Boonsboro’daki tarihi otel hem savaşı hem de barışı gördü, el değiştirdi, hatta söylentilere göre periliydi. Şimdiyse Montgomery kardeşler ve onların enteresan anneleri sayesinde büyük bir yenilemeden geçiyor.
Tarihi oteli yenileyen mimar olan Beckett Montgomery’nin sosyal hayatı, pizza yiyip bira içerken işten bahsetmekten ibarettir. Ancak ilgilendiği bir proje daha vardır: On beş yaşından beri öpmeyi beklediği Clare.
Kocasını kaybettikten sonra doğduğu kasabaya geri dönen Clare Brewster, yalnız bir anne olarak üç çocuğunu büyütürken kasabadaki kitapçıyı da işletmektedir. Romantizm için çok az zamanı olan Clare, caddenin karşısında yeniden hayata dönen eski otele yakından bakmak istemektedir… hem binaya hem de bu işin arkasındaki adama. Otelin büyük açılışı yaklaşırken Beckett, Clare için özel bir tur düzenler ve… birdenbire çok özel bir anı paylaşırlar. Bu bir buluşma değildir ama bu kısacık özel an yepyeni bir şeylerin başlamasına vesile olacak, olağanüstü bir maceranın kapılarını onlara açacaktır.
“Her zaman eğlendiren bir yazar.”
USA Today
“Nora Roberts inanılmaz bir yelpazeye sahip, yetenekli bir anlatıcı.”
Publishers Weekly
“Nora Roberts kendi alanının zirvesinde.”
People Magazine
***
Olabilecek en iyi patron John Reese ve Inn BoonsBoro
çalışanlarına…
*
Kalpteki şarkı ve sessizlik,
Bir kısmı kehanetlere
Ve bir kısmı boş ve çılgın hasretlere
LONGFELLOW
*
BÖLÜM 1
İki yüz yılı aşkın süredir ayakta duran büyük taş duvarlar basit, sağlam ve güçlüydüler. Tepelerdeki ve vadilerdeki madenlerden sökülmüşlerdi. İnsanoğlunun hiç bitmeyen iz bırakma, inşa etme ve yaratma arzusunun kanıtı olarak üst üste dizilmişlerdi.
Bu iki yüz yıl boyunca, insanoğlu taşa tuğla eklemiş, tahta ve cam katmıştı. Zamana, ihtiyaçlarına ve zevklerine uyması için büyük ve gelişmiş duvarlar yapmışlardı. Bu dönüşüm süresince pek çok yolun kesişimindeki taş duvarlı ev, küçük yerleşkenin bir kasabaya dönüşmesine ve binaların sürekli artmasına tanık olmuştu.
Toprak yol asfaltlanmış, at arabaları ve faytonların yerini motorlu taşıtlar almıştı. Moda göz açıp kapayana kadar değişmekteydi. Meydandaki köşesinde olduğu gibi kalan ev, bu değişim rüzgârında bir kent simgesi olarak hâlâ ayaktaydı.
Savaşı görmüş, silahlardan çıkan barut kokusunu almıştı. Yaralıların çığlıklarını, çaresizlerin dualarını duymuştu. Kan ve gözyaşını öğrenmişti. Öfke ve neşeyi de bilirdi, doğum ve ölümü de.
Güzel günler görmüş, zor günlere dayanmıştı. El değiştirmiş, farklı amaçlarla kullanılmış ama sonuçta bu taş duvarlar hep ayakta kalmıştı.
Zamanla kapı sundurmalarındaki tahtalar çürümüş, camları kırılmış, sıvası çatlayıp dökülmüştü. Meydan kavşağındaki kırmızı ışıkta bekleyen arabalardaki yolcular, binaya bakıp kırık camlarda tünemiş güvercinleri izlerdi. Binanın eskiden ne için kullanıldığını merak ederlerdi ama sonra yeşil ışık yanar ve yola devam ederken binayı unuturlardı.
