Sultan Selim’in katliyle başlayıp Yeniçeri ocağının kaldırmasına dek süren olaylar içinde heyecan ve aşk dolu bir adam; Pir Elvan… III. Selim ile Napolyon arasında mektup taşıyan bir ulak, Bektaşiler arasında bir Mevlevi…
Pir Elvan’ın sohbet arkadaşı Melling. Fransız mimar, seyyah, ressam…
Gerçek bilgiler ve gerçek isimlerle nefes kesici bir serüven…
***
Sultan Mahmut bir anda kararsızlaştı. Ateşin gözleri buğulu bir camın ardındaymış gibi bakıyordu. Umur görmüş devletlûlar ve ak sarıklı hocalar, padişahın bu mahzun duruşunun manasını kavramıştı. Sancak-ı şerif çıkar da asiler galip gelirse bu, devletin sonu olur, imparatorluk asilerin eline geçerdi. Bu ağır yükü kimse omuzlayamıyordu. Salona bir anda ölüm sessizliği çöktü. Herkes bu durumu kabullenmiş gibi boynunu bükmüş iken ileri doğru yürüyen dersiam hocası Abdurrahman Efendi’nin ayak sesleri boş kubbede yankılandı.
“Muradımız din ve devletin bekası ise, bu asileri kırar geçiririz, değilse biz de bu din ve devlet ile batıp gideriz. Zillete düşmektense ölüm yeğdir, hünkârım. Hal böyleyken daha ne olma ihtimali vardır?”
Hiddetinden elindeki tespih koptu, taneler mermer zemin üzerinde dağıldı.
“Allah’ın izniyle onları işte böyle dağıtırız. Bu, Allah’ın bir işaretidir, hünkârım.”
Mermer zeminde yuvarlanan taşların sesi kesilince gür sesiyle son sözünü söyledi.
“Kılıç kından çıkmadıkça, kurt sürüsü hizaya girmez, hünkârım!”
***
Pir Elvan… Eski bir yeniçeri… Bektaşi görünümlü bir Mevlevi… Sultan Selim’in sadık eri… Osmanlı’nın en çalkantılı dönemlerinden birinde devletin kaderiyle, ömrünün son demlerine yaklaşmış bu adamınki bir noktada buluşur. Pir Elvan, uğrunda savaştığı Sultan Selim’in katline, devleti arkadan vuran Kabakçı’nın ihanetlerine, günah yuvasına dönen ordunun isyanlarına, halktaki yozlaşmaya ve nihayet kanlı bir kıyımla Yeniçeri Ocağı’nın tarihe karışmasına şahit olur. Esnafı, uleması, devlet erkanı ve artık “Devlet Ocak içindir” diyen yeniçerileri ile İstanbul’un tarih boyunca sahne olduğu en sancılı dönemlerden biri ve sona doğru yaklaşan bir imparatorluğun dayandığı ocağın çürüyüp bitişi, aşk, ölüm ve pişmanlıkla iç içe anlatılıyor.
1
Mayıs 1807
Güneşin turuncuya dönen ışıkları, ahşap evlerin damlarına yenice yüz sürmüştü ki Frenk kulesi dibinden bir doğan havalandı. Zümrüt yeşilinin sardığı tepelerin içine konmuş küçük mesirelikler üzerinden dönerek boğazın balık pulları gibi işveli suları üzerinde süzülmeye başladı.
Akıntı istikametine ters ilerleyen balık sürülerini keskin bakışlarıyla takip ediyordu Ak Sungur. Bir anda parlayıp dağılan ışık kümelerine benzeyen balık sürüleri üzerine dalışa geçip kanatlarının ucunu suya değdirmeden tekrar havalanıyordu. Balık sürülerinden gözlerini aldığında dikkatini çeken ilk şey Baron Hübsch’ün büyük yalısına doğru akan kayıklar oldu. Sahil boyunca Frenk konakları sıra sıra dizilmişlerdi. Temiz ve bakımlıydılar. Duvarlarından taşan erguvanlar yol kenarlarına kadar uzanmıştı. Bahçeleri; hanımeli, gül, yasemin, leylak ve lalelerle süslüydü yalıların. Nur fıskiyesi, elmas dalgası, erimiş dudak, çimen yıldızı… Renk renk laleler yalı bahçelerinden yol kenarlarına taşmıştı.
Baron Hübsch’ün konağı önündeki kayıkhane, bir yandan yanaşmaya çalışan, bir yandan da ayrılan kayıklarla capcanlıydı. Boğaz’ın laciverde çalan suları üzerinde akan kayıklar öylesine narindiler ve öylesine sakin akıyorlardı ki; “vav” harfi üzerinde uzunlu kısalı “elifler” yolculuk yapıyordu sanki.
Frenk hizmetkârlar, yanaşan kayıklardan inmeye çalışan misafirlere yardımcı olmak için koşuşturuyorlardı. Dal budak salmış çınarlar arasından yapraklarını uçsuz bucaksız maviliğe salmış serviler karşı tepenin yamaçlarına saklanmış küçük kiliseyi gölgeliyordu. Ağaçların içinde gizlenmiş olsa da sahil boyu dizilmiş yalılardan daha fâzla dikkat çekiyordu küçük kilise.
