Roman (Yabancı)

Yenilmez Savaşçı

yenilmez-savasci-karen-marie-moning-epsilon-yayinlariGavrael McIllioch, doğaüstü güçleri olan savaşçıların yetiştiği bir klanda doğmuştu ama adını ve kalesini terk ederek soyunun karanlık kaderinden kaçmaya kararlıydı. Onu avlamaya kafasına koymuş, düşmanları olan acımasız bir klandan saklanıyordu. Önem verdiği insanları ve aşkını asla belli etmeyeceğine yemin ettiği güzel Jillian St. Clair’i korumak için kendine Grimm adını verdi. Jillian’ın babası ona “Jillian için gel” mesajını yolladığında, sevdiği kadını bunca yıl uzaktan uzağa korumaya devam etmiş olsa da hemen yola düştü. Ve böylece kendini, sonunda kazananın Jillian ile evleneceği bir yarışmanın ortasında buldu. O içindeki öfkeli canavarı sakinleştirebilen tek kadındı ama tehlikeli düşmanlar ikisini de yok etmek için planlar yapıyordu…

“Bu kitabı elimden bırakamadım.”
-Rendezvous-

“Kendinizi bu kitabın büyüsüne kaptırın.”
– Romantic Times-

***

BİR KELT EFSANESİ

Efsaneye göre, Berserker’ın1 olağanüstü kuvveti, gözü-pekliği, cinsel gücü ve şeytani zekâsı bir insan ruhu karşılığında satın alınabilir.

Viking Tanrısı Odin, Kuzey İskoçya’nın yüksek tepelerinde gölgelere çekilir ve ona yardım için yakaran bir ölümlünün acı çığlığını duymak için bekler.

Efsane şöyledir; eğer bir ölümlü buna layıksa, tanrıların kutsal nefesi o adamın yüreğine doğru üflenir ve onu yenilmez bir savaşçı kılar.

Kadınlar Berserker’ın eşi benzeri olmayan bir âşık olduğunu kulaktan kulağa fısıldarlar; efsaneye göre onun için yalnızca tek bir gerçek eş vardır. Nasıl bir kurt yalnızca bir kez sever ve sonsuza dek sadık kalırsa, o da öyledir.

İskoçya’nın sarp dağlarını mesken tutan bilge kişiler, Berserker bir kez çağrılıp da bir adamın ruhunu ele geçirdi mi bunun bir daha geri dönüşü olmadığını söyler. Eğer adam, içindeki hayvanın vahşi içgüdüleriyle barışık yaşamayı öğrenemezse, ölüm kaçınılmazdır.

Ölüm, utançla dolu bir hayata yeğdir.

Beowulf

ÖNSÖZ

MALDEBANN KALESİ KUZEY İSKOÇYA 1499

Çığlıklar artık son bulmalıydı.

Bir dakika daha dayanacak gücü yoktu fakat onları kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmeyeceğinin de farkındaydı. Ailesi, halkı, daha bir gün önce yaylalarda beraber at sürdüğü en yakın arkadaşı Arron, annesi… Gerçi annesi apayrı bir hikâyeydi, annesinin ölümü başlarına gelen tüm bu barbarlığın habercisi gibiydi.

Bir korkak olduğu için kendine lanetler okuyarak geri döndü. Eğer onları kurtaramıyorsa ya da onlarla beraber ölemiyorsa, en azından onların başına gelenleri hafızasına kazımalıydı; onlara bu kadarını borçluydu, intikamlarını alacaktı.

Gerekirse her birininkini teker teker.

İntikam ölenleri geri getirmez. Babası bunu ona kaç defa söylemişti? Gavrael bunu söylediğinde babasına inanmıştı, ona güvenmişti. Bu sabah o güçlü, bilge, muhteşem babasını, annesinin bedeni üzerine eğilmiş halde gördüğündeyse bu sözlerin hiçbir anlamı kalmamıştı. Babasının giysileri kan lekeleriyle bezeliydi ve üstünden kan damlayan bir hançeri elinde tutuyordu.

Gavrael McIllioch, Maldebann Lordu’nun tek oğlu, orada Wotan2 Tepesi’ne karşı hareketsizce durdu, dik kayalıklardan aşağı, yüzlerce metre uzaklıktaki Tuluth Kö-yü’ne doğru baktı. Bugünün nasıl olup da bu kadar acıyla dolduğuna hayret etti. Oysa dün çok güzel bir gündü; gelecekte tüm bu verimli arazileri yönetecek olan genç bir delikanlının hissedebileceği kadar coşkuyla doluydu. Sonra, güneşin görünmesiyle birlikte acımasız bir sabah bütün bu hayalleri ve delikanlının kalbini delik deşik etmişti. Babasını, annesinin zalimce doğranmış bedeninin yanında bulduktan sonra, Gavrael gür ormanın içindeki tapınağa doğru kaçtı ve bütün günü öfke ve keder arasında savrularak geçirdi.