Beckett ise biliyordu.
Meydanın karşı köşesinde durdu, ellerini kot pantolonunun cebine sokmuştu. Havada hiç esinti yoktu. Gece de olsa, yazın sıcaklığı kendini hissettiriyordu. Yol boş olduğundan karşıya geçebilirdi fakat o sadece bekledi. Binanın ön tarafı, çatısından aşağıya kadar mavi bir tenteyle sarılmıştı. Bu tente, kış boyunca içerde çalışanların soğuktan etkilenmemesi için gerilmişti. Yazın da güneşi engelliyor ve dış cepheyi kapatıyordu.
Ancak Beckett evin şu an nasıl göründüğünü biliyordu. Restorasyon bittiğinde neye benzeyeceğinden de haberi vardı. Ne de olsa tasarımı yapan kendisi, iki ağabeyi ve annesiydi. Fakat planlarda onun ismi yer alıyordu: Montgomery İnşaat’ın ortağı ve mimarı Beckett’tı.
Karşıya geçti, ayağındaki tenis ayakkabıları asfaltta hiç ses çıkarmıyordu. Saat gecenin üçüydü ve her yer sessizdi. İnşaat iskelelerinin altından geçip binanın yan tarafına yürüdü. St. Paul Caddesi’ndeydi şimdi. Sokak lambalarının ışığında, evin duvarlarının ne kadar güzel göründüğünü fark edince keyiflendi.
Eski görünüyordu. Zaten eski, diye düşündü. Binayı çekici kılan yönlerinden biri de eski olmasıydı. Hatta genç adamın hatırladığı kadarıyla, ilk kez elden geçiyordu.
Binanın arkasına dolandı. Güneşte pişip kızıllaşmış toprağa ve yere döşenmiş çakıllara basarak avluya geçti. Buradaki iskeleler, ikinci ve üçüncü kata kadar yükselmişti. Binanın, şans eseri bulduğu eski fotoğraflarına uygun olarak yaptırdığı çitler bir tele asılmış kurumayı bekliyordu.
Şirketin baş mimarı olan büyük ağabeyi Ryder’ın, bu çitlerin şimdiye kadar dikilmiş olmasını istediğini biliyordu.
Biliyordu, çünkü ailenin ortanca çocuğu Owen, her ikisinin de başının etini yemiş ve restorasyonun her dakikasından, her saniyesinden haberdar olmalarını istemişti. Planlarla, takvimlerle, projeksiyonlarla onları esir almış, Beckett’ın çakılan her çiviyi bilmesini talep etmişti.
Beckett’ın bunu bilmesine ihtiyacı olsa da olmasa da.
Cebindeki anahtarları çıkarırken, binanın ailesi için bir saplantıya dönüştüğünü düşündü. Lobi olması planlanan yere açılan geçici kapıyı araladığında, boğazına bir şey takıldı. Sonra kalbinde ve hatta bacak arasında bir sızı hissetti. Daha önce çalıştıkları hiçbir proje, onu bu kadar esir almamıştı ve bir daha hiçbirinin alabileceğini de sanmıyordu.
Düğmeye bastı ve yerdeki çıplak betonu, bitmemiş duvarları, aletleri, katranlı muşambaları, malzemeleri aydınlatan ışıklar yandı.
İçerisi tahta ve çimento kokuyordu, hafif bir soğan kokusu da almıştı – işçilerden biri öğle yemeğinde yemiş olmalıydı.
Aslında birinci ve ikinci katı incelemek için sabah olmasını ve gün ışığını beklemesi daha iyi olurdu. Bu saatte gelmesi çok saçmaydı, ne de olsa hiçbir şey göremiyordu ve çok yorgundu. Ama karşı koyamamıştı.
Köşeleri henüz kaplanmamış ve boyanmamış kemerin altından geçerken içi ürperdi. El fenerini yakıp evin ön tarafına doğru yürüdü.
