İki kardeşin de birer kuş yuvası ve yuvalarında serçenin tüysüz yavruları vardı. Yuvanın başına gittiklerinde eğer kuşların gözleri kapalıysa ıslık çalarak ağızlarını açtırırlardı.
Kendilerine ait olan yuvanın başına vardıklarında nefes nefese kaldılar….
Rüyalarına giren, İstanbul’a gitmeyi çok istiyordu. Bu isteği giderek dayanılmaz bir hal aldı, eşinin moralinin iyi olduğunu gördüğünde isteğini yenilerdi.
Bunların dışında yüz yıllar öncesinden kalmış olan Altınşehir mağaraları korkusuz çocukların ziyaret yeriydi.
Giriş kapısının demiri iyice paslanmıştı. Takıldığı günden beri hiç boyanmamıştı. İçeri girmek, dışarı çıkmak için kapıyı açmaya çalıştığında demirin demire sürtünmesinden acayip iç gıcıklayıcı ses çıkıyordu….
***
İstanbul’a geldiklerinde Atakan ve Burak küçük iki çocuktu.
Atakan, Burak’tan büyüktü. Aralarında bir yaş vardı. Atakan sarışın, uzun saçlıydı. Boyları birbirine yakındı, ama yüzlerinin rengi birbirine benzemiyordu. Burak esmer, Atakan beyaz tenliydi.
Akşam, babaları:
“Yarın İstanbul’a gidiyoruz,” dediğinde babalarının yüzüne baktılar. Şaşırmış gibiydiler. Durup dururken İstanbul’a gitmek işi de nereden çıkmıştı.
Söylenileni yapmama şansları yoktu. Köyde neşeli bir yaşamları vardı. Koşma, oynama, zıplama, gülme… Her şey.
Kırlar bir başka güzeldi. İlkbaharda açan gelincikler, tarlaları kırmızıya boyuyordu. Geceleri çekirgelerin sesi, şarıl şarıl akan derenin sesini bastırıyordu. Ateş böceklerinin çıkardığı parıltılar gecenin karanlığını delip geçiyordu. Tek başına öten Yusufçuk kuşunun hikâyesini ise babalarından dinlemişlerdi.
Babaları Hikmet, eve yorgun dönmüştü. Akşam yemeğinden sonra köşesine çekildi. Avlunun açık kapısından bir ses duyuldu. “Yusuf, Yusuf” diye bağırıyordu. Önce sesi dinlediler, gelen ses hüzünlüydü.
Anneleri Bahar Hanım:
“Zavallı Yusufçuk kuşu yine dertli dertli ötüyor,” deyince Atakan:
“Anne ne olmuş ki?” dedi.
Annesi:
“Siz onu babanıza sorun, daha iyi bilir,” dedi.
Babaları sormalarını beklemedi. İkisini yanına çağırdı. Hemen başladı:
“Bizim köy gibi bir köy varmış. Çok uzaklarda. Yemyeşil kırların uçsuz bucaksız uzandığı bir köy. O köyde, Yusuf ile Yakup diye iki kardeş ve bu iki kardeşin bir de üvey anneleri varmış. Üvey anneleri, bu iki kardeşe her gün inek güttürürmüş. Evden çıkarlarken sıkı sıkı tembih edermiş. Birbirinizi ve inekleri kaybetmeyin. İnekler kaybolursa akşam eve gelmeyin,” dermiş.
Bir gün Yakup’la Yusuf kırlarda koşup, oynayıp, yorulmuşlar. Yorgunluktan uyumuşlar. Uyandıklarında bir de ne görsünler inekler yok. Sağa sola koşmuşlar. İneklerin gideceği her yere bakmışlar ama yok. Sanki yer yarılmış içine girmişler. İnekleri ararken birbirlerini de kaybetmişler. Sabaha kadar bulamamışlar. Allaha dua etmişler. Allah’ım bizi ya taş et, ya kuş et. Duaları kabul olmuş. Yusuf taş, Yakup kuş olmuş. İşte o gün bugündür, Yakup her gece kardeşi Yusuf’u aradığından gece olunca bağırırmış: “Yusuf, Yusuf, Yusuf…”
Yusufçuk kuşunun hikâyesinin sonu gelmeden Burak uyuyup kaldı.
Evlerinin dört bir yanı ormanla kaplıydı. Ağaçların tepesine serçeler yuva yapmıştı. Ağacın dalına konan serçeyi sessizce takip ederek serçenin yuvasını rahatça buluyorlardı. İki kardeşin en büyük eğlencesi serçe kuşunun tüysüz yavrularının ağızlarını açıp ağzının içindeki kırmızılıkları görmekti.
Anne babaları eğer bir iş vermese onlara, Güneş’in doğuşu ile başlayan oyunları gecenin geç saatlerine kadar sürerdi. Komşu çocuklarıyla oyuna daldıklarında, anneleri Bahar Hanım, uzaktan seslenirdi:
“Burak, Atakan, nerdesiniz. Bak gece oluyor. Bitirin oyunlarınızı çabuk eve gelin. Bu saatte oyun mu olurmuş?”
Annelerinin sesini duyar duymaz:
“Geliyoruz,”diye cevap verirlerdi. Ter içinde kapıdan içeri girerlerdi.
Anneleri hep,“Ne zaman gideceğiz?” diye sorduğunda,“Ne zaman bu köyde yiyeceğimiz ekmek, içeceğimiz su son bulur, rabbimiz rızkımızı başka yerlerde verirse o zaman gideceğiz,” diye cevap verirdi. Demek ki zamanı gelmişti. Babaları İstanbul’a gideceğiz dediğine göre.
Burak:
“Ağabey, gittiğimiz yerde serçe kuşları, serçe kuşunun yavruları olur mu?” dedi.
Atakan:
“Olmaz mı, olur tabii. Eğer gideceğimiz yerde orman varsa serçeler de olur. Serçeler olursa, yavruları da olur.”
“Oyun oynayacağımız arkadaşlarımız olur mu?”
“Sen bunları düşünme, serçenin yavruları da olur. Oyun oynayacağımız arkadaşlarımız da olur.”
“Akşam, Yusufçuk kuşu gelip öter mi?”
…
Sabah erken uyandılar. Uykuları kaçmıştı. Atakan, Burak’ın yüzüne baktı. Gözüyle işaret etti. İki kardeş işaretle çok çabuk anlaştı. Atakan önde, Burak arkada çalılıklara doğru koştular. İki kardeşin de birer kuş yuvası ve yuvalarında serçenin tüysüz yavruları vardı. Yuvanın başına gittiklerinde eğer kuşların gözleri kapalıysa ıslık çalarak ağızlarını açtırırlardı. Kendilerine ait olan yuvanın başına vardıklarında nefes nefese kaldılar. Yuvadaki anne serçe ani kanat hareketiyle pır edip havalanıp, yüksek bir dala kondu.
Yavrular ağızlarını sonuna kadar açtılar. Yakındaki yuvanın üzerindeki serçe de tıpa tıp aynı hareketi tekrarlayıp diğerinin yanına gitti. İki kardeş yuvadaki yavruları ayrı ayrı kontrol ettikten sonra ikisi birden, ellerini birbirine vurup “yaşasın, yaşıyorlar!” diye bağırdılar. Burak yavrunun birini eline aldı. Sıcacıktı. Ağzına götürüp gagasından öptü. Atakan da yavrunun gagasını öptü. Sanki bir yumurta taşıyorlarmış da bıraksalar kırılacakmış gibi nazikçe yavruları, yuvalarına geri koydular.
Kuşlar anlıyormuş gibi Atakan onlara:
“Yarın sabah bizi beklemeyin. Biz buradan gidiyoruz. Bir daha gelemeyiz. Kendinizi koruyun. Büyüyüp uçtuğunuzda gelin bizi bulun. Tamam mı?” dedi.