Dana Stellgarten’ın boşanmasının üzerinden bir yıl geçmiş ve işler gittikçe zorlaşmıştır. Yedi yaşındaki oğlu, babasının yokluğuyla öfkeli ve huysuz bir çocuğa dönüşmüştür. Kızı Morgan’ın daha on iki yaşında olmasına rağmen bulimik olduğunu öğrenmiş ve popüler kızlarla arkadaşlık kurmaya çabalarken çok baskı altına girdiğini fark etmiştir. Yeğeni Alder, on altı yaş sorunlarıyla hayatlarının ortasına tam manasıyla dalmış ve onlarla kalmak istemektedir. Genç kızlığa yeni yeni adım atan Alder, eskiden olduğu gibi mutlu ve neşeli değildir.
***
BÖLÜM 1
İki kilo öncesine dek tam gelen fakat şimdilerde onu hoş ama davetsiz bir biçimde sıkıştıran bluciniyle mutfak tezgâhının başında, omzuyla başı arasına sıkıştırdığı telefonla beklerken bir tepsi lazanyayı folyolamakla meşguldü. Bakışları yerel gazetedeki ölüm ilanlarını taradı, fakat Dermott McPherson’ın ismini göremedi, en azından bu seferlik. Lazanyayı yapmasının sebebi Bay McPherson’dı, gerçi yemek onun için değildi. Muhtemelen fazla yemek yemiyordu. Yemek, sevdikleri insanın ölümcül hastalığından ötürü anlaşılabilir bir biçimde perişan hâlde olan ailesi içindi. Dana onları tanımıyordu. O, zor günler geçiren aileler için yemek yapan Comfort Food’un bir üyesiydi.
Sıra ona geldiğinde aileler için yemek yapıyordu. Telefonlara bakıp yatak takımlarını değiştiremiyor ya da onlara destek olup ilaç yardımı yapamıyordu belki ama yaptığı yemeklerin tüm bunların yerine geçmesini umuyordu. Çoğu kez, kendi annesinin neredeyse gözle görülebilir bir biçimde küçülmüş olan akciğerlerini, gri yüzünü ve aniden içine düştüğü zafiyeti anımsardı. Dana, iyi hazırlanmış bir yemeğe minnettar kalırdı o zamanlar. Öyle süslü püslü bir şey değil, sadece lastik gibi pizza ve tatsız bir gazlı içecekten biraz daha iyi bir şeyler. Ölümün pusuyla solmamış dünyayla küçücük bir bağ…
Babasının gidişi annesininkine kıyasla çok daha çabuk ve temiz olmuştu. Hastanede yatmalar, kederli arkadaşlar, hatta seçilecek bir tabut bile yoktu. Fakat Dana bunu düşünmek istemedi.
“Cotters Rock Diş Sağlığı Merkezi,” dedi bir ses kulağına.
“Size nasıl…“
Kasvetli hayallerinden afallamış bir şekilde, Dana aniden ürktü ve telefon takırdayarak yere düştü. Yerden çabucak aldı.
“Kendra, çok üzgünüm! Umarım korkunç bir ses gelmemiştir.”
“Önemli değil,” dedi resepsiyonist.
“Çok mahcup oldum. Gerçekten çok özür dilerim.”
“Ben iyiyim. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Dana Stellgarten. Morgan ve Grady’nin annesi. Mümkünse rutin kontrolleri için randevu almak istiyordum.”
Girişte, kapı gıcırtısı ve yere düşen sırt çantasının patırtısı duyuldu. “Bir dakika izin verin, lütfen,” diye fısıldadı telefona Dana, ardından eliyle ahizeyi kapadı. “Morgan?”
“Evet?”
“Darby’lere gideceğini sanıyordum.”
“Gördüğün gibi gitmiyorum.” Morgan mutfakta belirdi ve buzdolabının kapağını açtı. Orada, çeşnilerin ve yoğurt haznelerinin arasında, sadece gençlerin görebileceği bir film gösteriliyormuş gibi dikildi.
“Çok özür dilerim, sizi daha sonra ararım,” dedi Dana telefona.
Yüzü buzdolabının ışığında aydınlanan kızına odaklandı.
“Planlar mı değişti?”
“Darby kendini iyi hissetmiyordu.” Morgan’ın parmakları, havada tırnak işaretlerine dönüştü aniden.
“Başka bir gün için program yaptınız mı peki?”
Morgan annesine döndü. “Hayır, anne; program falan yapmadık. Sadece takılıyoruz. Takılmak için program yapmazsın.”
“Sen sanki… Sen Darby’ye kızgın mısın?”
Morgan buzdolabının kapısını yumruğuyla kapattı. “Kızgın olmamı gerektirecek bir şey yapmadı.”
“Sana nasıl söyledi?” Morgan altıncı sınıftaydı ve Dana kızların artık birbirlerine neyi söylediklerinin önemli olmadığını anlamıştı. Asıl olay birbirlerine nasıl söyledikleriydi.
Morgan mutfak sandalyesine çöküp eline aldığı peçeteyle oynamaya başladı. “Kimmi ile birlikteydi. Ona ‘Hey, son dersten sonra buluşalım,’ dedim ve o Kimmi’ye baktı.”
Dana bunun kötü bir şey olduğunu biliyordu. Gözler artık birer silahtı. “Ona mı baktı?”
