Yeni Bir Hediye, Ömer Seyfettin’in ilk kez 1927 yılında Donanma , Dergisinde yayımlanan aşk ve evlilik hayatı ile ilgili bir öyküsü olmaktadır. “Yeni Bir Hediye, Donanma , S. 140-91, 11 T.evvel 1333/11 Ekim 1917, s. 1460-1462”
Ömer Seyfettin’in bu öyküsü diğer bir çok öyküsündeki gibi kendi beğenisini yansıtan balık etli hatta şişman kadın tasviri ile dikkati çekmektedir. Bu öyküsünün kadın kahramanı Cevriye Hanım’da diğer öykülerinde de benzer özellikler taşıyan “gürbüz, şişman, canlı kanlı, genç, dinç bir vücutlu” bir hanımdır.
Yazar , bu öyküsünde mutlu , mesut hatta romantik bir evlilik hayatı tablosu çizerken mehtap altında mesut günler yaşayan bu genç evli çiftin hayatını karartmaya başlayan bir düğün ve bu düğüne alınacak hediye endişesi arkasında beliren geçim darlığı gölgesini göstermiştir.
Yeni Bir Hediye- Ömer Seyfettin
Yemekten kalkalı belki bir saat olmuştu. Karı koca, kahvelerini, her vakitki gibi yalının balkonunda içtiler. İçindeki şeyler silinmiş, süpürülmüş de sonra havaya mıhlanmış gümüş bir tepsiye benzeyen ay, her tarafı aydınlatıyor, dargın denize uzun ve yaldızlı yansımasını bırakıyor; yorgun dağları, ışıksız yalıları, bülbülsüz koruları mor ve serin sisle örtüyordu. Sadi Bey üçüncü sigarasını da bitirdi. Bu, otuz yaşına gelmeden altmışını tamamlamış sıska bir gençti. Orta yaşa gelmeden dökülmeye başlayan saçlarından şimdi, tepesinde tek bir kıl bile yoktu. Kafası ayın ışığıyla bir balkabağı gibi parlıyordu. Gözlerini uzaklara, pek uzaklara dikmişti…
Karısı Cevriye Hanım –kocasına inat– gürbüz, şişman, canlı kanlı, genç, dinç bir vücuttu. Yirmi beş yaşında vardı. Ama o kadar körpe görünüyordu ki… Tanıyanlar hep; “Ancak on dördünde…” yargısını verirlerdi. Hem de şairdi. Kafiye ve milli vezin ona, hayat iksiri gibi tesir ediyor, yeni şiirler okudukça şişiyor, bu yazın dayanılmaz sıcağında Tokatlıyan’ın “framboazlı” dondurmasını yemiş gibi ferahlıyor, iştahı açılıyor, günde on iki defa karnı acıkıyordu.
— Oh ne ulvi manzara! Dedi.
Sadi Bey sesini çıkarmadı. Sanki işitmemişti. Cevriye Hanım kıvrandı. Balkonun kenarını sıktı. Bir elini kalbinin üstüne koydu. Sık sık nefes alıyordu:
— Ah ölüyorum!.. Diye derin derin içini çekti.
Sadi Bey uykudan uyanmış gibi, sersem bir hayretle sordu:
— Niçin karıcığım?
— Teessürden?
— Hangi teessürden?
— Halimi görmüyor musun?
— Görüyorum.
— Ne görüyorsun?
— Çok yemek yedin. Biraz hazımsızlık sıkıntısı…
— Ah, işte erkekler!.. Diye Cevriye Hanım hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Tepiniyor, hayali bir bisikletin görünmeyen tekerleklerini çevirir gibi ayaklarını hareket ettiriyor,
— Ah Sadi! Sen hiç beni anlamadın! Diyordu.
Sadi Bey, gerçekten karısını iyice anlamamıştı. O kadar hassasiyetine, teessür kabiliyetine rağmen, her gün şişmanlıyor, hiç zayıflamıyordu. Sadi Bey, pek maddi, pek ciddi idi. Her şeyi soğukkanlılıkla düşünürdü. Yine öyle iken savaşın başından beri her sene donlarının kemerinden beşer parmak kasılmak mecburiyeti baş gösteriyordu. Otuz dokuz numara yakalık kullanırken, şimdi otuz iki numara yakanın içindeki boynu, İsveç jimnastiğinin en güç hareketlerini bile rahatça yapabilirdi.