Zamanla bu iki duygu da geçti ve yerini tuhaf bir boşluğa bıraktı. Hava kararınca, geldiği yoldan geri dönerek Maldebann Kalesi’ne doğru yürümeye başladı. Babasıyla yüzleşecek ve onu cinayetle itham edecekti; şahit olduklarından ancak böyle bir anlam çıkarabilirdi, tabii çıkarılabilecek bir anlam kaldıysa. Ronin McIllioch’un on dört yaşındaki oğlu, Tuluth Köyü’nün kayalıklarına geldiğinde, kâbusun henüz yeni başladığının farkına vardı. Malde-bann Kalesi işgal altındaydı, köy alevlerle çevrelenmişti ve insanlar alevler arasında çılgınca koşuşturuyorlardı. Ufacık bir oğlan çocuğu bir kulübenin yanından hızla geçip dosdoğru onu bekleyen bir McKane kılıcına doğru ilerlerken, Gavrael yalnızca çaresizce seyredebildi. İrkilerek geri çekildi. Henüz o da bir çocuktu belki ama çocuklar büyüyüp intikam alabilirlerdi. McKane’ler zalimlikleriyle tanınırlardı, ileride yeşerip büyüyebilecek zehirli bir meyvenin tohumlarını hiçbir zaman sağ bırakmazlardı.

Kulübelerin etrafını saran ateşin ışığında, McKane’le-rin onun halkından sayıca çok daha fazla olduğunu gördü. Her bir McIllioch’un karşısına, düşmanın o ayırt edici yeşil-gri renklerinde ekose desenli üniformasına sahip bir düzine adam dikilmişti. Sanki bizim ne zaman hazırlıksız ve savunmasız olacağımızı biliyor gibiydiler, diye düşündü Gav-rael. McIllioch’ların yarısından fazlası bir düğüne katılmak üzere kuzeye gitmişti.

Gavrael on dört yaşında olmaktan nefret ediyordu. Yaşına göre uzun boyuna, kalıplı bedenine ve ileride sahip olacağı sıra dışı kuvvetin habercisi gibi duran geniş omuzlarına karşın, yine de irikıyım McKane’lere rakip olamayacağını biliyordu. Her biri iyi yetiştirilmiş, sağlam vücutlara sahip güçlü savaşçılardı ve saplantılı bir nefretle besleniyorlardı. Doğdukları andan bu yana hiç durmadan eğitim görüyorlardı, tek varlık nedenleri yağmalamak ve öldürmekti. Gavrael onların karşısında, bir ayıya kafa tutan inatçı bir köpek yavrusundan farksızdı. Aşağıda sürüp giden savaşın ortasına dalabilirdi, ne var ki bu onun, biraz önce anlamsız bir şekilde ölen çocukla aynı kaderi paylaşmasını sağlamaktan başka bir işe yaramazdı. Eğer bu gece ölecekse, bu ölümün bir anlamı olacağına dair yemin etti.

Berserker, diye fısıldamıştı sanki rüzgâr. Gavrael kafasını kaldırıp kulak verdi. Bütün dünyasının başına yıkıldığı yetmezmiş gibi şimdi de gaipten sesler duyuyordu. Zihni bu korkunç gün sona ermeden önce onu yarı yolda mı bırakacaktı? Berserker’lar hakkında anlatılanların yalnızca birer efsane olduğunu biliyordu, daha fazlası değillerdi.

Tanrılara yalvar, diye fısıldadı hışırdayan çam ağaçları.

“Evet, tabii,” diye homurdandı Gavrael. Dokuz yaşından bu yana, bu korkutucu öyküyü her dinlediğinde böyle derdi. Berserker diye bir şey yoktu. Bu, yaramaz çocukları korkutup yola getirmek için uydurulmuş bir öyküydü.

Ber… serk… er. Bu kez sesi açıkça seçebiliyordu, onun zihninin bir oyunu olamayacak kadar yüksekti.

Gavrael kendi etrafında döndü ve arkasındaki dev yükseltiye doğru baktı. Wotan Tepesi, dolunayın altında, iri çakılların ve garip bir şekilde yan yana dizilmiş gibi duran taşların oluşturduğu gölgelerle doluydu. Buranın kutsal bir mekân olduğu söylenirdi. Kadim zamanlarda, klanların liderleri burada toplanır ve savaş planları yaparak halklarının kaderlerini tayin ederlerdi. Gencecik bir delikanlıyı şeytani güçlerin varlığına inandırabilecek türden bir yerdi. Dikkatlice dinledi fakat rüzgâr yalnızca onun halkının çığlıklarını taşıyordu.

Pagan hikâyelerinin gerçek olmaması ne kadar da üzücüydü. Efsaneye göre, Berserker’lar gözle görülemeyecek kadar hızlı hareket ederlerdi; ancak size saldırdıklarında onları fark edebilirdiniz. Doğaüstü duyuları vardı: Bir kurt kadar keskin koku alabilir, bir yarasa kadar iyi duyabilirlerdi; kartal gibi gözlere ve yirmi adamın gücüne sahiptiler. Berserker’lar yaklaşık yedi yüzyıl önce, İskoçya toprakları üzerinde yürümüş en gözüpek ve en korkulan savaşçılardı. Onlar, Tanrı Odin’in özenle seçtiği Viking ordusuydu. Efsaneye göre, kolaylıkla bir kurdun ya da bir adamın kılığına bürünebiliyorlardı ve her birinde ayırt edici ortak bir özellik vardı: Meşum bir şekilde, elmas gibi parıldayan mavi gözler.

Berserker, diye hafifçe inledi rüzgâr.

“Berserker diye bir şey yok,” diye gecenin karanlığına doğru yanıt verdi Gavrael. Karşı konulmaz bir gücün hayallerini kuran o saf çocuk değildi artık; ölümsüz ruhunu mutlak güç ve kontrol karşısında sunmaya hazır olan o genç adam değildi. Dahası, onun gözleri koyu kahverengiydi ve hep öyle olagelmişti. Tarih hiçbir zaman kahverengi gözlü bir Berserker’ın öyküsünü yazmamıştı.

Bana seslen.

Gavrael irkildi. Travma geçiren zihni bunu, inkâr edilemez ve karşı konulamaz bir emir gibi duymuştu. Ensesine inen saçları dikleşti, cildi karıncalandı. Berserker çağırma oyunları oynadığı onca yıl boyunca, kendini hiç böylesine tuhaf hissetmemişti. Kanı damarlarında dalgalandı. Onu aynı anda hem cezbeden hem de iten bir uçurumun kenarında sendeliyormuş gibi hissediyordu.

Çığlıklar vadiyi doldurmuştu. O, savaş alanının tepesinde dikilirken, aşağıda olayların seyrini değiştirmek için çırpınan çocuklar biçare bir şekilde ardı ardına can veriyordu. Onları kurtarabilmek için her şeyi yapardı: çalardı, öldürürdü, takas ederdi, satardı – ne olursa.

Sarı buklelere sahip narin bir genç kız son nefesini verirken Gavrael’in gözünden yaşlar boşaldı. O kızcağız için artık ne annesinin şefkatli kolları, ne onunla evlenmek isteyen gürbüz bir delikanlı, ne evlilik, ne de bir bebek hayali olacaktı – bu hayatta alacağı bir tanecik nefes bile kalmamıştı geriye. Kızın elbisesinin önü kanla kaplanırken, Gavrael sadece durup olanları büyülenmiş bir şekilde izleyebiliyordu. Kızın göğsünden fışkıran kan, onu içine çeken kızıl bir girdaba dönüştü, derine ve daha derine çekiliyordu…

İçinde bir şeyler cız etti.

Kafasını geriye doğru attı ve bağırmaya başladı. Ağzından dökülen kelimeler Wotan Tepesi’ndeki kayalara çarparak yankılandı: “Duy beni ey Odin, Berserker’ı çağırıyorum. Ben, Gavrael Roderick Icarus Mclüioch, yaşamımı -dahası ruhumu- intikam için sana sunuyorum. Berserker’a hükmetmek için sana sesleniyorum!”