Gecenin bir yarısı buraya gelmesinin bir nedeni vardı. Çevredeki çekiç sesleri, testereler, radyolar, konuşmalar kesildiğinde ve evde sadece gölgeler kaldığında, burası çok farklı görünüyordu. Tamamen huzurlu veya durağan bir hal değildi. Öyle bir havası vardı ki Beckett’ın ensesindeki tüyler diken diken oluyordu.
Karşı koyamadığı bir havaydı bu.
İkinci kata geldi ve el fenerinin ışığını etrafta dolaştırdı. Duvara dayanmış kahverengi çantayı gördü. Elbette Owen’ın raporlarına uygundu. Ry ve ekibi, bu kattaki izolasyonu bitirmişti.
Direkt üst kata çıkmayı düşünse de bu katta biraz dolandı. Keskin hatlı kemikli yüzünde bir tebessüm vardı, mavi gözleri gülümsemenin etkisiyle parlıyordu.
“Hadi,” diye söylendi uykulu sesiyle gerideki karanlığa.
Fenerinin ışığını takip ederek ilerlemeye devam etti. Dar kalçalı uzun bir adam olan Beckett, uzun Montgomery bacaklarının çevikliğiyle ilerliyordu. Kahverengi saçlarında, Riley genlerinden gelen – anne tarafı – kestane rengi tutamlar vardı.
Eğer burada oyalanmaya devam ederse, bu gece yatağına hiç kavuşamayacağını düşündü. Üçüncü kata çıktı.
“İşte bahsettiğim bu,” derken gözlerindeki uykusuzluk kaybolmuştu. Yeni örülmüş harçsız duvarın bağlantı yerindeki inşaat bandını eliyle okşadı.
El fenerinin ışığını, elektrik tesisatı için açılmış deliklerde gezdirdi. Eskiden binanın yöneticisinin yaşadığını düşündüğü odaya geçti, su tesisatını ve banyoyu kontrol etti. Evin en büyük ve lüks yeri olacağını tahmin ettiği bu odada daha fazla zaman harcamıştı. Geniş banyoyu ikiye bölen paravana bakarken memnun olduğu belliydi.
Kendi kendine söylendi: “Sen bir dahisin Beck. Şimdi, lütfen evine git artık.”
Merdivenlerden inmeden önce, yorgunluğun ve evle ilgili hayallerinin etkisiyle sersemlemiş bir halde, üçüncü kata bir kez daha göz attı.
İkinci kata indiğinde bir ses duydu, sanki biri mırıldanıyordu. Uzaktan gelen bir kadın sesi gibiydi. Sesten hemen sonra kokuyu da aldı: Hanımeli kokuyordu. Tatlı, yabani ve olgun.
Karnında bir şeyler uçuştu. Aşağıdaki bitmemiş misafir odasına doğru hızla inerken, elindeki fenerin titrememesi için uğraştı. Ses de koku da uzaklaşırken başını sallamakla yetindi.
“Burada olduğunu biliyorum,” dedi kendinden emin bir sesle. Sesi boş odada eko yapıp kendine geri döndü. “Ve sanırım uzun süredir de buradasın. Bu evi yeniden hayata döndüreceğiz. Bunu hak ediyor. Umarım yeni hali hoşuna gider, çünkü beğensen de beğenmesen de bu ev yenilenmek zorunda.”
Bir-iki dakika bekledi. Eve yerleştiğini düşündüğü kişi ya da şeyin ‘bekle ve gör’ moduna geçtiğini hayal ediyordu. Belki bunu hayal etmesi de yorgunluğundandı.
“Neyse,” diye omuzlarını silkti. “Bu ev için elimizden gelenin en iyisini yapacağız ve emin ol bu çok iyi demek.”
Lobiye doğru indi. Biraz önce yaktığı ışığın artık yanmadığını gördü. Beckett tekrar ışığı yaktı ve omuzlarını silkip yine kapattı. Evdeki yabancının onların işine burnunu sokması ilk kez olmuyordu.