Karısı tekrar sordu:
— Bu halim çok yemek yemekten mi?
— Bilmem.
— Bilmiyorsan, ne iftira ediyorsun?
Sadi Bey cevap vermedi. Yine derinlere daldı, gitti. Fakat Cevriye Hanım’ın öfkesi geçmedi. Kocasına ters ters bakarak,
— Sende saksağan kadar duygu yoktur… Dedi. Aklın fikrin hep yemekte… Balıkpazarı çığırtkanı mısın, nesin? Pirinç, bulgur, yağ, peynir fiyatı… Düşün babam, düşün… Sanki senin düşünmenle fiyatlar düşecekmiş gibi… Hâlbuki benim teessürüm ne kadar duygusal, ne kadar ruhsal… Şu havada parlayan aya bakıyorum, bu gülümseyen ay şimdi dünyanın yarısına bakıyor… Kim bilir ne kadar aşk ve alaka tablosu seyrediyor…
Sadi Bey omuzlarını büzerek sinirli bir tavırla.
— Bize ne? Dedi. Ne seyrederse etsin…
Cevriye Hanım, kocasına baktı. Sonra ellerini aya kaldırarak:
— Ey, ilahi çehre! Gülen gözlerinin altında ne kadar hayvanlar bulunduğunu anlıyor musun? Dedi.
Yıldızsız semada yalnız başına bakan ay, “Anlıyorum, anlıyorum…” der gibi sanki daha beter gülümsüyor, hafif bir rüzgâr denizdeki uzun aksini genişletiyordu.
Sadi Bey,
— Benim başkalarının aşklarıyla uğraşacak vaktim yok… Dedi.
Cevriye Hanım cevap verdi:
— Balıkpazarı çığırtkanlarının işleriyle uğraşacak vaktin var ama…
Karı koca birbirlerine baktılar.
Sadi Bey sordu:
— Sen benim ne düşündüğümü biliyor musun?
— Biliyorum.
— Ne?
— Et.
— Hayır.
— Pirinç.
— Hayır.
— Yağ.
— Hayır.
— Bulgur.
— Hayır.
— Eh, öyle ise fasulye.
— Hayır.
— Kuru fasulye.
— Hayır diyorum, hanım.
Cevriye Hanım kocasının başka bir şey düşüneceğine hiç ihtimal vermezdi.
— Şüphesiz bir saattir şairane hayallere dalmamıştın ya?
— Doğru… Şairane değil…
— Ne düşünüyordun, öyleyse sen söyle…
— Ne düşüneceğim? Yeni bir masrafı…
— Ne gibi?
— Bütçemizi altüst edecek bir masraf… Bu ay üçüncü hediyeyi alacağız.
Cevriye Hanım birden anlamadı.
— Ne hediyesi?
— Dayının çocukları sünnet oldular. Yarın akşam davetliyiz… Ne hediye götüreceğiz? Bu ay düğünleri olan iki akrabamıza beşer liralık hediye götürdük.
Cevriye Hanım,
— Mutlaka maddi bir hediye götürmek lazım mı? Dedi. Manevi bir hediye götürelim. Bedava, fakat çok kıymetli bir şey…
— Ne gibi?
— Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.
— Böyle bir maskaralık olmaz.
— Vay, sen şiiri küçük görüyorsun ha…
— Canım… Şey…
— Ne?
— Böyle şey olur mu?
— Niçin?
— Sonra bize…
— Ne diyecekler?
— Deli derler..
Karı koca yarım saat kadar tartıştılar. Her tartışmada olduğu gibi, onların tartışmalarından da hiçbir sonuç çıkmadı. “Fikirlerinin çarpışmasından —adeta hakikat şimşeği söndü.” Ay, onları daha iyi görebilmek için yavaş yavaş, çaktırmadan daha tepeye, göğün ta ortasına çıkıyordu. Cevriye Hanım,
— Boş laflarınla şairane hayallerimi dağıtıyorsun! Diye kocasına darıldı.
