Ayşe Kulin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal altındaki İsianbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor bu kez. Son Maliye Nazırı ve ailesi aracılığıyla o dönemin resmini çizen Veda, çökmekte olan bir tarih ile yeni bir gelecek arayan Milliciler arasında sıkışan o dönem Osmanlı aydınının da öyküsünü dile getiriyor.
Ayşe Kulin’in her zamanki ustalıklı ve sürükleyici üslubu ile okurlarının elinden bırakamayacakları bir kitap bu. Günümüz Türk edebiyatında neredeyse eşsiz olan, biyografik veriler ile roman tekniğini birleştirmekteki ustalığını bir kez daha sergileyen Kulin, bu kez bir İstanbul öyküsü ile bir imparatorluk tarihini birlikte ele alıyor.
***
ESİR ŞEHİRDE BİR KONAK
Kar, mevsimi geçtikten sonra yağdı mıydı, haşmetini kaybederdi. Uzun ve zorlu bir kışın sonunda, çiçeklerin açması beklenirken zamansız gelen kar, İstanbul’u sedef rengi bir masal şehre dönüştüreceğine, çamurlu yolların ve boyası aşınmış ahşap evlerin üzerinde toz şekeri serpiştirilmiş gibi eğreti duruyordu. Ayazdan kızarmış suratı ve donmuş elleriyle, iki atın çektiği faytonu hızla süren arabacı, Beyazıt semtinde, denize inen ikinci sokağın başına gelince dizginlere asıldı. Araba birkaç metre sürüklenip durdu. Ahmet Reşat, yer yer buzlanmış sokakta nalların kaydığını bildiğinden, atlara eziyet olmasın diye sokağın başında inmeyi tercih etmişti. Faytondan atladı, arabacının parasını ödedi, sokağa saptı, serpiştiren karda düşmemek için dikkatli ve yavaş yürüdü. Az sonra sabah ezanı okunacaktı. Reşat Bey, saatler süren ve artık kimsede değil konuşacak, düşünecek hal kalmadığı için yine bir sonuca varamadan sona erdirilen toplantıdan dolayı bitkindi. Sokağın ortalarında, yürüdüğü istikametin sağ tarafını tutan evinin önünde, içeri girmeden bir an durdu. İçinden karısının derin bir uykuda olmasını diledi, çünkü toplantının neden bu saatlere sarktığının hesabını vermeye mecali yoktu. Bahçe kapısı parmaklarını dokundurmasıyla açılıverdi.
“Sabah şerifleriniz hayrolsun efendim,” dedi Hüsnü Efendi.
“Bu saatte kapının önünde işin ne Hüsnü Efendi? Beni beklemeyin diye tembih etmedim miydi hepinize?”
“Namaza kalkacaktım zati. Pencereden gördüm geldiğinizi. Yorgunsunuz beyim.”
“Olmaz mıyım. Kaç gündür uykuya hasretiz. Allah sonumuzu hayretsin.”
“Amin.”
Ahmet Reşat, önünden çekilmeyen ve gözlerini gözlerinden ayırmayan kahyaya anlayışla baktı.
“Kötü bir haber yok, Hüsnü Efendi, her zamanki işler tuttu beni bu saatlere kadar. Git kıl namazını haydi.”
Hüsnü önden koşturup konağın kapısını açtı. Ahmet Reşat, eve girer girmez burnuna çarpan keskin lizol kokusundan yüksünerek yüzünü buruşturdu, kapının yakınındaki iskemleye çöküp ayakkabılarını çıkardı, fesini kavukluğa, redingotunu Hüsnü’nün kollarına bırakıp, çoraplarıyla selamlığa girdi. Camın önündeki sedirde bir-iki saat kestirebilme umuduyla, alnı ellerinin üzerinde, yüzükoyun uzandı. Başı çatlarcasına ağrıyordu. Bütün bir gün ve gece boyunca konuşulanları, yaşananları unutarak, gevşemeye çalıştı. Mahir ona, böyle durumlarda, kafasını boşaltıp, içine derin nefesler çekmesini salık vermişti. Derin bir nefes aldı, içinde bir süre tutup yavaşça verdi… Bir daha… Bir daha… Gerçekten de iyi geldi arkadaşının tavsiyesi, gevşedi, esnedi, uykuya kendini bırakmadan önce sırtüstü döndü, sedire uzanırken yere bıraktığı köşe yastığını alıp başının altına koydu, içi geçer gibi oldu. Tam dalmıştı ki, teyzesinin sigaradan çatallaşmış sesiyle irkildi.