“İyi geceler,” diye bağırdı ve kapıyı kilitledi.
Gecenin köründe, trafik lambasının kendisine geçiş izni vermesini beklemeksizin yolun karşısına geçti. Meydanın bir başka köşesi, Vesta Pizza ve Aile Restoranı tarafından işgal edilmişti. Evi ve ofisi bu restoranın üst katındaydı. Binanın arkasındaki otoparka gidip, kamyonetinde bıraktığı çantasını aldı. Sabah sekizden önce biri onu arar ve uyandırırsa telefon edeni öldüreceğine karar verirken merdivenleri çıkmış ve dairesine ulaşmıştı.
Işığı açmaya bile gerek duymadı. Sokak lambasının pencereden giren ışığı, ona gerekli aydınlığı sağlıyordu. Yatağının yanına gelince, soyunurken kıyafetlerinin yere düşmesini umursamadı. Yüzüstü yatağa atladı ve hanımeli kokusunu düşündü.
Sabah yediye beş kala, yerdeki kot pantolonunun cebindeki telefonu çaldı.
“Kahretsin!”
Zorlukla yataktan kalktı ve pantolonunun cebinden telefonunu çıkardı. Kimsenin kendisine cevap vermediğini düşünüyordu ki kulağına götürdüğü şeyin cüzdanı olduğunu fark etti.
“Kahretsin.”
Cüzdanı bırakıp bu sefer telefonu aldı eline.
“Ne istiyorsun?” diye sordu sert ve yorgun bir sesle.
“Sana da günaydın,” diye cevapladı Owen. “Sheetz’den çıkıyorum şu anda. Elimde kahve ve çörekler var. Sabah mesaisine yeni bir kız almışlar. Çok güzel.”
“Seni çekiçle öldürebilirim.”
“O zaman kahve ve çörekten de mahrum kalırsın. İnşaat alanına gidiyorum. Ry çoktan oraya varmıştır. Sabah toplantısı yapacağız.”
“O saat ondaydı.”
“Sana gönderdiğim mesajı okumadın mı?”
“Hangi mesajı? Sadece iki gün yoktum ve bana milyon tane mesaj gönderdin.”
“Toplantıyı yedi on beşe aldığımızı bildiren mesaj. Hadi giyin.” Owen, Beckett’ın cevap bile vermesini beklemeden telefonu kapattı.
“Kahretsin!”
Hızla bir duş alıp giyindi.
Gece toplanmaya başlayan bulutlar, havada sıkıntılı bir sıcaklığa sebep olmuştu. Bu nemli havada dışarı çıkmak, sanki ılık bir nehirde kıyafetle yüzmek gibiydi.
Karşıdan çivileme makinelerinin sesleri yükseliyordu, radyodan müzik sesi geliyordu. Caddeyi geçerken, testere sesi onu karşıladı. İçerde, birinin çılgınca kahkaha attığını duyabiliyordu.
Binanın köşesinden dönerken, arabasını parkeden Owen’ı gördü. Owen’ın kamyoneti yeni yıkanmıştı, pırıl pırıl parlıyordu ama bu, kapının yanındaki çizikleri saklamaya yetmiyordu.
Owen arabadan indi. Kot giymişti ve beyaz tişörtü pantolonun içindeydi. Kot pantolonunun kemerinde, tüm hayatı olan telefonu asılıydı. Owen’ın geceleri bu telefona sarılıp uyuduğunu hayal etti Beckett. Ağabeyinin ayaklarında işçi çizmeleri vardı. Görünen o ki tıraş olacak zamanı bulabilmişti. Beckett bunu kıskandı.
Ağabeyine bir gülüş attığında Beckett, Owen’ın güneş gözlüğünün arkasındaki gözlerinin neşeli ve uyanık olduğunu düşündü.
“Şu kahrolası kahveyi ver artık.”
Owen kahve dükkânından aldığı tepsideki uzun bardaklardan birini alıp Beckett’e uzattı. Bardağın üstünde B yazıyordu.
Beckett ilk yudumunu büyük bir iştahla alıp, “Sabaha karşı üçte buraya geldim,” dedi.
“Neden?”
“Richmond’dan çıktığımda saat ona geliyordu. 95’inci Yol’daki mola yerinde biraz oyalandım. Şimdi sakın bana, çıkmadan önce trafiği kontrol etmem gerektiğini hatırlatma. Sadece çöreğimi ver yeter.”
Owen büyük bir çörek kutusunun kapağını açtı. Açık havada olmalarına rağmen şeker, yağ ve maya kokusunu alabiliyorlardı. Beckett bir çörek alıp yarısını tek lokmada mideye indirdi, üstüne kahvesinden bir yudum daha aldı.
“Çitler güzel görünecek,” dedi Owen, yaptığı işten memnundu. “Harcadığımız zamana ve paraya değecek.” Kamyonetinin arkasındaki torbaları gösterdi. “Üçüncü kattaki duvarların ikinci sıvası bugün yapılacak. Çatıcıların da bakır levhaları bitti. Bu yüzden çatıcılar planladığımız günde bitiremeyebilirler. Malzemeleri gelene kadar arduazla çalışıyorlar.”
Beckett taş kırma makinelerinin sesini kastederek, “Bunu duyabiliyorum,” dedi.
Lobiye doğru giderlerken Owen bilgi vermeye devam ediyordu, Beckett da kahvenin etkisiyle uyanmıştı artık.
Ses düzeyi artarken, genç adam midesine şeker ve kafein girdiği için şükretti. İzolasyonlarla uğraşan birkaç işçiyle selamlaşarak Owen’ı ofislerine kadar takip etti. Şu an ofis olarak kullandıkları bu küçük oda, ileride çamaşırhane olacaktı.
Ryder masaya serdiği planlara bakıyordu. Ayaklarının ucunda, aptal köpeği yatıyordu. Bu köpek, hiç yanından ayrılmazdı.
Çörek kokusunu alan köpek, kuyruğunu sallamaya başladı. Beckett çöreklerden birini ısırıp, kalanını ofisin diğer tarafına fırlattı. Çöreği havada yakalayan hayvanın adı MK idi. Yani Man Kafa.
MK diğer köpekler gibi toplarla ya da sopalarla oynamazdı, bunu gereksiz bulurdu. Onun yerine, tüm ilgisini yemeğe yönlendirmişti. Nerede ne şekilde kendisine yemek sunulsa, müthiş bir ustalıkla ona ulaşıp midesine indirirdi.
Beckett büyük ağabeyine yaklaşırken, “Eğer bir değişiklik daha isteyecek olursan, Owen yerine seni öldürürüm,” dedi.
Ryder homurdandı, elini uzatıp kahvesini istedi. “Bu panel kutusunun yerini değiştirmeliyiz. Mesela şuraya alabiliriz. Böylece buradan gelecek tesisatı da şurada toplayabiliriz,” derken söylediklerini eliyle planlarda gösteriyordu.
Beckett bir çörek daha aldı ve Ryder’ın listelediği diğer değişiklikleri dinlemeye başladı.
Birkaç angarya iş vardı, o kadar. Genç adam bunların iyi sonuç vereceğini düşündü. Ne de olsa Ryder içlerinde bu binayı en çok özümsemiş olan kişiydi. Fakat ne zaman ki Ryder yemek odasının tavanındaki süslemelerden vazgeçmekten bahsetmeye başladı, Beckett söze karıştı.
“O kısım planlardaki gibi kalacak. Süslemeler odanın ruhunda var.”
“Odanın bir ruhu olması gerekmiyor.”
“Bu evdeki bütün odaların bir ruhu olacak. Yemek odasının ruhu da ancak tavan süslemeleriyle sağlanabilir. Tavandaki süslemeler, pencerelerin derinliği, pervazlar ve kemerle uyum halinde olacak.”