Kederinden, gerine gerine yatak odasına çıktı. Balkonda yalnız kalan Sadi Bey, karısının içine fenalık verecek derecede etkili bu ulvi manzara içinde, yarın alacağı hediyeyi düşündü. “Ne alayım? Ne alayım…” diyordu.
İki tane sünnet çocuğu… Birer kol saati alsa… Üçer liradan altı lira… Birer hokka takımı… Beşer liradan on lira. Pigmalyon’da kemik bir kâğıt bıçağının fiyatını sormuş ve tenekeden ürken cesur bir spor beygiri gibi iki adım geriye fırlamıştı… Düşündü, düşündü. Dünyada ucuz bir şey kalmamıştı. Bu ay hediye için on lira mümkün değil veremeyecekti. Ayın sonuna daha on sekiz gün vardı. Gözlerini havadan denize indirdi. Ayın aksi, içinden bir karartı geçiriyordu. Dikkat etti. Bir torpido…
— Havada ay… Denizde ayın aksi… Ayın aksinin içinde de yaldızlı, gümüş köpükler saçarak yürüyen sessiz, kahraman bir torpido… Bir ressam olsa şu manzaraya deli olurdu.
Sadi Bey, böyle düşünürken sanki ressammış gibi deli oldu.
— Buldum! Buldum!… Diye haykırdı.
Karısı henüz uyumamıştı. Yatak odasının penceresinden dağınık saçlı başını çıkardı:
— Ne buldun?
— Alacağımız hediyeyi…
— Ne? Ucuz bir şey mi?
— Hem ucuz, hem pahalı…
— Pahalı… Kaç kuruş? Bin kuruş mu?
— Hayır, bir milyon kuruş…
— Tanesi mi?
— Evet.
— Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerde bulacaksın?
— Bir milyon kuruş kıymetinde, ama tanesi bir liraya…
— O ne?
— Bil bakayım…
— Benimle eğleniyorsun…
— Hayır, vallahi doğru söylüyorum.
— Söyle Allah aşkına ne?
— Söylemem, sen de düşün, bul…
— Söyle diyorum, şimdi kafam dağınık…
— Sende sürati intikal yoktur.
Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.
— Pekâlâ, bende sürati intikal yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sana söylüyorum. Bir milyon kuruş değerinde bir hediye! Fakat alırken bir liraya alacağız. Nedir? Bul…
— Eğleniyorsun benimle…
— Hayır, eğlenmiyorum.
— Yenir mi? Yenmez mi?
— Yenmez be… Bir milyon liralık şey hiç yenir mi?
— Büyük mü, küçük mü?
— El kadar.
Cevriye Hanım, pencereden yarı beline kadar sarkarak balkona atılacakmış gibi kocasına bakıyor, düşünüyor düşünüyor, bir türlü bulamıyordu.
— Yumuşak mı, katı mı?
— Yumuşak, ama pamuk gibi değil. Kâğıt gibi.
— Baş harfini söyle.
— Dal..
Cevriye Hanım “Dal” harfiyle başlayan birçok şey saydı: “Dondurma, davul, dama, def, damızlık koyun, duvar saati, dev aynası, darı, diba, demir, dem çeken güvercin, dikiş makinesi… vs…” O söyledikçe Sadi Bey gülüyor; “Bu milyon kuruş kıymetinde mi?” diye karısını üzüyordu. Cevriye Hanım, bu hediyenin ne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldı ki.. Sonunda cevaben:
— Söyle, nedir, yoksa vallahi kendimi aşağı atarım! diye haykırdı.
Sadi Bey, gülmekten katılıyor, parlak kafası sarsılıyordu.
— Kendini atmaya gerek yok, de ki, “Bende sürati intikal yok!” söyleyeyim.
— Pekâlâ, yok…
Sadi Bey, sandalyesinden kalktı. Meraktan kıvranan karısının yüzüne bakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı.
— Donanma piyangosu be!..dedi.
Ağır bir masraftan birdenbire kurtulan züğürtlere mahsus samimi bir sevinçle ellerini ovuşturarak içeri girdi ve o gece pek rahat bir uyku uyudu.