Usulca esen rüzgâr bir anda sertleşti, yerdeki yaprakları ve tozu havaya doğru savurdu. Gavrael kollarını kaldırıp, havada uçuşan nesnelerden kendini korumak için yüzünün önünde siper etti. Şiddetli rüzgârla baş edemeyen ağaç dalları, gövdelerinden kurtulup onun vücuduna doğru beceriksizce uzatılmış mızraklar gibi çarptılar. Gece vakti gökyüzünde kümelenen kara bulutlar, bir an için ay ışığını gizlediler. Bu gizemli rüzgâr, Wotan Tepesi’ndeki kayaların arasından sertçe geçerek, kısa bir süre için vadinin aşağısından gelen çığlıkları bastırdı. Ansızın baş döndürücü mavi bir ışık çaktı ve Gavrael kendi bedeninde bir farklılık hissetti. Değişmişti.

Dişlerini gıcırdatıp hırladı; içinde, derinlerde bir yerde, geri çevrilemez bir değişime uğradığını biliyordu.

Aşağıdaki savaş alanından gelen onlarca kokuyu -kan, çelik ve nefretin o paslı, metalik kokusunu- alabiliyordu artık.

Ta uzaklardan, McKane’lerin konuşlandığı kamp alanından gelen fısıltıları işitebiliyordu.

İlk kez, aşağıda savaşan adamlar ağır çekimde hareket ediyorlarmış gibi göründü gözüne. Daha önce bunun nasıl farkına varamamıştı? Onlar ıslak kumda debelenir gibi ağır ağır hareket ederken, aralarına dalıp onları yok etmek o kadar kolay olacaktı ki. Yok etmek o kadar kolaydı ki. O kadar kolay.

Gavrael, vadiden aşağıya inmeden önce, hızlı ve derin nefesler alarak ciğerlerini doldurdu. O, aşağıya doğru önüne geleni biçmek için yıldırım gibi inerken, bir kahkaha, vadinin altındaki havzada çınladı. Gavrael, bu kahkahanın kendi dudaklarının arasından çıktığını, McKane’ler onun kılıcının altında can çekişmeye başladığında fark etti.

***

Saatler sonra Gavrael, Tuluth’un halen yanmakta olan kalıntıları arasında dolanıyordu. McKane’lerin hepsi ya öldürülmüş ya da geri püskürtülmüştü. Hayatta kalan köylüler yaralılarla ilgileniyorlar ve geniş, ihtiyatlı çemberler çizerek McIllioch’un genç oğlunun etrafında yürüyorlardı.

“Neredeyse altmış adamı yere serdin evlat,” diye fısıldadı gözleri parıldayan yaşlı bir adam. “Baban bile en ihtişamlı günlerinde böyle bir şeyi beceremezdi. Onun bile bu kadar zıvanadan çıktığını görmemiştim. Bir Berser-ker’dan bile daha vahşiydin.”

Gavrael ona doğru baktı ve ürperdi. Ona ne demek istediğini soramadan adam dumanların arasında ortadan kaybolmuştu.

“Kılıcının tek bir darbesiyle üç adamı indirdin delikanlı,” dedi bir başka adam.

Bir çocuk kollarını Gavrael’in dizlerine doladı. “Benim hayatımı kurtardın, sen kurtardın!” diye ağlamaya başladı. “Sen olmasaydın o kudurmuş McKane beni akşam yemeği niyetine yiyecekti. Sağ ol! Annem de sana teşekkür ediyor!”

Gavrael çocuğa gülümsedi, sonra çocuğun annesine doğru dönünce kadının hiç de minnettar bir şekilde bakmadığını gördü. Gülümsemesi kayboldu. “Ben bir canavar değilim- ”

“Senin ne olduğunu iyi biliyorum delikanlı.” Kadın bakışlarını onun üzerinden bir an olsun ayırmadı. Kadının sözleri Gavrael’e oldukça merhametsiz ve suçlayıcı geldi. “Senin ne olduğunu gayet iyi biliyorum ve bu fikrim asla değişmeyecek. Hadi yürü şimdi! Babanın başı belada.” Kadın titreyen parmağıyla en arka sırada yanan kulübelerin ötesini işaret etti.

Gavrael gözlerini kısarak dumanın geldiği yöne doğru baktı ve ileri atılırken tökezledi. Hayatı boyunca hiç bu kadar bitkin hissetmemişti kendini. Ağır aksak yürüyerek, halen ayakta kalan kulübelerden birinin etrafında döndü ve ani bir hareketle durdu.

Babası yerde kıvrılmış yatıyordu, her tarafı kanla kaplıydı, kılıcı ise yanındaki çamur birikintisinin içinde duruyordu.

Keder ve öfke yüreğinde birbirlerine üstünlük kurmaya çalıştıkça, Gavrael’i tuhaf bir boşluk duygusu içinde bırakıyorlardı. Yerde yatan babasına bakınca, annesinin cansız bedeni zihninde yeniden canlandı.