Ryder, “Baş belası,” diye homurdanırken çöreklere göz attı. Köpeği yeni bir çörek için havada parende atarken ona da bir parça fırlattı. Hayvan yine çöreği havada yakaladı ve keyifle çiğnedi.
“Richmond nasıldı?”
“Bir daha, bir arkadaşım için iş yapmaya gönüllü olursam beni tokatlayın.”
Ryder, “Memnuniyetle,” derken çöreğinin ardından sırıtıyordu. Koyu kahverengi saçları, boya lekeli beysbol şapkasının altından fışkırıyordu. Gözleri zümrüt yeşiliydi. “O işi yapmaktaki asıl amacının Drew’ın kız kardeşiyle yatmak olduğunu sanıyordum.”
“Motivasyon sağlamadığını söyleyemem.”
“Peki işe yaradı mı?”
“Birkaç hafta önce bir erkek arkadaş bulmuş. Kimse de bunu bana söyleme gereği duymamış. Kızı görmedim bile. Drew’ın misafir odasında kalıp, her akşam karısı Jen ile kavga edişini duymak zorunda kaldım. O yetmezmiş gibi, gün içinde de sürekli Drew’dan, karısının onun hayatını nasıl bir cehenneme çevirdiğini dinledim durdum.”
Kahvesini bitirdi. “Ama yaptığım gölgelik güzel oldu.”
Owen söze karışarak, “Artık geri döndüğüne göre, kütüphanedeki dolaplar için senden yardım isteyebilirim,” dedi.
“Birkaç işi halletmem lazım ama öğleden sonrayı buna ayırabilirim.”
Owen, “Tamamdır,” derken Beckett’a bir dosya uzattı. “Annem, Bast’ın mobilya dükkânına gitti. Bu dosyadaki gibi bir şeyler istiyor. Hangi odada, hangi büyüklükte olacakları yazılı. Çizimleri senin yapmanı istedi.”
“Drew’a gitmeden önce son malzemelerimi kullanmıştım. Alışveriş yapabilir mi?”
“Yarın Carolee Teyze ile buluşacaklar ve kumaşları görecekler. Neyi nerede istediğine yarın karar verecek. Onlara uygun malzemeyi de sen bulacaksın. Üstelik bunu hemen yapmanı bekleyecektir. Acele etmelisin. Ne de olsa, gol atma umuduyla birkaç gün ortadan kayboldun.”
“Üstelik topu taca attın.”
Beckett, “Kapa çeneni Ry,” derken dosyayı koltuk altına aldı. “İşe koyulsam iyi olacak.”
“Yukarı çıkıp bir göz atmak istemez misin?”
“Dün gece gelip biraz gezindim.”
Owen şaşırmıştı. “Sabahın üçünde mi?”
“Evet sabahın üçünde. Güzel görünüyordu.”
İşçilerden biri kapıdan kafasını uzattı. “Beck, Ry, üst kattaki duvarcıların bir sorunu varmış.”
“Şimdi geliyoruz,” diyen Ryder elindeki listeyi Owen’a uzatıp, “Malzemeler. Hemen sipariş verebilirsin. Ön avlunun bir an önce bitmesini istiyorum,” dedi.
“Hallederim. Bu sabah bana tekrar ihtiyacınız olur mu?”
“Takılacak milyon tane çitimiz, kaplanacak metrelerce izolasyonumuz var. Üstelik ikinci katın balkonunu da yerleştirmeliyiz. Sence sana ihtiyacımız olur mu?”
“Sanırım siparişi verdikten sonra aletlerimi alıp buraya gelsem iyi olur.”
Beckett, “Öğleden sonra dükkâna gitmeden önce uğrarım,” derken, eline bir çekiç tutuşturmalarının an meselesi olduğunu bildiğinden hızla oradan çıktı.