Ak Sungur denizin yüzünü bir örtü gibi saran maviliğin üzerinden süzülerek beyaza boyanmış kilisenin de içine gizlendiği zümrüt yeşili tepeye dalışa geçti, ikî metreye yaklaşan kanatlarını her çırpışında ıslık çalar gibi bir ses çıkartıyor, sesi rüzgârı bir yılan gibi kırbaçlıyordu. Sol kanadı üzerine yatarak bir yay çizerek geçti tepeyi. Boğazın ısıl ışıl sularına tekrar döndüğünde kendi gölgesiyle oynaşmaya başladı. Mavi sular bazen uçsuz bucaksız steplere dönüyordu gözlerinin önünde. Gündüz ölümüne sıcağın gece ölümüne soğuğun hüküm sürdüğü lacivert Asya bozkırlarına… Boğaz kıvrıldıkça kıvrılıyor, düzleştikçe kanatlarını rüzgârın serinliğinde dinlendiriyordu.
Defterdar Burnu’nda Frenk yalılarını anımsatan başka bir yalı daha gördü Ak Sungur. Aslında bir yalı mı, küçük bir saray mıydı çok da ayırt edilemiyordu. Bahçesinde cennet kaçkını ince endamlı kızlar kahkahalarla birbirini kovalıyor, küçük su testilerimle birbirlerini ıslatmaya çalışıyorlardı. Birbiri içine girmiş dolambaçlı yollar, yüzlerce rengin harmanlandığı çiçeklerle süslenmişti. Göz alıcı çiçekler arasında koşuşturan genç kızlar yeri göğü yırtan Ak Sungur’un çığlığa kaçışmaya, çığlık atmaya başladılar. Yüreklerini titreten bir korkuyla etrafında toplandıkları kişi Hatice Sultandı. Onun bakışlarında İse korkudan azade bir imrenme vardı. Mavi boşluğun efendisini uzun süre gözleriyle takip etti Hatice Sultan. “Bir zamanlar ” diye söylendi dudakları. “Bir zamanlar böylesine asil ve korkulanda bu devlet… Osmanoğlu’nun sesi, Kızıl Elmadan öküz Nehri’ne kadar insanların yüreklerine işler içlerini titretirdi. Bir zamanlar…” O zamanlara artık ‘bir zamanlar’ diyordu Hatice Sultan. Her sabah bu saatlerde görmeye alıştığı bu yırtıcı, ona sadece Osmanoğlu’nun mazide kalan hatırasını hatırlatmıyordu, O yırtıcının öfkesine gem vuran, ona bir istikamet veren, ona hedef gösteren yeşil sarıklı Türkmenleri de hatırlardı Hatice Sultan. Üzerine gölgesi düşen yınıcıyı gözleriyle takip ederken mazide kalan o büyük ayrılığın acısı yüreğini yaktı. İmparatorluğun en büyük sırrı bu büyük ayrılıkta mı gizliydi? Ceddi Osmanoğlu gerçekten Türkmenlere ihanet etmiş miydi.’
Başağa etrafındaki bostancılara emirler yağdırıyordu. Başağanın birbirini izleyen emirleri arasında kemankeşler yaylan germeye, oklarını yerleştirmeye çalışıyorlardı. Ak Sungur kendisi için yapılan bu hazırlıklara hiç aldırmadan uzaklaştı. Büyükdere Çayırı’nın üstünü bir şemsiye gibi önen ulu çınarı görünce şımarık bir çocuk gibi içi içine sığmaz oldu. Geniş çayırı çevreleyen söğüt ağaçları tiril tirildi. Önce çayıra inmeye niyetlendiyse de bundan vazgeçip çayırı bir şemsiye gibi örten çınarın tepesindeki bir dala kondu. Bir anda binlerce kuş bir bulut kümesi gibi mavi derinliye doğru akmaya başladı. Ak Sungur’un sesi binlerce kuşun sesine karışmış, mavi boşlukta uçuşan küçük noktacıklar arasında kaybolmuştu. Can pazarı birkaç dakika sonra yerini sessizliğe bıraktı. Dal, Ak Sungur’un ağırlığıyla kırılacakmış gibi sallanıyordu.
Karşıda Büyükdere Çayı üzerindeki köprüden hayvanlarıyla geçmeye çalışan köylüleri uzun süre seyretti Ak Sungur. Derenin karşısındaki küçük caminin minaresi söğüt yaprakları arasında zar zor görünüyordu. Bir anda kulakları sağır eden silah sesleriyle havada kanat çırparken buldu kendini. Kanat çırptıkça yükseliyor, yükseldikçe seslerden uzaklaşıyordu. Levent Çiftliği’nde talim yapan Nizamı Cedid askerlerinin silahlarından çıkan seslerdi bunlar.
Uzun kanat çırpışları Kuruçeşme yakınlarına sürükledi onu. Uzun servilerin içine saklanmış küçük köşkün üzerine geldiğinde denizi seyreden Beyhan Sultan’ı gördü. Her zamanki gibi gam denizinde yüzüyordu Beyhan Sultan. Galip Dede’nin tennure içinde yok olan benliği gözbebeklerinde “elif olmuştu.
