Salman Rushdie’nin bu sürükleyici romanı, kendini, “Ana rahmine düştüğüm andan itibaren, başka bir boyuttan, zaman tünelinden gelen bir ziyaretçi gibi dünyadan ve üzerindeki her şey ve herkesten iki kat hızlı yaşlandım. Ana rahmine düşmemle doğumum arasında dört buçuk ay vardı,” diye tanıtan bir Hintli-Yahudinin ağzından anlatılıyor. Moraes “Mağripli” Zogoiby, Koşin baharat tacirleriyle yeraltı dünyasını yönetenlerin melezi bir soyun son temsilcisi. Rushdie, okurlarını Mağriplinin hikâyesi eşliğinde Hindistan’dan İspanya’ya uzanan bir yolculuğa çıkarırken, bir yandan da Hindistan’ın iç politikasındaki, toplumsal yaşamındaki ve Hint altkıtasındaki değişimleri aktarıyor.
Salman Rushdie, Mağriplinin Son İç Çekişi’nde İspanyol ressam Francisco Pradilla y Ortiz’in 1492’de Granada’nın düşmesiyle ilgili bir tablosunda ele aldığı efsaneden esinlendi. İspanya’daki son Mağripli hükümdar XII. Muhammed, Granada’yı terk etmek zorunda kalınca son bir kez dönüp arkasına bakar ve içini çeker. Bunun üzerine annesi şöyle der: “Erkek gibi müdafaa edemediğin şey için kadın gibi ağlama.”
SALMAN RUSHDIE, on roman, bir kısa öykü derlemesi ve dört ede-biyat dışı yapıtın yazarı ve Mirrorwork adındaki çağdaş Hint edebiyatı antolojisinin iki editöründen biridir. Yazarın Geceyarısı Çocukları adlı romanı 1981’de Booker Ödülü’nü, 1993’te Booker of Bookers ve 2008’de Best of the Booker ödüllerini aldı. Mağriplinin Son İç Çekişi, 1995’te Whitbread Ödülü’nü ve 1996’da Avrupa Birliği Aristeion Ede-biyat Ödülü’nü kazandı. Salman Rushdie, edebiyata yaptığı katkılardan dolayı 2007 yılında “Şövalye” ünvanıyla ödüllendirildi. Ayrıca, İngiltere Kraliyet Edebiyat Derneği üyesidir ve Fransa Kültür Bakanlığı tarafından verilen Commandeur des Arts et des Lettres ünvanına da sahiptir.
BEGÜM KOVULMAZ, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı mezunu. 2000 yılından beri editörlük ve çevirmenlik yapıyor. Susan Son-tag, Oliver Sacks, Angela Carter, George Orwell, Rudyard Kipling gibi yazarları çevirdi.
İçindekiler
I: Bölünmüş Bir Ev 15
II: Malabar Masala 161
III: Bombay Merkez 361
IV: “Mağriplinin Son İç Çekişi” 479
I
BÖLÜNMÜŞ BİR EV
Vasco Miranda’nın, Endülüs dağ köyü Benengeli’deki delilik kalesinin dehşetlerinden kaçışımdan bu yana geçen günlerin sayısını unuttum; canımı kurtarmak için karanlığın örtüsünden faydalanıp firar etmiş, kapıya bir mesaj çivileyip bırakmıştım. O zamandan beri, üzerine yazılar karalanmış başka kâğıt desteleri, savrulan başka çekiçler ve dört parmak uzunluğunda başka çivilerin keskin feryatları eksik olmadı baş döndüren puslu sıcak-ta aç acına aştığım yollardan. Yıllar önce, henüz toy bir âşıkken, sevgilim şöyle demişti muhabbetle: “Ah sen yok musun, Moor, seni tuhaf, kara adam seni – oldum olası tezlerle dolusun fakat bunları çivileyecek bir kapın yoktu asla.” (Hıristiyan olmayan, dindar olduğunu söyleyen Hintli genç kadın, dinsizlikte ayak direten Hintli-Hıristiyan sevgilisine şaka yollu takılmak için Luther’in Wittenberg protestosuyla matrak geçiyordu: Nasıl dolaşıyor öyküler, sonunda hangi ağızlarda buluyorlar kendileri-ni!) Ne yazık ki, söylenenlere kulak misafiri olan annem hemen atılıp yılan gibi sokuvermişti: “Tez mi? Boklu bez diyecektin herhalde.” Evet anne, her konuda olduğu gibi bu konuda da son sözü sen söyledin.