Eve geldiğinde kahve makinesinin altına bir fincan yerleştirdi. Suyun ve kahvenin miktarını kontrol etti. Makine kahve taneciklerini öğütürken, Owen’ın tezgâh üstüne bıraktığı zarflara baktı. Birkaçının üstüne not da iliştirmişti. Çiçekleri sulamak için eve geldiğinde posta kutusuyla da ilgilendiğini anlayan Beckett başını salladı. Aslında ondan ya da bir başkasından, kendisine gelen zarflarla ilgilenmesini istememişti ama postaları tezgâhta böyle düzenlenmiş halde bulduğuna da şaşırmamıştı doğrusu.
Owen, lastiğiniz patladığında ya da şehrinize nükleer bomba atıldığında güveneceğiniz tipte bir insandı.
Beckett, Montgomery ailesinin birkaç yıl önce aldığı ve kendi elleriyle tasarımını yaptığı evini seviyordu. Ana caddeye bakan pencerenin önüne, bit pazarından aldığı eski bir çalışma masasını yerleştirmişti. Oturduğu yerden, yaptırdıkları binanın durumunu kontrol edebiliyordu.
Kasabanın biraz dışında bir arazi satın almıştı. Oraya bir ev inşa etmeyi planlıyordu. Çalışmalarına yeni başlamıştı ve çok da ilerlediği söylenemezdi. Nasıl olsa acelesi yoktu. Şu anda, yolun karşısındaki taş bina onu yeterince oyalıyor ve tatmin ediyordu. Vesta’nın üstündeki dairesinden de memnundu. Çalışırken karnı acıksa ya da sadece laflamak istese, alt kattaki restorana inmesi yeterliydi.
Bankaya, berbere, kitapçıya, postaneye ya da güzel bir fincan kahve ile kahvaltı yapabilmek için Crawford’a gitmesi gerektiğinde, arabaya binmesi gerekmiyordu. Her yer yürüme mesafesindeydi. Komşularını tanıyordu, hepsi çevredeki esnaftı. Boonsboro’nun kalbi burada atıyordu. Kasabanın dışına taşınmak için hiç de acelesi yoktu.
Owen’ın kendisine verdiği dosyaya baktı. Hemen orada dosyayı açıp, annesiyle teyzesinin kafasındaki tasarımı görebilirdi fakat önce, halletmesi gereken başka işleri vardı.
Sonraki bir saat boyunca faturalarını ödedi, devam eden işlerle ilgili güncellemeleri yaptı ve Richmond’dayken ertelediği e-postalarını attı.
Sonrasında Ryder’ın çalışma planına göz gezdirdi. Owen, üçünün de çalışma planının her hafta güncellenmesini istiyordu. Birbirleriyle sürekli görüşmeleri ve konuşmaları yeterli gelmiyordu sanki. Bu kadar çok işleri varken, bir araya gelebilmeleri aslında küçük bir mucize sayılabilirdi.
Önündeki kalın ve beyaz dosyayı açtı. İçinde bir sürü kumaş numunesi ve bilgisayardan alınmış krokiler, fotoğraflar, listeler vardı. Her biri oda oda ayrılmıştı. Isıtma ve havalandırma sisteminden bahçe sulama sistemine, lavabolardan klozetlere, avizelerden elektrik düğmelerine kadar her ayrıntı seçilmiş ve onaylanmıştı.
İşe ilk başladıklarında dosya daha da kalın olmalıydı, bu yüzden annesinin seçtiklerini anlaması önemliydi. Her birinin hangi oda için olduğu belli olan kâğıtları yere serdi. Annesi odaları, kullanım amacına göre insanların baş harfleriyle adlandırmıştı. Ryder ve işçiler ise odaları tek tek numaralandırırdı ama ikinci katın arka odalarından biri olan J&R’ı hemen tanıdı. İki ayrı girişi olan şömineli oda Jane ve Rochester* için ayrılmıştı.