“Neden baba? Neden?” Kelimeler ağzından sertçe çıkarken sesi çatladı. Bir daha annesinin gülümsediğini göremeyecek, şarkı söylediğini duyamayacaktı. Hatta onun cenazesine bile katılamayacaktı, çünkü babası ona cevap verir vermez Maldebann’ı terk edecekti. Aksi takdirde, geriye kalan tüm öfkesini babasına yöneltmesi gerekirdi ki bu da onu babasıyla aynı konuma düşürürdü.

Ronin McIllioch inledi. Kurumuş kanla dolan gözlerini yavaşça açtı ve oğluna baktı. Güçlükle konuşmaya çalışırken, kan kıpkırmızı bir şerit gibi ağzından aşağı süzüldü. “Biz. doğuştan- ” Derinden gelen sinir bozucu bir öksürük onu durdurdu.

Gavrael eğilip güçlü elleriyle babasının yakasını kavradı ve suratını buruşturmasına aldırış etmeden onu sertçe salladı. Gitmeden önce istediği cevabı almalıydı; babasının ne tür bir delilik sonucu annesini öldürdüğünü öğrenmeliydi, yoksa hayatı boyunca cevaplanmamış sorular ona işkence edecekti. “Neden baba? Söyle! Bana bunu neden yaptığını söyle!”

Ronin’in kızarmış gözleri Gavrael’in gözlerine sabit-lendi. Hızlı ve kesik kesik nefes alırken göğsü yükselip alçaldı. Konuştuğunda sözlerinin altında tuhaf bir şefkat vardı. “Oğlum, bizim elimizden bir şey gelmez. Mcllli-och erkekleri. doğuştan böyledir.”

Gavrael dehşet içinde babasına baktı. “Bunu bana nasıl söylersin? Beni, senin gibi delinin teki olduğuma inandırabileceğini mi sanıyorsun? Ben senin gibi değilim! Sana inanmıyorum. Yalan söylüyorsun. Yalan!” Doğruldu ve hızlı adımlarla geri gitmeye başladı.

Ronin McIllioch dirseklerinden güç alarak kalkmaya çalıştı ve Gavrael’in vahşiliğini kanıtlamak için başıyla McKane savaşçılarının vücutlarından geriye kalan parçaları işaret etti. “Bu, senin eserin oğlum.”

“Ben acımasız bir katil değilim!” Gavrael bakışlarını parçalanmış bedenlerin arasında gezdirdi.

“Bu, McIllioch olmanın bir parçası oğlum, elinden bir şey gelmez.”

“Bana oğlum deme! Bir daha asla senin oğlun olmayacağım. Ben bu sapkınlığının bir parçası değilim. Ben senin gibi değilim. Hiçbir zaman senin gibi olmayacağım!”

Ronin anlaşılmayan sözler sayıklayarak gerisin geri yere düştü. Gavrael onu duymamak için kulaklarını tıkadı. Babasının yalanlarına bir an daha katlanamazdı. Ona sırtını döndü ve Tuluth’tan geriye kalanların arasında dolaşmaya koyuldu. Hayatta kalan köylüler küçük gruplar halinde bir araya gelmiş, çıt çıkarmadan onu izliyorlardı. Bundan sonra daima kınayıcı bakışlarla anımsayacağı bu insanlardan bakışlarını kaçırıp, gözlerini Maldebann Kalesi’nin kara taşlarına dikti. Dağın yamacına oyulmuş olan kale, kuleleriyle köyün üzerinde yükseliyordu. Bir zamanlar tek arzusu, büyüdüğünde babasına Maldebann’ı idare etmesinde yardımcı olmak ve zamanı gelince halkına liderlik etmekti. Annesinin kahkahalar eşliğinde mırıldandığı şarkıların geniş salonda yankılanmasını ve babasının şakayla karışık bağırarak ona cevap vermesini sonsuza kadar dinleyebilmeyi istemişti. Halkının dertlerini bilgece çözmenin, günü gelince evlenip kendi oğullarına sahip olmanın hayalini kurmuştu. Evet, bir zamanlar tüm bunların gerçekleşeceğine gerçekten de inanmıştı. Ayın Tuluth’un üzerindeki gökyüzünü arşınlaması için gerekenden çok daha kısa sürede, tüm bu hayalleri, ondan kalan son insani tarafla birlikte yok olup gitmişti.