Annem Aurora’yla sevgilim Uma’ya iki süper gücün adını takmıştı bir tanıdığımız: “Amrika” ve “Moskva”. Bir birlerini andırdıkları söylenirdi, ama ben hatlarında hiç-bir yakınlık göremez, onları hiç mi hiç benzetemezdim. İkisi de zamanından çok önce yumdu gözlerini hayata, şimdi uzak bir memleketteyim ben de, ensemde ölümün soluğu, elimde onların öyküsü; kapılara, çitlere, zeytin ağaçlarına mıhlayıp çarmıha gererek son yolculuğumun manzarası boyunca yaydığım öykü – beni işaret eden öykü. Kaçarken bir yandan ipuçlarıyla dolu bir korsan haritasına, üzerindeki X işaretlerinin şahsımdan mürekkep bir hazineyi işaret ettiği korsan haritama çevirdim dünyayı. Peşimdekiler bıraktığım izleri sürüp geldikleri zaman beni şikâyetsiz, soluksuz, hazır bekler bulacaklar. İşte burada duruyorum. Olacağı buydu.
(Duruyorum değil de oturuyorum daha doğrusu. Bu karanlık ormanda – yani bu zeytin dağının tepesinde-ki ağaç kümesinin ortasında, azman bitkilerin örttüğü küçük mezarlığın eğilip yan yatmış, merakla bakan taş-tan haçlarının sorgusu altında, Ultimo Suspiro*(1)benzin istasyonuna giden toprak yolun biraz aşağısında – Vergilius’un rehberliğine, yardımına ihtiyaç duymadan, ömrümün ortasında olmam gerekirken karmaşık nedenler-den dolayı yolun sonunda, takatsizlikten çöküp kalıyorum, kahretsin.)
Evet öyle, hanımlar, çivilenen şeyler çok. Örneğin seren direğine çivilenen renkli flamalar. Yalnız benim (renkli ve gösterişli olmasına rağmen) pek uzun sayılamayacak hayatımın sonunda, çivileyip asacak tezlerim taze bitti. Hayat da çarmıha çivilenmekten pek farklı değil zaten.
* * *
1. (İsp.) Son nefes. (Ç.N.)
İnsan sıfırı tüketmeye yaklaşınca, adım atmaya me-cali kalmayınca, günah çıkarma zamanı gelmiş demektir. İster vasiyet deyin ister (hür) irade – veya yaşamın Son Soluk Salonu. Hayatıma dair hükümleri yollar boyunca bulduğum her yere çiviledikten sonra, cebimde kızıl bir kalenin anahtarlarıyla burada durmamın – daha doğrusu oturmamın nedeni bu işte; nihai teslimiyetten önceki bekleyiş anlarını geçirmek.
Dolayısıyla, son şarkımı söylemenin, olanları ve artık olma ihtimali taşımayanları eğrisiyle doğrusuyla anlatmanın zamanı geldi. Yitirilmiş bir dünyanın ardından son kez iç çekmenin, bir damla gözyaşı dökmenin. Fakat aynı zamanda son bir gösteri yapılacak, nihai, skandallarla do lu bir maval okunacak (elimizde video kayıtları bulunmadığından sözcüklerle yetinmek gerekecek) ve cenaze töreninde gürültülü ağıtlar söylenecek. Bir Mağriplinin öyküsü, sesiyle öfkesiyle tastamam. Dinlemek ister misiniz? Gerçi istemeseniz de anlatılacak ya. Yalnız, başlamadan önce bir ricam olacak, lütfen biberi uzatır mısınız?
–Nasıl yani, efendim?–
Ağaçlar dile geldi şaşkınlıktan. (Sizin yalnızlık ve umutsuzluktan duvarlarla, akılsız süs köpeğinizle, ha-vayla konuştuğunuz hiç olmadı mı kuzum?)