Annesi odalara, Beckett’ın çok hoşuna gidecek şekilde, edebiyattan âşık çiftlerin isimlerini vermişti. Bu çiftlerin hepsinin hikâyesinin sonu mutlu olmak zorundaydı. Annesi bütün odalar için bu şekilde romantik isimler seçmiş ama ön tarafa bakan süit odaya ‘Penthouse’ adını layık görmüştü.
Beckett, annesinin istediği yatağa bir göz attı ve tahta kaplamanın Thornfield Hall** konsept renklerine uyacağını düşündü. Teyzesinin, yatağın ayakucuna münasip gördüğü kıvrımlı kanepenin resmine gülümseyerek baktı. Hem teyzesi hem de annesi odanın dolabı konusunda emin olamamıştı. Gardırop ile çekmeceli tuvalet masası seçenekleri için Beckett’e bir liste hazırlamış ve seçimi onun yapmasını istemişlerdi.
Arkadaki ikinci süit odaları, Wesley ve Buttercup*** için hazırlayacağı yatak da belliydi. Annesi, beğendiği modelin altına, büyük harflerle “İŞTE BU!” diye not düşmüştü. Kararlı olduğu belliydi.
Beckett, annesinin düzenlediği diğer listeleri de inceleyip bilgisayarının başına geçti.
Sonraki iki saat boyunca, bilgisayarındaki tasarım programıyla, annesinin istediği parçaları çizdi, açıladı, bilgisayarında oluşturduğu sanal otele yerleştirdi. Arada sırada dosyayı açıp, aklına takılan birkaç ayrıntıyla ilgili annesinin fikirlerine başvuruyordu. Odalarda televizyonların nereye koyulacağı, elektrik prizlerinin rengi, küvetlerin parlaklığı… Artık hepsi hazırdı.
Oluşturduğu dosya ve sanal otel kendisini tatmin edecek kadar güzel olduğunda, e-posta programını açtı ve alıcı kısmına annesinin adını yazarak bunu e-postasına ekledi. Adres hanesine ağabeylerinin e-posta adreslerini yazıp ‘GÖNDER’ tuşuna bastı. Yapacağı sandalyelerin ve resepsiyon masasının en fazla hangi büyüklükte olabileceğine dair bilgileri e-postasına eklemeyi de ihmal etmedi.
Genç adam bir molaya ihtiyacı olduğunu düşündü. Buzlu kahve, hatta buzlu cappucino içmek istiyordu. Yeni Bir Sayfa isimli dükkâna gidip güzel kahveleriyle kendisini ödüllendirmemesi için hiçbir sebep yoktu. Aslında bir kitapçı olan bu yerin kahveleri oldukça iyiydi. Hem biraz yürüyüp, saatlerdir oturmaktan uyuşmuş olan bacaklarını açsa fena olmazdı.
Evindeki kahve makinesinde de cappucino yapabiliyordu ama bu gerçeği şimdilik göz ardı etmeyi tercih etti. Dolapta buzunun olması da önemli değildi. Hatta hava o kadar sıcaktı ki tıraş da olmasa olurdu.
Evinden çıkıp ana caddeye doğru yürüdü. Sherry’nin Güzellik Salonu’nun önünden geçerken, mola vermiş olan Dick’le karşılaştı ve biraz muhabbet etti.
“İnşaat nasıl gidiyor?”
Beckett, “Birkaç iç duvar daha ekledik,” dedi.
“Doğru, kamyonetten taşımalarına yardım etmiştim.”
“Sana da mı maaş versek?”
Dick sırıtarak başını salladı. “O yerin yeniden hayata dönmesi bana yeter.”
“Bana da. Görüşürüz.”
Kitapçının önüne kadar hızlı adımlarla yürüdü ama
————
* Jane Eyre romanının kahramanları.
** Jane Eyre romanında Edward Rochester karakterinin yaşadığı malikâne.
*** Prenses Gelin romanının kahramanları.