Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi…
Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek geçirmiştir. Bu yüzden Margo tıpkı bir ninja gibi giyinmiş halde penceresine tırmanıp zekice planladığı intikam savaşına onu davet edince Quentin, Margo’nun peşine düşer.
Genç kızla sabaha kadar ortalığı karıştırdıktan sonra okula giden Quentin, her zaman bilinmezlerle dolu olan Margo’nun artık tam bir gizeme dönüştüğünü keşfedecektir. Fakat kısa süre sonra ipuçları olduğunu ve bunların kendisi için bırakıldığını fark eder. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen ipuçlarının peşinde inatla ilerlemesine rağmen Quentin, Margo’ya ne kadar yaklaşırsa, tanıdığını sandığı kızdan o kadar uzaklaştığını görecektir…
“Hem kahkaha attıracak kadar komik hem de gerçekten dokunaklı.”
-Kliatt-
“Green’in kalemi hayret verici… Bir şeyin nasıl hissettirdiğini, göründüğünü, etkilediğini sayfa sayfa belgeliyor. Büyüleyici, zekice kurgulanmış ve fazlasıyla duygusal.”
-School Library Journal-
“Green sadece sıradışı bir zekâya sahip değil, aynı zamanda derinlemesine düşünen ve duygusal biri. Ayrıca muhteşem üslubu, eğlenceli ve aydınlatıcı metinleriyle mükemmel bir uyum içinde.”
-Booklist-
“Printz ödüllü Green ne yapması gerektiğini iyi biliyor; derin ve zeki bir oğlan ile bu oğlanın sevgisini, okurları tatmin edecek bir üslupla sunuyor: İçten ve gerçekten komik diyaloglar, iç içe geçmiş ancak inandırıcı bir gizem ve tadından yenmeyen yan karakterler.”
-Kirkus Reviews-
“Keyifli, zekâ dolu diyaloglar ve insanı şaşırtacak derinlikte bir sezgi yeteneği… Gerçekten etkileyici bir kitap.”
-VOYA-
***
GİRİŞ
Anladığım kadarıyla, herkesin payına bir mucize düşüyor. Mesela muhtemelen bana asla yıldırım çarpmayacak ya da Nobel Ödülü alamayacağım ya da Pasifik adalarındaki küçük bir ulusun diktatörü olmayacağım ya da son evre kulak kanserine yakalanmayacağım ya da bir anda delirmeyeceğim. Ama bütün ihtimal dışı şeyleri düşünürseniz, en azından biri muhtemelen her birimizin başına gelecektir. Gökten kurbağa yağdığım görebilirdim. Mars’a ayak basabilirdim. Bir balina tarafından yenebilirdim. İngiltere Kraliçesi’yle evlenebilirdim ya da denizde aylarca hayatta kalabilirdim. Ama benim mucizem farklıydı. Benim mucizem şuydu: Florida’nın tüm semtlerindeki tüm o evler arasında, kendimi Margo Roth Spiegelman’ın bitişiğinde yaşarken buldum.
Semtimiz Jefferson Park, önceleri bir donanma üssüymüş. Fakat sonra donanma buraya artık gerek duymamış. Böylece araziyi Orlando, Florida vatandaşlarına geri vermiş, onlar da burayı imara açmaya karar vermişler çünkü Florida’nın araziyle yaptığı budur. İlk evlerin yapılmasından hemen sonra, benim ailem ile Margo’nunkiler kapı komşusu olmuşlar. Ben ve Margo da öyle.
Jefferson Park tam bir Pleasantville’di ve donanma üssü olmadan önce, gerçek bir Jefferson’a aitmiş; Dr. Jefferson Jefferson’a. Dr. Jefferson Jefferson’ın Orlando’da adım taşıyan bir okulu ve ayrıca büyük, hayırsever bir vakfı vardır ancak Dr. Jeffereon Jeffersonla ilgili büyüleyici ve inanılmaz ama gerçek” olan şey kendisinin hiçbir şekilde doktor olmamasıdır. O sadece Jefferson Jeflerson adında bir portakal suyu satıcısıymış. Zengin olup güçlenince, mahkemeye gitmiş, “Jefferson” ismini ikinci adı, ilk isminiyse “Dr.” yapmış.
Büyük D. Küçük r. Nokta.
Neyse, Margo ve ben dokuz yaşındaydık. Ebeveynlerimiz arkadaştı, bu nedenle bazen beraber oynardık, çıkmaz sokakların yanından geçerek Jefferson Park’rn kendisine, semtimizin göbeğine doğru bisiklet sürerdik.
Margo, Tanrı’nın yarattığı en olağanüstü güzel yaratık olduğu için, ne zaman gelmek üzere olduğunu duysam gerilirdim. O sabah, beyaz bir şort ve üstünde turuncu pullardan ateş püskürten, yeşil bir ejderhanın resmedildiği pembe bir tişört giyiyordu. Bu tişörtü o zaman ne kadar müthiş bulduğumu açıklamak zor.
Margo her zamanki gibi, bisikleti ayakta, gidonların üzerine doğru eğildiği için kollan kilitlenmiş şekilde sürüyordu, mor spor ayakkabıları bulanık görünüyordu. Martin buram buram tüten günlerinden biriydi. Gökyüzü berraktı ama havanın tadı asitliydi, sanki daha sonra fırtına çıkabilirmiş gibi.
O zamanlar kendimi mucit olarak hayal ediyordum; bisikletlerimizi kilitledikten ve parkın öbür tarafina, oyun alanına doğru kısa yürüyüşümüze başladıktan sonra Margo’ya Halkalayıcı adındaki bir icatla ilgili fikrimi anlattım. Halkalayıcı, renkli büyük kayaları yakın bir yörüngeye ateşleyerek, Dünyaca Satürnünkine benzer halkalar kazandıracak devasa bir toptu. (Hâlâ) bunun iyi bir fikir olabileceğini düşünüyorum ama yalan bir yörüngeye kaya parçalan ateşleyebilen bir savaş topu yapmanın oldukça karmaşık olduğu ortaya çıktı.)
Daha önce bu parka o kadar çok gelmiştim ki ayrıntıları aklımda yer etmişti, bu yüzden dünyada bir terslik olduğunu hissetmeye değildi. Bisikletlerimize bindik, Margo’nun önümde gitmesine izin verdim çünkü ağlıyordum ve onun görmesini istemedim. Mor spor ayakkabılarının tabanındaki kam görebiliyordum. Onun kanı. Ölü adam kanı.
Ve sonra kendi evlerimize döndük. Annemle babam 911’i aradı, uzaktan gelen siren seslerini duydum ve itfaiye arabalarım görmek istedim ama annem hayır dedi. Sonra biraz kestirdim.
Annem de babam da terapist, bu da demek oluyor ki gerçekten kahrolası sağlam bir kişiliğim var. Bu nedenle uyandığımda, yaşam döngüsü ve ölümün hayatın bir parçası olduğu ama dokuz yaşında özellikle ilgilenmem gereken bir parçası olmadığı hakkında annemle uzun bir konuşma yaptım ve kendimi daha iyi hissettim. Doğrusu, hiçbir zaman olayla ilgili fazla kaygılanmadım ki bu önemli çünkü hayli fazla kaygılanabiliyorum.
Olay şu: Ölü bir adam buldum. Küçük, sevimli, dokuz yaşındaki ben ve daha küçük, daha sevimli oyun arkadaşım, ağzından kan akan bir adam bulduk ve bu kan biz bisikletle eve giderken onun küçük, sevimli spor ayakkabılarındaydı. Bütün bunlar çok dramatik falandı ama ne olmuş? Adamı tanımıyordum. Tanımadığım insanlar sürekli ölüyordu. Eğer dünyada her korkunç şey olduğunda sinir krizi geçirseydim balataları yakardım.
O gece saat dokuzda odama yatmaya gittim çünkü yatma saatim dokuzdu. Annem beni yatağa soktu, beni sevdiğini söyledi, “Yarın görüşürüz,” dedim, “Yarın görüşürüz,” dedi, sonra ışıklan söndürüp kapıyı neredeyse tamamen kapattı.
Yana döndüğümde, penceremin dışında duran Margo Roth Spiegelman’ı gördüm, yüzü neredeyse pencere teline yapışmıştı. Yataktan kalkıp pencereyi açtım ama Margo’yu pikselleştiren tel aramızda kaldı.
Oldukça ciddi bir şekilde, “Bir araştırma yaptım,” dedi. Çok yakınındaki tel, yüzünü parçalara ayırsa da, küçük bir defter ve silgisinde diş izleri olan bir kalem tuttuğunu görebiliyordum. Notlarına bir göz attı. “Jefferson Adliyesi’nden Bayan Feldman, adamın adının Robert Joyner olduğunu söyledi. Marketin tepesindeki evlerden birinde, Jefferson Caddesi’nde yaşıyormuş, bu yüzden oraya gittim. Bir grup polis memuru vardı, içlerinden biri okul gazetesinde çalışıp çalışmadığımı sordu, okulumuzun gazetesi olmadığını söyledim, o da gazeteci olmadığım sürece her sorumu cevaplayacağını söyledi. Robert Joyner otuz altı yaşındaymış. Avukatmış. Daireye girmeme izin vermezlerdi ama bitişikte Juanita Alvarez diye bir bayan yaşıyor, ben de bir fincan şeker alabilir miyim diye sorup onun dairesine girdim, o da Robert Joyner’m kendisini bir tabancayla Öldürdüğünü söyledi. Sonra neden diye sordum, o da bana boşanmakta olduğunu ve buna üzüldüğünü söyledi.”
Sonra Margo durdu ve ben sadece ona baktım, ay ışığıyla aydınlanmış gri yüzü, pencere telinin örgüsü tarafından binlerce küçük parçaya ayrılmıştı. Büyük, yuvarlak gözleri defteri ile benim aramda gidip geldi. “Birçok insan boşanıyor ama kendini Öldürmüyor,” dedim.
Heyecanlı bir sesle, “Biliyorum,” dedi. “Benim Juanita Alvarez’e söylediğim de buydu. Sonra o dedi ki…” Defterin sayfasını çevirdi. “Bay Joyner sorunluymuş. Ben de bunun ne demek olduğunu sordum, o da bana Bay Joyner için dua etmemizi ve şekeri anneme götürmem gerektiğini söyledi. Sonra şekeri boş vermesini söyledim ve oradan ayrıldım”
Yine karşılık vermedim. Sadece konuşmaya devam etmesini istedim; neredeyse her şeyi biliyor olmanın heyecanıyla dolu olan o küçük ses, başıma önemli bir şey geliyormuş gibi hissettiriyordu. “Sanırım nedenini biliyorum,” dedi Margo.
“Neden?”
“Belki de içindeki tüm ipler kopmuştu,” dedi.
Buna karşılık olarak söyleyecek bir şey düşünürken uzandım ve pencereden çıkarmak için aramızdaki telin kilidine bastım. Teli yere koydum ama Margo bana konuşma fırsatı vermedi. Tekrar oturamadan yüzünü bana doğru kaldırdı ve ‘Tencereyi kapat,” diye fısıldadı. Ben de öyle yaptım. Gideceğini düşündüm ama beni izleyerek orada öylece durdu. Ona el salladım ve gülümsedim ama gözleri arkamdaki bir şeye sabitlenmiş gibiydi, şimdiden yüzündeki kanın çekilmesine neden olan korkunç bir şeye; ben de bakmak için dönemeyecek kadar korkmuştum. Tabii ki arkamda hiçbir şey yoktu… belki ölü adam dışında.
El sallamayı bıraktım. Pencerenin farklı taraflarından birbirimize bakarken, başım onunkiyle aynı hizadaydı. Nasıl bittiğini hatırlamıyorum, ben mi yatağa girdim yoksa o mu? Hafızamda o an bitmiyor. Orada öylece, sonsuza kadar birbirimize bakarak kalıyoruz.
Margo gizemli olayları her zaman sevdi. Ve daha sonra olan her şeyde, gizemli şeyleri belki de o kadar seviyordu ki onlardan biri haline geldi, diye düşünmekten kendimi alamadım.
BİRİNCİ KISIM
İpler
1.
Hayatımın en uzun günü geç saatlerde başladı. O çarşamba sabahı geç uyandım, duşta çok zaman geçirdim ve kahvaltımı annemin minivanının yolcu koltuğunda saat 07:l7de yapmak zorunda.
Genelde beni okula en yakın arkadaşım Ben Starling götürürdü ama Ben, benim için yararsız hale gelerek, okula zamanında git- inişti. Bizim için “zamanında”, okulun başlamasından otuz dakika önceydi çünkü ilk zilden yarım saat öncesi sosyal programımızın en önemli bölümüydü: bando odasına giden yan kapının önünde dikilmek ve yalnızca konuşmak. Arkadaşlarımın çoğu bandodaydı ve okulda boş zamanınım çoğu bando odasının beş metre çevresinde geçerdi. Ama ben bandoda değildim çünkü genellikle gerçek sağırlıkla ilişkili olan ton sağırlığından muzdariptim. Yirmi dakika geç kalacaktım ki bu da teknik olarak, hâlâ ders saatinden on dakika önce orada olacağım anlamına geliyordu.
Annem arabayı sürerken bana dersler, finaller ve baloyla ilgili sorular sordu.
“Baloya inanmıyorum ” diye hatırlattım, bir köşeyi dönerken. G kuvvetine uyum sağlamak için, kahvaltılık gevreğimin açışını ustalıkla ayarladım. Bunu daha önce de yapmıştım.
“Bir arkadaşla gitmenin bir zararı olmaz. Eminim, Cassie Hiney’yi davet edebilirsin.” Olağanüstü talihsiz bir soyadı olmasına rağmen, aslında gayet hoş, güzel ve sevimli olan Cassie Hiney’yi davet edebilirdim.
“Sadece balolan değil, balolardan hoşlanan insanları da sevmiyorum,” diye açıkladım, aslında doğru olmamasına rağmen. Ben, kesinlikle gitmek için deli oluyordu.
Annem okula doğru döndü, kasisten geçerken iki elimle neredeyse boş olan kâseyi tuttum. Son sınıfların park yerine bir göz gezdirdim. Margo Roth Spiegelman’ın gümüş rengi Honda sı her zamanki yerine park edilmişti. Annem arabayı bando odasının dışındaki bir çıkmaza doğru çevirdi ve beni yanağımdan öptü, Ben ve diğer arkadaşlarımın yarım daire şeklinde durduklarını görebiliyordum.
Onlara doğru yürüdüm ve yarım daire hiç çaba harcamadan beni de içine almak için genişledi. Çello çalan ve görünüşe göre Taddy Mac adındaki beyzbol oyuncusuyla çıkarak herkesin ilgisini çeken eski kız arkadaşım Suzie Chung hakkında konuşuyorlardı. Taddy Mac gerçek ismi miydi bilmiyordum. Ama her halükârda Suzie baloya Taddy Mac’le gitmeye karar vermişti. Başka bir kayıp daha.
Karşımda duran Ben, “Dostum,” dedi. Başım salladı ve arkasını döndü. Çemberin dışına çıkarak kapıya doğru onu takip ettim Ergenliğe ulaşmış ama tam anlamıyla girememiş buğday tenli küçük bir yaratık olan Ben beşinci sınıftan, yani ikimiz de başka kimseyi en yakın arkadaş olarak cezbedemeyeceğimizi sonunda kabullendiğimizden bu yana en yakın arkadaşımdı. Bir de Ben çok uğraşıyordu ve bu hoşuma gidiyordu… çoğu zaman.
“Nasılsın?” diye sordum. İçeriye girmiştik, diğerlerinin konuşmaları bizimkinin duyulmasını engelliyordu.
Suratsızca, “Radar baloya gidiyor,” dedi. Radar diğer en yakın arkadaşımızda Ona Radar diyorduk çünkü şu eski televizyon dizisi…