Tekrarlıyorum: Biber, lütfen; çünkü tane karabiber olmasa, şimdi Doğu’da ve Batı’da sona ermekte olan şey hiç başlamayabilirdi. Vasco da Gama’nın uzun direkli yel kenlilerini okyanusun bir ucundan diğer ucuna, Lizbon’ un Belém Kulesi’nden Malabar Sahili’ne getiren karabiberdi: önce Kalikut’a, arkasından kıyı gölünü andıran limanı için Koçin’e. İlk gelen Portekizlinin peşinden İngiliz’le Fransız da yelken açtı, öyle ki, Hindistan’ın Keşfi denen bu dönemde –gerçi gizlenmediğimize göre nasıl bulunup keşfediliyorduk acaba?– “altkıtadan çok, baharat kıtaydık” kıymetli anneciğime göre. “Dünyanın nalet
Hindistan anamızdan ne istediği en baştan belliydi,” der-di annem. “Bir kahpenin yanına uğrar gibi, baharatın ya-kıcı ateşi için geldiler.”
* * *
Köklü bir ailenin gözden düşüp itibarını yitirmiş melez çocuğunun öyküsü benimkisi: Koçin’li Gama-Zo-goiby Hanedanı’nın baharat ticarethanesi ve büyük ser-mayeli şirketine ait milyonların tek erkek vârisi olan be-nim, yani “Moor”1 adıyla bilinen ben Moraes Zogoiby’nin ve hakkım olan hayatın doğal akışından sürgün edilişi-min öyküsü; beni sürgün eden kişi, ülkemizin en tanın-mış çağdaş sanatçılarından biri kabul edilen annemdi – Aurora, kızlık soyadıyla, da Gama; kuşağının en sivri dilli kadınlarından, güzelliği dillere destan annem, men-ziline giren herkese dilindeki yakıcı ateşten payına düşeni dağıtır, çocuklarına bile merhamet etmezdi. “Biz beat-nik, tespih ve çarmıh2 kızlarıyız, damarlarımızda acı kırmızıbiber akar,” derdi. “Kanımdan canımdan olana ayrı-calık, dokunulmazlık yok! Tontonlarım, bilirsiniz insan eti yeriz, kan içmeden sarhoş olmayız biz!”
Goa’lı ressam V. (Vasco) Miranda, “Şeytani Aurora’mızın çocuğu olmak,” demişti bana küçükken, “aslında hakiki, modern bir Lucifer olmak demek. Lucifer’i bili-yorsundur, parlak şafağın oğlu hani.” O dönemde Bom bay’a taşınmıştık ve bu tür süslü laflar Aurora Zogoiby’nin efsanevi salonunun Cennet Bahçesi’nde iltifat kabul edi-liyordu, oysa ben bu sözü kehanet gibi hatırlıyorum; çünkü bir gün gerçekten o muhteşem bahçeden tepetaklak
(İng.) Mağripli. (Ç.N.)
Henry Miller’ın Rosy Crucifixion üçlemesini kastediyor. (Ç.N.)
aşağı atıldım, Cehennem’in başkenti Pandemonium’a yu-varlandım. (Hayatımın doğal akışından sürgün edilince bildiğim her şeyin zıttını sahiplenmekten başka ne şansım vardı? Karşı-natüralizmi kastediyorum, o tersi düz, sayık-lamalı, abuk sabuk günlerin tek gerçek “izm”i. Siz olsanız, sınırların karanlık tarafına sürgün edildiğinizde karanlığı aydınlığa çevirmeye çalışmaz mıydınız? Tam da öyle oldu
– kendi öyküsünden kovulan Moraes Zogoiby, tepetaklak tarihin derinliklerine yuvarlandı.)
–Bütün bunların nedeni biber demek!–
Yalnızca biber değil, kakule, kaju, tarçın, zencefil, fıstık, karanfil; baharatlarla kabuklu yemişler, kahve çekirdeklerini ve aziz çay yaprağını da unutmamak gerek. Gerçi, Aurora’nın sözcükleriyle ifade etmek gerekirse, gerçek değişmiyor: “En baş ve ilkinci neden biberdi – evet evet, ilkinci, neden birinci diyecekmişim? İlk olmanın yanında bir olmak nedir ki?” Genel anlamıyla tarih için doğru olan, bilhassa ailemizin talihi için geçerliydi; Malabar’ın kıymetli Kara Altın’ı karabiber, iğrenç ölçüde zengin ailemin esas ticari stokuydu ve Koçin’in bu en varsıl baharat, yemiş, bakliyat ve çay tacirleri, yüzyıllar-dır sürdürülen bir gelenekten başka hiçbir kanıta sahip olmadıkları halde, Vasco da Gama’nın gayrimeşru torunları olduklarını iddia ediyorlardı… Artık sırlara yer yok dünyamda. Hepsini çivileyip yollara astım.