Küçük yelkenliler, dağılan misketler gibi sağa sola savrularak akıp gitmekteydiler. Küçük yelkenlileri arkasında bırakarak uzaklarda sisler içinde bir hayal perdesine gölge gibi düşmüş olan kuleye doğru kanat çırpmaya başladı Ak Sungur.
Pir Elvan da aynı saatlerde kahvehanenin özel bölmesinden içeri sızan güneşe sırtını vermiş, nargilesinin marpucuyla isteksizce oynuyordu. Büyük oğlu Mehmet, iskelede sırt üstü uzanmış, sarkıttığı ayaklarını yavaş yavaş sallayarak suya daldırıyordu. Suyun verdiği serinlik duygusuyla Boğaz’ın sularından uzaklaşmış, iç dünyasının serinliğinde geliniyordu. Galip ise hışır köz karşısında boncuk boncuk terleyen Süleyman Usta yi seyretmekteydi. Süleyman Usta bir yandan közleri terbiye etmeye çalışıyor bir yandan da gölünün kuyruğuyla çırakların işlerini doğru yapıp yapmadıklarını kontrol ediyordu. Onu eksik yapılan işler kadar rahatsız eden bir şey varsa o da Galip’in karşısına oturup kendisini saatlerce seyretmesi ve her beş dakikada bir aynı isteği yenilemesiydi. Galip bu hareketiyle ustayı canından bezdirip yeniçeri ocağına kaydolmak için babasını ve annesini ikna ermesini istiyordu. Süleyman Usta, Gülîzar’ın hikayesini bildiğinden bu işe karışmamak için ayak diretiyordu ama Galip vazgeçecek, yakasını bırakacak gibi görünmüyordu. Mercan Kahvehanesinin bir de berberi vardı ki küçük seyyar dükkânını çardağın kuytu bir köşesine kurmuştu. Berber İsmail bir ay önce ustalığa geçmiş, peştamal kuşanmış, kimsesi olmayan garip bir Bektaşi’ydi. Kara Tahsin namlı eski bir yeniçeri zorbasının himayesi altındaydı. Günün belli saatlerinde kahvehanede saç sakal tıraşı yapar, akşamları da ağası Kara Tahsin’in yanında âlemden âleme uçardı.
Mercan Kahvehanesi, Galata Kulesi’ne sırtını dönmüş ve boğazın berrak sularına gülümseyen bir cennet kösesiydi. İnce ve küçük kesilmiş taşlarla süslü avizeler tavandan sarkmış, sabah rüzgârının da etkisiyle birbirine çarparak insanı iç âlemine çeken mistik bir fisıltı olarak çardakta dolaşmaktaydı. Duvarlar fars efsanelerini tasvir eden ipek Kirmanşah halılarla kaplanmıştı. Rüstem’in, Turanlılarla cenklerini tasvir eden renkli ve göz alıcı halılar, konusuna göre yan yana öyle dizilmişti ki haftanın belli günleri kahvehaneye gelen hikayeciler bu resimlere bakarak saadetçe hikâyeler anlatırlardı. Fağfuri fincanlar talim sahasına çıkmış askerler gibi yan yana dizilmiş, parlak cezvelerde pişen kahveleri beklemekteydiler. Gümüş leğen ve ibrikler göz alıcı parlaklığıyla dikkatleri emiyordu. Süleyman Usta’nın arkasındaki rafta renk renk şerbetler cam şerbetliklerde tüm albenisiyle dikkat çekiyordu. Nargileler, buhurdanlıklar kapalı çarşının en maharetli ustalarının elinden çıkmıştı. Kahvehanelerin vazgeçilmezi olan kanaryaların ve muhabbet kuşlarının sesleri, makamı belli olmayan bir beste gibi kule dibinden boğazın serin sularına doğru akıyordu. Beşinci ortayı temsil eden nişanların altın tellerle işlendiği kırmızı peşkirleri omuzlarından sarkıtmış kahveci çırakları, sessizce fakat maharetle etrafta dönüyor, çubuk getiren oğlanların ardı sıra köz taşıyan ateş oğlanlar bir ayinde dönen dervişler gibi büyülü bir âlemin kapısını aralıyordu sanki. Bu güzellikler içinde havada uçuşan nargile kokusu… Birbirine karışmış elma, çilek, kayısı kokuları… Hepsinden baskın olan bit koku daha vardı ki o da Pir Elvanın nargilesinden etrafa yayılan tömbekinin kokuşuydu.
Elvan, nargile içmekten sararmış bıyıklarının uçlarını parmak uçlarıyla kıvırıp etrafını saran duman arasında zihninde geçenleri toparlamaya çalışırken oturmak için müsaade isteyen bir sesle uyandı.
“Pirim, müsaade var mıdır?”
Elvan, kalyoncu kıyafeti içinde kendine bakan adama yer göstermek için ayağa kalktı.
“Efendim!”
Sonra şaşkınlığını üzerinden atarak kalyoncuya oturması için yer gösterdi.
…