Gavrael için günün geri kalan kısmı, harap olmuş bedenini gür ormanın içindeki tapınağa sürüklemekle geçmişti. Bundan sonra eve dönemezdi. Annesi ölmüş, kaleleri yağmalanmıştı ve köylüler ona korkuyla bakıyorlardı. Babasının sözleri zihninde yankılandı -biz doğuştan böyleyiz-âşık oldukları insanları bile öldürebilen katiller… Gavrael, babasının onun kanında da bulunduğunu söylediği şeyin, zihinsel bir hastalık, bir tür delilik olduğunu düşündü.

Kendini hiç olmadığı kadar susamış hissediyordu, neredeyse zorlukla Wotan Tepesi’nin ötesindeki küçük bir göle ulaştı. Yumuşak otların üzerine çöküp bir süre dinlendi. Biraz gücünü toparlayıp kendine geldiğinde, uzanıp su içmek için dirsekleri üzerinde ilerledi. Eğilip ellerini bir kâse gibi birleştirdi; köpürerek akan berrak suya doğru yöneldiğinde, suyun üzerinde dalgalanan yansıması karşısında donup kaldı.

Buz mavisi gözler ona bakıyordu.

1. Bölüm

DENİZİN-ÜSTÜNDEKİ-DALKEITH KUZEY İSKOÇYA 1515

Grimm, çalışma odasının açık kapılarının önünde duraksadı ve bakışlarını geceye doğru çevirdi. Yansıyan yıldızlar okyanusu benek benek yapmıştı, ışıklar dalgalarda iğne ucu gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Suyun kayalara çarptığında çıkardığı ses normalde onu rahatlatırdı, bu akşamsa onu garip biçimde huzursuz etmişti.

Hızlıca yürümeye devam ederken, içindeki bu huzursuzluğun nedeni üzerine kafa yordu ama bir sonuca varamadı. Dalkeith’te kalıp Douglas’ın birliğine komutanlık etmeyi kendisi seçmişti.

İki yıl önce o ve en yakın dostu Hawk Douglas, Edin-burgh’u terk etmişler ve Kral James’in hizmetinden ayrılmışlardı. Grimm, Hawk’ın karısı Adrienne’e büyük saygı duyardı – Adrienne’in onu evlendirmeye çalıştığı zamanlar dışında. Adrienne ve Hawk’ın küçük oğulları Carthi-an’a da delicesine düşkündü. Burada tam anlamıyla mutlu olmasa da hayatından memnundu. En azından yakın zamana dek öyleydi. Peki, şimdi onu rahatsız eden neydi?

“Bu kadar hızlı yürümeye devam edersen en sevdiğim halımı delik deşik edeceksin Grimm. Ayrıca, oturmamak konusunda inat edersen ressam senin portreni hiçbir zaman bitiremeyecek,” diye takıldı ona Adrienne. Grimm’i, dalıp gittiği hülyalardan çekip çıkarmaya çalışıyordu.

Grimm derin bir iç çekti ve elini gür saçlarının arasından geçirdi. Zihni uzaklardaydı, eliyse şakaklarının üstündeki bir noktayla oynayıp duruyordu. Denize bakıp düşüncelere daldığı sırada, bir saç tutamını alıp elinde çevirerek örgü haline getirmişti.

“Grimm dilek tutmak için bir yıldızın kaymasını mı bekliyorsun yoksa? Nedir orada aradığın?” Hawk Doug-las’ın kapkara gözleri neşeyle parlıyordu.

“Pek değil. Senin şu muzip karın, geçenlerde dilek tutarken beni nasıl bir lanete bulaştırdığını söylerse daha mutlu olacağım.” Bir süre önce, Adrienne kayan bir yıldızı görüp dilek tutmuş ve ikisinin ısrarlarına karşın, dileği gerçekleşene kadar ne dilediğini söylemeyi kesin bir dille reddetmişti. Verdiği tek ipucu, dileğinin Grimm’le ilgili olduğuydu. Bu da Grimm’i huzursuz etmeye yetmişti. Kendini batıl inançlara sahip biri olarak görmezdi fakat bir şeyin çok uzak bir ihtimal gibi görünmesinin bunun imkânsız olduğu anlamına gelmeyeceğini bilecek kadar çok şey geçmişti başından.

“Ben de söylemesini isterdim Grimm,” dedi Hawk,…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yahudi Sevgili

Editor

Martı Konusu Özeti İncelemesi ve Çehov’un Oyun Yazarlığı

Editor

Kül ve Ateş

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası