Roman (Yabancı)

Var Olan Ada

Yok oluş da, kurtuluş da bizim elimizde.

Seçim yapma sorumluluğu bize düşüyor.

Susanna Tamaro okurlarını “karası” düşüncelerden, “denizi” kelimeler den oluşan adasına davet ediyor. Var Olan Ada, yazarın kimi gazetelerde yayımlanmış kimi bugüne kadar hiç gün yüzüne çıkmamış yazılarından oluşuyor. Tamaro tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi burada da yaşamı sorguluyor ve insanın iç huzuru, ölum, yaşam, din üzerine düşündüklerini paylaşıyor.

“Eninde sonunda önümüzde iki yol açılacaktır. Ya sahip olmak için yaşayabiliriz ya da inanç birliği için. Ya kudret için yaşayabiliriz ya da aşk için. Ya mutlak olduğuna inandığımız kendi dar ufkumuzla yaşayabiliriz ya da alçakgönüllülükle, sınırlı bir görüşe razı oluruz ve bu görüşte hayat şimdi, ebediyen olacağı üzere olağanüstü bir gizemle ortaya çıkar ve gizem bizden mutlak saygı bekler.

Dünyamızın önünde bulunduğu yol ayrımı budur: ‘Her şey mümkündür ve meşrudur.’ diyen Faustvari çılgınlık içinde devam etmek ya da durmak ve rotayı değiştirmek.”

Gerçekten her şeyin yanıtını dış dünyada mı arıyoruz? Zihnimizde aynı düşünce dönüp duruyor. Bu adadan kurtarılmayı mı bekleyeceğiz yoksa mutluluk içinde yaşamayı mı öğrenmeye çalışacağız?

***

Önsöz

Güncel konulara ilişkin görüş bildirmeyi doğam gereği sevmem ama son zamanlarda toplumumuza ve yaşadığımız döneme ilişkin bazı düşüncelerimi ortaya koyma gereksinimi hissettim. Yeğenlerime televizyonun henüz var olmadığı bir dönemde doğduğumu -ceptelefonu, bilgisayar, iPod söz konusu bile değil elbette- anlattığımda onlarda derin bir şaşkınlık yaratıyorum. Hatta benim siyah-beyaz dünyayı ayrıntılı tanımlarım sonucunda bir kız çocuğu ciddi olarak şu soruyu sor muştu:” Peki, sen küçükken dinozorlar var mıydı?”

Dijital dünyaya doğanlar için, sürekli olarak bağlantı ve oyalanma halinde olmadan yaşamanın nasıl mümkün olduğunu anlamak gerçekten çok güç. Gerçekten de benim doğduğum 50’1i yılların sonundan bugüne uzanan süreçte gerçekleşen teknolojik devrim, hayal gücü çok zengin bir bilimkurgu yazarının bile tahmin edemeyeceği hızda gelişti. Her şey sürat kazandı, her şey birbiriyle ilintilendi ve her şey paramparça oldu. Kasırganın yarattığı bu girdap içinde, insanlığın var olan -bizim tanıyageldiğimiz- hali çatırdamaya başladı. İnsan hayatının temeli olan belleğin görevi ağırlıklı olarak makinelere yönlendirildi; belleğe yüklenmiş anılar, düşüncenin karmaşıklığını da beraberinde sürükleyerek yok oldu. Uzun sessizlik ve yalnızlık anlarının yok olması insanı çok kırılgan ve yönlendirilebilir bir hale soktu. Kendi başımıza düşünmediğimizde bizim için düşünen bir başkası vardır; heyecanları ve duyguları bizim için o yönetir ve dünyanın dört bir bucağında, hayatımızın her anını işgal etmiş olan bu birileri görünürde tarafsız olan bilgi dünyasına çöreklenip oturur.

XX. yüzyılın büyük ütopik ideolojileri ortadan kalktı ve -Avrupa’nın tanıdığımız halini oluşturmada büyük rol oynamış olan- Hıristiyanlık toplumun uç sınırlarına ötelendi; ortak duygunun temeli değil azınlığın bir seçimi niteliğine büründü. Yinelemekten keyif aldığım üzere insani toplumun etolojik¹ temeli olan ve Sina Dağı’nda verilmiş olan On Emir, birkaç onyıl içinde un ufak olmuştur ve gülünçleştirilmiştir; sanki artık gereksinmemiz olmayan arkaik bir yaldız gibidir.

Gerçekten böyle midir? İnsanoğlu bütünüyle yüzeysellikle, acil tüketimle, kendi özgürlük düşüncesinin köleleştirilmesiyle yaşayabilir mi sahiden? Milyonlarca bireysel gerçeklik kırıntısının oluşturduğu bir toplum, gelişme, yapılanma yolunda mıdır yoksa sadece günlük nevalesini bulma amacıyla büyük ovalarda hareket eden sığır sürüleri misali gezgin bir toplum mudur? İyi ve kötü konusunda ortak bir görüş kalmadığından yeni kuşakları yetiştirirken hangi değerleri temel alacağız? İnsanoğlunun hâlâ “duygusal” bir eğitimi söz konusu mudur yoksa daha içgüdüsel duyguların denetlenemez akıntısına boyun mu eğilmiştir?

Bir bölümü yayımlanmamış olan, bir bölümünü de son yıllarda gazetelerde paylaştığım bu görüşlerim, yenilikler ve başkalaşmalar konusunda böylesine zengin olan günümüzde bir tür seçim hakkını gündeme getirmeyi amaçlıyor. İnsan için ve insana karşı olan nedir? İşte, oluşturacağımız dünyanın niteliğini büyük ölçüde bu ayrım belirleyecektir. Oyundaki bu el bizzat insan doğasının düşüncesidir.

SUSANNA TAMARO

İki Yol

Çok uzun bir süreden beri hayvan ve bitki dünyasıyla haşır neşir olduğumdan doğanın tek gerçeğinin ve amacının üremek olduğunu biliyorum. Tam da bu nedenle, insanların çocuk sahibi olmakta bu kadar zorlanmalarını sorgulamayışlarına şaşırıyorum. Bence bu temel bir soru olmalı. Üremede kısırlaşma günümüzün belgesi niteliğindedir ve kökeni daha derinlerde olan bir zincirin son halkasından başka bir şey değildir. Kaygı, stres, rekabet, tarım ilaçlarının bolca kullanımı, zehirli besinler hayatımızın biyolojik döngüsünü altüst ettiler. Sıranın en başına zengin, süper teknolojik, süper özgürlükçü Batı toplumu geçti oturdu. Nesnelerle yüklü bir çölde başıboş gezen umutsuz varlıkların oluşturduğu bu toplumun aklında tek bir kavram var: mutluluk hakkı. Mutluluğun buradaki anlamı arzuların, hayallerin, adına ego denen, genellikle başka şeyle karıştırılan o küçük şeye ait isteklerin, kesinlikle yerine getirilmesi oluyor. Ve bu mutluluk hep gelecekten beklenen, hep gerçekleşmesi umut edilen, her durumda ve mutlaka dışta aranan bir şey oluyor.

Rus düşünür Solovyov’un, olağanüstü bir öngörüsüne göre, bizimki atomizasyon üzerine kurulmuş bir toplumdur. Yani her siyasi grup, her kültürel gerçeklik, her hayat seçimi kendi gerçekliğini derleyici, toplayıcı olarak ortaya koyuyor. Bütün insanlar için ortak bir gerçeklik olabileceği düşüncesi ortadan kalkınca, elde kalan evrensele dönüşme niyetiyle genişleyen, genleşen, uzayan, kendine has gerçeklikler oluyor, çünkü mutlaklaştırma arzusu insanın doğasında vardır. Bir yandan şeyleri mutlaklaştırma gereksinmesi duyarken, insan ruhu bir yandan da vuracak bir abalı, kendi dışında bir düşman, güvensizliğini, farklılık korkusunu, kendi ufkunun belirsizliğini yansıtacak bir kişi bulma çabasındadır. Düşmanın daima kendi içimizde olduğunu bilebilmek için insanın zihnini ve yüreğini arındırmış olması gerekir; yargı bir anlayış ve üstünlük değil bir tutsaklık şeklidir.

Bu yıllar içersinde evimde pek çok kişiyi ağırladım. Down sendromlu olanlar, uzak ülkelerden, zor hayatlardan gelenler, ağır bir hastalığa yakalanmış olanlar, bedensel ya da zihinsel engelliler, ölmek üzere olan çocuklar. Ne benim ne de onların zihninden, tek bir an için bile “Dünyaya gelmeselerdi daha iyi olurdu” düşüncesi geçmedi. Sağlıklı kişilerin çok özenilen mutluluk terimleriyle konuşmam gerekirse, bu insanların bana yansıttığı mutluluğu, enerjiyi, yaşama arzusunu, davetten ziyafete koşan, aforoz ve önyargı yüklü sözlerden başkasını konuşmayan, belki psikanaliz yatağında biraz huzur bulabilen pek çok tanıdığımda bulamadım. Toplumun herkese unutturduğu şey, insan hayatının zenginliğinin ilişkilerde -ilişkilerin bedavalığında- ve tasarılar yapma, engelleri aşma becerisinde ortaya çıktığıdır. Sözcüklerin daimi bir girdap oluşturduğu, giderek karmaşıklaşan kavramlar yaratabilen zihnimiz, hayatın en basit, temel gerçekliğini sildi: Her insanoğlu kendine kucak açılmasına, sevilmeye ve sevmeye gereksinme duyar.

Beni etkileyen şeylerden biri de kadının evlat sahibi olma hakkının öfkeyle karşılanmasıdır. Söz konusu olan kesinlikle doğal bir arzudur ve hiçbir gerekçeyle kınanamaz, ama bu arzu takıntılı bir iktidar isteğine dönüştüğünde, her ne pahasına olursa olsun, aşamasına geldiğinde işte o zaman hayatın kendinin reddine dönüşür. Sahip olma konusunun -kabul edilebilen ve temel oluşturan- tek gerçeklikmiş gibi abartılmış bir şekilde vurgulanması toplumun da sonlanması anlamına gelebilir. Sahibim, öyleyse varım. Evlatlar da bu mantığa girerler. Bir evlat sahibi olmanın, gerektiğinde kendi sağlığımızı bile ikinci plana atmamıza yol açan tartışılmaz bir hak olduğu düşünülüyor. Artık yaş ve kısırlık sınırlamaları da kabul edilmiyor. Hayali gerçekleştirmek için her türlü denemeye tabi tutulmaya razı olunuyor.

Bu toplum, mülkiyet değil inanç birliği üzerinde kurulmuş olsaydı, 40 sayılı yasanın değişimi için referandum önermek yerine evlat edinme sürecinin kısaltılması, gebelik süresiyle eşitlenmesi için mücadele ederdi. Bir çift utanç verici uzunluktaki yıllar boyunca didikleneceğine, sorgulanacağına, gülünç kontrollerden geçirileceğine dokuz ay içinde bir bebeği sahiplenebilir hale gelmesi gerekirdi. Bu rezillikten hiç kimse söz etmiyor.

Bizimki, kendini gerçekleştirme ve özgürlükle ilgili büyük nutuklar atarak, insanı bir nesneye dönüştürmekte olan bir toplumdur. Daima ve her ne olursa olsun onurla dik duran ve yanındakini kardeşi gibi gören varlıklar değil de; laboratuvarda oluşturulabilen, bozulduğunda yürürlükten kaldırılan, içinden yedek parçaların -yoksul ülkelerde en gariban insanların başına gelen iğrenç organ kaçakçılığı- alınabildiği şeyler haline geldiğimizde, en sapkın dikta yönetimi çoktan işbaşına geçmiş demektir.

En çok sevdiğim kişinin Alzheimer karanlığında yaşamasına sekiz yıl boyunca eşlik ettim ve bu nedenle araştırmaların durdurulması gerektiğini söylemek aklımdan bile geçmez. İnsanın, türdeşlerinin acısını dindirmek için zekâsını ve bilgisini kullanması doğru ve son derece soylu bir davranıştır. Araştırmalar kutsaldır ama bu araştırmalar toplumsal ahlak parametreleri içinde yürütülmelidir; embriyolar değil, yetişkin kök hücre ya da kordon bağı kullanılmalıdır. Embriyonun kullanımı konusundaki tehlikeli azgınlık, bunun altında kazançlı bir patent olasılığı şüphesi uyandırıyor.

Bizi, sevdiklerimizin Alzheimer, Parkinson ya da kalp hastalıklarından ölmesini dört gözle bekleyen canavarlar gibi hissettirmek için sürekli vurgu yapan medyanın suçlamaları hem sahte hem de ahlaki şantaj amaçlıdır, çünkü altında insanoğlunun yakışıksız gerçekliklerinden birini gizlemektedir; bu da hastalık ve ölümü hayatımızın temel verileri olarak göstermektir. Hastalık, ölüm, acı bizim kendimizi sorgulamamızı, anlaşılmayı isterler ve bir zamanlar insana çok özgü olan merhamet, sevgi, dinleme, kucak açma, paylaşma gibi davranışlarını yeniden yaşamamızı isterler. Araştırmaların ilerlemesiyle Alzheimer, Parkinson gibi hastalıkları elbette yeneceğiz; kanser yüzünden ölümleri çok daha aza indirgeyeceğiz ama henüz bilinmeyen başka hastalıkların onların yerini alacağını da unutmamalıyız, çünkü insanoğlunun varoluşsal hali kırılganlık ve geçiciliktir.

Son görüşüm ise Kilise’nin fazlasıyla dramatize edilen ve gidişatı belirlediğine inanılan iktidarı üzerine. Kilisenin çan kulesi altında büyümedim, agnostik ve Kilise karşıtı bir aileden geliyorum; büyük dedem Vatikan’a karşı dava açmış ve elbette kaybederek ailesini yoksulluğa, perişanlığa sürüklemiş bir insandı. Ben inançlı olsam da, her inançlı insanı sağlıklı kılan o Kilise karşıtı noktayı da içimde barındırırım. Kilise’nin bazı tutumları karşısında son derece eleştirel görüşlerim var; özellikle de biyolojik ahlak alanındaki çekingen tavrını hiç beğenmiyorum. “Denizanası hücresi patatese eklendiğinde, birkaç kişiyi açlıktan kurtaracaksa, neden olmasın?” Sanki araştırma yapan çokuluslu şirketler Aziz Vincenzo’nun dindar kadınlarıymış gibi düşünüyor; sanki DNA’yı değiştirmek, bitkileri ve hayvanları basit kazanç ölçütlerine göre birbirine karıştırmak, kutsal olana saygısızlık ve çoktan harekete geçmiş kıyametin açılışı değilmiş gibi davranıyor. Bu çılgınlık! DNA’ya dokunmak atom çekirdeğine dokunmak gibidir; tutkuyla arzuladığımız çocuklarımız ve torunlarımız açısından akla hayale sığmayacak felaketler hazırlamaktır! Kilise, çağdaş insana, onun çaresizliğine konuşmamakla ve iyi duyguların yapıcı ahlakıyla değil de, yıkıcı gücünün varsıllığıyla yüklü mesajıyla seslenmekle büyük bir sorumluluk almıştır.

Zaten Kilise’yi iyi tanıdığım için onun tehditkâr ve yıkıcı ordularını bütün iyi niyetime rağmen bir türlü fark edemiyorum. Kim bilir belki de zamanında; Laterano Kilisesi’nin mahzeninde Kardinal Ruini hoşa gidecek şekilde, mükemmel, dar görüşlü, uysal Katolikler klonlamıştır; bunlar yüzyılların çabasıyla ulaşılmış özgür uygarlıkları yok etmek için yola çıkacak bir termit ordusu gibi hazırlanmışlardır. Ama ben burada da demagojik bir korkutmacanın söz konusu olduğunu hissediyorum. Artık kiliseler bomboş ya da yarı boş durumdalar; ayine gelenler ise ağırlıklı olarak kır saçlı kişiler. Pek çok mahalle kilisesi terk edilmiş durumda, az sayıdaki papaz ya yaşlı ya yabancı. Gerçek dindar halk, kesinlikle azınlıkta. Kişisel görüşüme göre Kilise toplumu derin ve yararlı bir kriz dönemi geçirmekte çünkü toplumsallıkla benimsetilmiş bir din olan Hıristiyanlık, kişinin olgun bir seçimi haline geliyor; hedonizmin altın yaldızlı pelerini altında bize sadece olumsuzluk, bölünme ve ölüm sunan toplumda, inanç gerçekliğin ve hayatın tanıklığı haline geliyor. İnanç sahibi insanlarda otoriterlik ve zorlamaya hiç rastlamadım; gazetelere manşet atanların bayıldıkları bağnazlık, tekelcilik, aforoz, dışlamaya da tanık olmadım. Tam tersine hep araştıran, açık ve uyumlu, farklılıkları anlamaya ve kucaklamaya hazır insanlar gördüm.

Öyle inanıyorum ki günümüzde en büyük aykırılık Hıristiyan olmak. İnanç yolu aslında olağanüstü bir özgürleşme ve bilgeleşme yoludur. Medyatik bayağılıkla ve insanın yadsınmasıyla sıradanlaşan bu dünyada, Hıristiyanlık varoluşun bütünselliğine, her birimizin içinde bulunan tanrısallığı su yüzüne çıkartmakla oluşan gerçek özgürlüğe doğru bir yürüyüştür. İnanç yolunda yürüyen kişi, kelebek avcısı gibi bir şuraya, bir buraya hoplaya zıplaya mutluluk peşinde koşmaz ama hayatının her ânında

————

¹.  Etoloji. hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalıdır. (Ç.N.)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Çoluk Çocuk

Editor

Ölümüne Sev Beni

Editor

Mark Helprin – Kış Masalı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası