hakkını vermek lazım. Bazen de karnaval yeri gibisin. Ağzımda neşeli bir tat, hiç erimesin istediğim çocukluk dondurması, leblebi tozu…
Kim bilir, baba olur, tutuşurum kızımla el ele. Çizer minik elleri, güleç gözleriyle mutluluğu yüzüme. Seni solumak hevesi düşer ciğerlerine, hep seni sorar, seni keşfeder. Elbette iyi anlatırım seni küçüğüme, toz kondurmam üstüne.
Rüzgârgülü döner durur içimizde. Kazandığım bilyeler doluşmuş gibi ceplerime, uçarız sevinçle. O vakit mutluluk, ucundan tuttukça kaşar gibi uzayan bir şey işte.
Sevgili Hayatım,
Meydan muharebesi gibi kılıçları çekip, üstüne yürüdüğüm o kanı deli günler, gözümü alamadığım kavruk kelimeler, uzatmaları oynadığım ayrılıklar, her yanından S.O.S. veren zamanlar yerini uysal bir iyimserliğe bırakıyor usul usul…
Hayır, bu bir hesaplaşma değil. Olsa olsa bir gün-gece dökümü. Zarar defteri kalsın, yaşadığımı alıyorum yanıma kâr. Hayaller de, keşkeler de, iyi ki’ler de sana dâhil.
Sevgili Hayatım,
Söz takatsiz kaldığında tutunacak anlamların yetişti imdada. Eksilttiğin kadar (d)oldurdukların da oldu.
Cebimde umutlu yarınlar iftiharla sunar gösterimi için karaborsa bir bilet, yarınlarımın kapısında “beklediğinize değecek”, “çok yakında…” tadında bir umut… Çıkınımsa ömrümden döne dolaşa geçen şarkılar, onların yaşanan karşılıklarıyla dolu.
Seviyorum seni, olancası bu.
hayat mecmuası
Boyumu aşan dalgalarla boğuştuğum, çok su yuttuğum, olan bitene bir kenardan bakamadığım günlerde, kıyıda bekleyen bir balıkçı adamım olurdu. Hiç ayrılamadığı denizinin yanı başında, barakadan bozma evi, bir huzur abidesi gibi dikilirdi karşıma.
Yorgun, yenik akşamlarda orada olduğunu bilmenin sevinciyle bazen giderdim o sığınağa. Dışarıda kızılca kıyamet koparken, içeride huzurdu aradığım. Yine ağaçları yurtlarından eden fırtınalı akşamların birinde yollandım yanına.
Kabaran öfkesini kayaları dövüp, ondan parça parça kopararak bir nebze dindiren denize, hep sevgiyle bakan bu adamın her haline sinmişti her şeyin bitimli olduğu.
Biliyordu, şimdi deniz martıları yutacakmış gibi haşmetli. Ama sakinleşecek, yine konduracak üstüne çiçek çiçek martıları.
Girdiğimde evine, gürül gürül yanardı soba. Çorba kokusu çarpardı burnuma. Bir taşım daha kaynamasını beklerken denize bakıp kızmasından korkar gibi yarım ağız “Atmış yine bunun tepesi,” derdi.
Tütünden kırçıllaşmış sesi iyi giderdi şiire, türküye, muhabbete…
Elleri balıklara değmekten pul pul, diken diken… Gözleri desen, fırtınadan kaçışan küçümen gemilere benzer, onlara yol olan bir işaret fişeği gibi çakar, güvenle bakardı. Bütün hayatı o kıyıya dolanmış ağ atar, yamar, gelir evinde keyif çatardı.
Alnında bıçak yarası gibi derin çizgilerine, belli belirsiz gülümseyişine sobanın gözündeki ateşin harı vururdu. Yüzü aydınlandığında ağarmış sakallarında yıllar daha rahat seçilirdi. Görürdüm; tel tel dağılmış adamım. Derlesem o yılları koca bir hayat mecmuası…
Ateşi karıştırır, bir sigara yakardı. Sonra dönüp bana “Deniz gibisin. İçin yine taşım taşım…” derdi.
“Öyle,” derdim, “öyleyim usta…”
Dönüp yüzümü rüzgârın hırpaladığı kırık dökük cama, “Bu gemiler nereye gidiyor…” diyerek başlardım o kıyısından bakamadığım hayatı anlatmaya.
Sonsuz bir sükûnetle, usul usul susardı. Böyle susmasını denizden mi, mavisinden mi edinmiş diye merak eder, diğer yandan dökülürdüm.
Dinlerdi…
Sonra yüzünde hiçbir dalgada görmediğim kıpırtıyla çözerdi hali pür melâlimi. Bir nefeste yarılarken sigarayı derdi ki; “Gemiler kalafata çekilir bu limanlarda. Getirir, içini dışına çıkarırlar. Gemi, tozundan, kirinden, pasından, arınır. Yeniden okyanuslara, bıçak gibi kesen dalgalara hazırlanır. İnsan da gemi misali; kalafata çekmek gerek arada kendini. Ters yüz edip şöyle bir silkelemeli.”
Küçük çay bardaklarına dolardı rakı. Dışarı da deniz, içeride soba; ikisi de gürül gürül…
Bir mavilik çalkalanırdı içimde… Gülerdik, kahkahayla… Bilmiş gibi değil, yaşamış gibi değil; biz başka gülerdik. Anlamsız gelirdi her şey. Sade yaşamaktı aslolan. “Lekesiz yaşamak…”
Bir keresinde “Hiç gözü kapalı balık gördün mü?” diye sordu. Ben şaşkın, o devam etti. “Balık çekilirken karaya, hep gözü denizde kalır belki ondandır açık kalması. Biz de mi gideceğiz bu dünyadan böyle gözü açık? Ha, bizde mi?”
Sonra vazgeçmiş bir eda, babacandan baba bir sesle, “Boş versene!” derdi.
“Hadi!” diye vururduk hayatın dibine. Çınlardı iki bardak. Yan yana, can cana…
“Baba be!” derdim, “Sen ne muhteşem bir adamsın. Sen olmasan ben ne yapardım?”
Yüzünü yine o hırçın dalgalara dönerdi. Gözleri dolar, dolardı. Çok gülünüp apansız yakalanılan gözyaşı tufanıydı yakalandığı. O an anlardım, güçlü olmak, babacan olmak, iyimser olmak… da bir yüktür bazen. Taşınmaz.
Sonra o dökerdi içini. Anlattıkça, ben bu büyük sandığım girdabın içinde küçülür kalırdım.
Şimdi ne zaman fırtınalı günlerde deniz kenarından geçsem, limana çekilmiş o yorgun gemileri görsem, içimden kendimi dışıma çıkarıp şöyle bir güzel kalafata çekmek gelir.
Düşünür dururum. Balıkçı adamım kim bilir nerededir, hayat mecmuasının kaçıncı sayfasında? Gülümsemekte midir? Yoksa!
Gözü açık mı gitti yoksa?