“Evinde ağır hastası olan insan bu saate kadar dışarıda kalır mı Reşat Bey oğlum?”
Yattığı yerden toparlanıp otururken söylendi: “Bu saate kadar dışarıda kalmamız keyfimizden değil, teyzanım.”
“Ne işiymiş böyle sabahlara kadar?”
“Tcyzeciğim, durumları bilmiyor değilsiniz. Niye böyle konuşursunuz?”
“Devlet işi gündüz gözüyle yapılır oğlum. Geceler ibadet ve uyku içindir. Büyükbabalarının da mevkileri seniııkindcn aşağı değildi ama gece hep evlerinde uyurlardı, Reşat Bey.”
“Ne kadar şanslıymışlar ki onların memleketi işgal altında değilmiş, teyzanım.”
“Var mı, yok mu bu işgal! Olmuş işte. Olmuşla ölmüşe çare yoktur, oğlum. Ama bak, yeğenin henüz ölmedi. Sen memleketini bırak, Kemalimi düşün biraz da! Dün gece yine sabaha kadar öksürdü. Kan kusması yakındır. Bir hastaneye gitmesi lazım. Hemen bugün.”
“İyileşmişti hani? Mübalağa ediyor olmayasınız?”
“Bana inanmıyor musun Reşat? Kaç gecedir öksürüğü mahalleyi tutuyor ama sen burada değilsin ki duyasın! Günlerdir seni yakalamaya çalışıyorum oğlum, Kemal’in şurubu bitmek üzere, kömürümüz de çok az kaldı. Evi doğru dürüst ısıtamıyoruz.”
“Şurubu yarın Pera eczanelerinde aratırım. Bizim tarafta baktırttım, bulamadılar. Kömüre gelince, teyze, Saray’da bile kömür sıkıntısı çekiliyor. Odun yakacaksınız.”
“Odun da bulunmuyor ki. Halbuki Kemal’in katını iyi ısıtmamız lazım.”
“Arka bahçedeki ağaçları kessin bahçıvan.”
Ahmet Reşat kalktı sedirden, başında dikilen teyzesinin sırtını okşadı, “Gidip bakayım Kemal’e teyzeciğim,” dedi.
“Senin bakman yetmez. Onu al hastaneye götür.”
“Biliyorsunuz ki bu imkânsız.”
“Nedenmiş?”
“Anında tevkif edilir de ondan. Kemal’in resmi aylarca duvarlarda kaldı, hemen tanırlar.”
“Benim torunum vatan haini mi? Hangi biriniz gitti de dondu o bembeyaz cehennemde? Hanginiz savaştı vatanı için? O hain, sen kahramansın, öyle mi?”
“Ben kahraman değilim ama zabıta tarafından da aranmıyorum.”
“Onu aratan hükümet düşmedi miydi geçenlerde? İrade mi kaldı mecliste ki bu kadar korkmaktasın?”
“Hükümetler gelir gider ama irade tahtında oturuyor teyzeciğim. Kemalinizin başını isteyen de o zaten. Daha doğrusu onun kayınbiraderi.”
“Ben anlamam. Kemal’in bir hastanede müşahade altına alınması lazım.”
“Bakın teyzanım, onu benden gizli eve aldınız, hasta hasta sokaklarda kalmasın diye hatırınız için buna göz yumdum. Şimdi de benden ailemi tehlikeye atacak şeyleri istemeyin. Verem de olsa, hastanenin yapabileceği şey, muntazam bakım ve ilaçtır. Kemal’e evde sayenizde iyi bakılıyor. Mehpare gece gündüz demeden başında duruyor. İlaçlarını bulmaya gayret ediyoruz. Bu bahsi burada kapatalım ve bir daha hiç açmayalım. Lütfen teyze!”
“Hain Reşat!”
Kadın hışımla çıktı odadan, merdivenlere doğru yürüdü. Teyzesi gidince Ahmet Reşat sedire çöktü, yeniden ağrımaya başlayan başını ellerinin arasına alıp çaresizlik içinde kalakaldı.
Dermansız dertlerle dört bir yandan kuşatılmıştı Ahmet Reşat. Polisten sakladığı yeğenini tedaviye götüremiyor, konağa yakın dostu Mahir’in dışında doktor çağıramıyordu. Kemal’i evinde sakladığı duyulursa, o saniye sürülürdü. Kimse ne gözünün yaşına, ne de devleti için yıllardır akıttığı emeğe ve vekâleten üstlendiği mevkiye bakardı. Ahmet Reşat, hiç laf anlamayan yaşlı teyzesiyle, çocuklarına verem bulaşacağı korkusundan dırdırı bitip tükenmeyen karısının arasında bunalıyordu. Her iki kadın da değişik nedenlerle Kemal’i hastaneye göndermek istiyorlardı. Kemal evde iyileşemiyordu. Sarıkamış macerası hem bedeninde, hem de ruhunda onulmaz yaralar açmıştı. Ahmet Reşat’ın gözlerinin önünde eriyen yeğeni, siyasi suçluydu. Önce İttihatçılara taraf olduğu, sonra da onlara sırt çevirdiği için, hem İttihatçıların, hem de karşıtlarının nezdinde sapına kadar suçluydu, kerata. Hürriyet âşığı Kemal’in İttihatçılarla arasındaki derin uçurum çabuk açılmıştı ama adını İttihatçıya çıkartmıştı bir kere. Hatta Ahmet Reşat’ın kulağına, çalışma arkadaşlarının aralarında “İttihatçı Kemal”i kısaltarak, “Bizim Reşat’ın it Kemal’i” diye dalga geçtikleri bile çalınmıştı.
Dayısı küçük düşürülmeyi ne kadar hak etmiyorsa, Kemal de “it”Iiği o kadar hak ediyordu. Liseye başladığı günden itibaren başı beladan kurtulmamıştı. Jön Türklükten Masonluğa dek her türlü belaya bulaşmaya yemin etmiş gibiydi. Eli kalem tutuyor, yazılarını Saray’ın gözünde hiç makbul olmayan dergilerde yayınlatıyor ve muhalif yazarlarla düşüp kalkıyordu.
İttihatçılar memleket idaresini ele geçirdiklerinde, Kemal önce çok memnun olmuş, kısa süre sonra da onlarla fikir ayrılığına düşüp baş düşmanları kesilmişti. O kadar ki, İttihatçılardan uzak kalmak için Sarıkamış’a gönüllü gitmeyi tercih etmişti. Hiç olmazsa, gözünün önünde yapılmakta olan vahim hatalardan uzakta, Ruslarla savaşırdı. Vatanı için faydalı bir şey yapmış olurdu.
Yola çıkarken, o da binlerce asker gibi, nasıl bir cehenneme gitmekte olduğunun farkında değildi. Sarıkamış’a İstanbul’dan gidenler, Haydarpaşa Garı’ndan dualarla, marşlarla, umurla uğurlanmışlardı. Zaferleri için kurbanlar kesilmiş, dualar edilmiş, adaklar adanmış, arkalarından mendiller sallanmıştı.
Uzun sürmemişti işin keyifli ve şerefli yanı. Anadolu’nun bir ucundan öteki ucuna, önce vagonları tıklım tıkış dolu bir trende, sonra da buz gibi havada at arabalarında sürdürülen eziyetli ve uzun bir yolculuk yapmışlardı. Nihayet menzile ulaştıklarında, acı hakikat, beyazlar giyinmiş bir cellat gibi dikilmişti karşılarına. Cehennem, alev kırmızısı ve yakıcı olmalıydı. Oysa, onları bekleyen cehennem, bembeyaz ve dondurucuydu. O kadar dondurucuydu ki, erlerin elleri, ayakları, yüzleri yanıyordu soğuktan. Tıpkı ateşe değmiş gibi, yanık yaraları açılıyordu soğukla temas eden tenlerinde.
Sarıkamış faciasından paçayı kurtarabilenlerin sayısı pek azdı. Kemal’in ölüm haberini bekleyen ev halkı önce esir düştüğü haberini almış, dokuz ay sonra da genç adamı insanlıktan çıkmış bir halde, bahçe kapısına yığılmış halde bulmuşlardı. Kemal’in perişan bedenini yeniden sağlığına kavuşturmak sabır işiydi, aylarca hastanede, bir yıl boyunca evde tedavi etmişlerdi ama ruhunu sağlığa kavuşturmaya sabır da yetmemişti anlaşılan.
Ahmet Reşat, düşüncelerini ve eylemlerini tasvip etmediği yeğenini, Sarıkamış’ta çektiği acılar yüzünden bağışlatmaya çalışmıştı. Allah canını bağışlayıp onu ailesine geri yolladığına göre, acaba Saray da affetmez miydi hatalarından ders almış ve tövbekar olmuş bu genç adamı? Kemal tahsilliydi. Lisan biliyordu. Dünya görmüşlüğü vardı. Eli kalem tutuyordu. Bir mütercimlik işinde mesela, pekâlâ işe yarayabilirdi. Ahmet Reşat, Saray’daki ilişkilerini ve itibarını kullanarak, yeğeninin paçasını kurtarmayı başarmıştı ama, heyhat!
Kemal, çektiklerinden hiç ders almamış olmalı ki, bu kez de gönlü Millicilere kaymıştı. Dayısı, sadrazama kadar çıkıp, yeğeni adına af dileyip özür beyan ederken, o, Vakit ve Akşam gazetelerinde hükümet aleyhine atıp tutan yazılar yayımlatıyordu. Saray, imzasını bile değiştirmeye gerek görmeden gazetelerde boy gösteren bu sersem için sonunda tutuklama emri çıkartmıştı.
Ne hali varsa görsün diyerek, yeğenini evden atmıştı Reşat Bey.
Saraylıhanım’ın, torununu tekrar hastalanınca gizlice eve aldığını ve tavan arasındaki hizmetkarlar bölümünde saklamakta olduğunu öğrendiğinde öfkeden deliye dönmüştü. En çok da gerçeği kendinden saklayan karısına kızmıştı. Teyzesinin evdekileri diller dökerek, rüşvetler vererek ve hatta tehditler savurarak nasıl kandırmış olabileceğini tahmin ediyordu ama Behice’nin bunlara papuç bırakmamasını beklerdi. Karısının gözyaşları dökerek anlattığı gibi, samimi bir acıma hissiyle ve ilerde kendini genç adamın ölümünden sorumlu tutmamak için mi, yoksa padişahın Çerkez asıllı analıklarından birinin vaktiyle teyzesine hediye ettiği o çok değerli elmas broşun sahibi olmak için mi bu kumpasa dahil olduğuna karar verememişti. Çünkü teyzesinin rüşvet vermekte ne kadar becerikli olduğunu da, karısının mücevherata düşkünlüğünü de iyi bilirdi. Her şeye rağmen, vicdanı hasta yeğenini sokağa atmaya elvermemiş, iyileşene kadar çatı katında saklanmasına müsaade etmişti.
Ahmet Reşat’ın, ailesinin diğer fertleriyle de bağları nerdeyse kopma noktasındaydı. Kızlarının yüzünü haftalar var ki göremiyor, karısıyla bir çift laf edecek zamanı bulamıyordu. Ev halkının dertlerine, meselelerine o kadar uzak kalmıştı ki, sanki o konakta değil de başka bir şehirde yaşıyordu. Evine herkes uykudayken dönüyor, kimse uyanmadan, sabahın karanlığında çıkıp işine gidiyordu.
Derin bir iç geçirdi Ahmet Reşat. Bunlar evin içindeki meselelerdi. Ya hiçbir çare bulunamayan memleketin kargaşası, Osmanlı halkının bitmeyen acıları?
Nerdeyse iki yıldır işgal altındaydı şehir. Mondros Ateşkesi’ni İngiltere adına imzalayan Amiral Calthrope, Osmanlıların temsilcisi Rauf Bey’e İstanbul’a asker sokmayacaklarına dair söz vermiş fakat sözünde durmamıştı.
İşgalciler, elli beş parçadan oluşan donanmalarıyla, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” diye alaya alınan uğursuz üçlünün, yani İttihat ve Terakki’nin liderleri Enver, Talat ve Cemal paşaların gizlice yurtdışına kaçışlarının dokuzuncu gününde gelmişlerdi İstanbul Boğazı’na.
Hiç vakit kaybetmeden karaya asker çıkarmaya başlamışlardı.
Boğaz’da, Anadolu yakasının yukarı bölgelerine Yunan birlikleri yerleşmişti. Haydarpaşa’dan itibaren demiryolu güzergahını da boylu boyunca İngilizler tutmuştu.
Rumlar ellerinde Yunan bayraklarıyla gemilerin karşısında taşkın sevinç gösterilerinde bulunmuşlardı. Zavallı İstanbullular ayrıca bir de şubat ayında, beyaz atının üzerinde muzaffer bir fatih edasıyla kasıla kasıla, azınlıkların alkışları ve sevinç çığlıkları arasında Cadde-i Kebir’i* baştan başa geçen Fransız komutanının, alayiş ve tantanasına katlanmak zorunda kalmışlardı.
Osmanlı Devleti uzun yıllara yayılan hatalarının bedelini çok ağır şartlarla ödemeye başlamıştı. İstanbul’un Hıristiyan azınlıkları, yüzyılların öcünü almak istercesine işgalcilerle işbirliği yapıyor, Müslümanları her fırsatta ihbar ediyor, yer yer baş gösteren direniş hareketleri, işgalci güçler tarafından hemen cezalandırılıyor, direnenlere merkez ve karakollarda korkunç işkenceler yapılıyordu. Müslüman İstanbullular, ezik, bitkin ve perişandılar. Çektikleri yetmezmiş gibi, Senegalli askerlerin taşkınlıkları halk arasında abartılarak anlatılıyor, ortalıkta azınlıkların Müslümanlara eza ettikleri ve kadınların peçelerini parçaladıkları rivayetleri dolaşıyor, maneviyatlar da ayrıca perişan ediliyordu.
Bu söylentilerin çoğu safsata olabilirdi ama dayanılması zor gerçekler de vardı. Bazı evler zorla sahiplerinden alınıyor, kibirli ve küstah İngilizler, sadece halkı değil, devletin memurlarını, mebuslarını ve nazırlarını da aşağılamaktan ve hırpalamaktan çekinmiyorlardı. İşgal dönemlerinde arka arkaya sadrazamlık yapan Ali Rıza, Salih Hulusi ve Tevfik paşalar, Ateşkes Antlaşması’nın hükümlerine üstü kapalı da olsa direniş göstermiş oldukları için, İngiliz baskısıyla makamlarından edilmişlerdi. Sıradan halk arasında bile sataşmalar başlamıştı. On beş gün kadar önce, Reşat Bey’in konağına ziyarete gelen akrabaları Dilruba Hanım tramvayda otururken, “Sizler kâfi oturdunuz, kalkiniz hanim, oturma sirasi bizdedir,” diye omzunu dürtükleyen bir madama tarafından verinden kaldırılmış, gözyaşları içinde kendini bir sonraki durakta aşağı atan kadıncağız, Karaköy’den Beyazıt’a yürüyerek gitmişti.
Tüm bunlara rağmen bazıları işgale direnmeye azimliydiler. Ankara’da bir hükümet kurulmuş ve varlığı Avrupa devletlerine resmen ilan edilmişti.
Gerçi İstanbul Hükümeti, Ankara’da kurulan hükümetin başkanı Mustafa Kemal için idam kararı çıkartmış, padişah da bu kararı imzalamıştı ama kimse Ankara’ya gidip Mustafa Kemal’i tutuklamaya cesaret edemiyordu. Hatta kabinedeki pek çok nazır açıkça söylemese bile, Ankara’daki Millicilerin başarısını için için temenni etmekteydiler.
İyi de, hangi silahla, hangi askerle, Allah bilir, diye düşündü Ahmet Reşat. Sekiz yıldan beri bin bir cephede savaşan yorgun, aç ve çıplak askerlerle, bazı maceraperestler sadece İstanbul’u
————
* Beyoğlu.