“Evet. ‘Ah, evet. Şey… Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Sanırım eve gitmeliyim,’ falan dedi. Ben de ‘Hasta mısın?’ diye sordum. Sonra tekrar Kimmi’ye baktı ve ‘İyiyim, sadece biraz boş vakte ihtiyacım var,’ dedi.”
Morgan’la olmaktansa yalnız olmayı mı tercih etmiş? diye düşündü Dana. Üzerine anaç bir öfke dalgası çöktü fakat bunun Morgan’ın şüphelerini doğrulayacağını ve kendini daha kötü hissetmesine sebep olacağını bildiği için bir şey belli etmedi. Çoğu kez Dana da olayların göründükleri kadar moral bozucu olmadığı ihtimaline sıkıca sarılma gereksinimi duyardı.
“Hayatım, belki de sadece programı çok yoğundur,” diye ileri sürdü Dana.
“Biz anaokulu çocukları değiliz, anne.” Morgan ayağa kalkıp odasına gitti. Dana onu yalnız bıraktı. Kızının, odasında bir ders kitabı açıp sayfanın üzerine eğileceğini, dünyada Şekil A ve Alt kısım B’den başka bir şey yokmuşçasına dersine odaklanacağını biliyordu.
Dana, “Grady’yi antrenmana götürüyorum!” diye seslendi kızına bir müddet sonra. Grady’yi ve diğer eşyaları minivana yükledikten sonra lazanya, sezar salatası, İtalyan ekmeği ve çikolatalı kekleri McPherson’lara bırakmak için dolambaçlı bir yola girdi.
“Ar’bada kal’bilir miyim?” diye sordu yedi yaşındaki Grady. Ağız koruyucusu yüzünden düzgün konuşamıyordu.
“Ne?” Dana bütün yemek kaplarını almak için uğraşıyordu.
“Biraz yardım edebilir misin?”
Graddy ağız koruyucusunu zorla çıkardı. “Seninle kapıya kadar gitmek istemiyorum. Orada her şey, bilirsin, acıklı. Ve eğer kapıya bir çocuk bakarsa, sırf benim babam hasta olmadığı için ve birilerinin yemeğimi önüme boşaltmasını beklemek zorunda olmadığım için benden nefret edecek.”
Dana iç çekerek kapıya doğru yürüdü. Kapıyı kimse açmadı. Dana yemeği, üzerinde COMFORT FOOD yazan bir soğutucu içinde ön basamağa bırakıp arabaya gitti. Oradan ayrılırken, blucin ve tişört giymiş bir kadın kucağında küçük bir çocukla önce soğutucuya, ardından da caddeye şöyle bir göz attı. Kısa bir an için gözleri Dana’nınkilerle buluşunca teşekkür eder gibi elini kaldırdı. Dana da ona el salladı.
Ne kadar da genç… diye düşündü uzaklaşırken.
Dana mümkün olduğunca sık Grady’nin futbol antrenmanlarını izlemeye çalışırdı. Koç onu korkutuyordu. İkinci sınıflardan oluşan takıma sanki donanmaya katılacak askerlermiş gibi bağırıp çağırıyordu. Dana buna alışkın değildi. Futbola dek, Grady’nin koçları hep antrenmana vaktinde yetişmek için 84 numaralı eyaletler arası karayolundan aşağı hızla sürerken kravatlarını çıkaran bıkkın babalardan oluşmuştu. Başkalarının çocuklarına bağırıp çağırmak gibi bir merakları yoktu, kendi çocuklarına yeterince bağırıyorlardı zaten. Tek istedikleri çocukların bir-iki hareket öğrenmesi, hoşça vakit geçirmesi ve birbirlerini kana bulamaktan kaçınmasıydı.
Koç Roburtin, çocukların seslendiği şekliyle Koç Ro, daha farklı bir felsefe benimsemişti. Futbol antrenmanı, kendi idmanını iki misline çıkarıyordu ve o da bunu sahanın etrafında birkaç etap koşturarak ya da şınav çektirerek ödetiyordu. Dinlemedikleri zaman kasklarının tepesine vuruyor, Dana’nın sadece onlara bakarken bile kendi omzunu acıtacak biçimde, küçücük kafalarını sallıyordu. Dana, Koç Ro’nun hiç evlenmediğini ve çocuğu olmadığını, kentte büyüdüğünü ve Cotters Rock Lisesi futbol takımında oynadığını duymuştu. Şimdilerde ise, Manchester yakınlarında araba satıcılığı yapıyordu.
“Stelly! Nerede bu Stelly? Kaldır şu kıçını ve gel buraya, evlat! Buraya oynamaya mı geldin yoksa eldiven örmeye mi?”
“Eldiven örmek” Koç Ro’nun kullandığı, futbol olmayan her şeyi ifade eden bir terimdi. Açık mavi tişörtü formasının altından sarkan bir çocuk koşarak geldi. Bu Grady’nin tişörtüydü, Dana emindi. Koç Ro çocuklara kükremekle o kadar meşguldü ki isimlerini dahi ezberleyememişti. Belki de birileri zamanında Koç Ro’nun kaskına biraz fazlaca vurmuştu. Daha sonra birden Stelly’nin Stellgarten’ın kısaltması olabileceği geldi aklına.
“Pekâlâ!” Birden Grady’nin yüz maskesini yakalayıp onu oyun kurucunun yanına yerleştirdi. “Timmy vuruşu yapacak. Daha sonra sana verecek ve sen onu düşürmeyeceksin! Saha sonu çizgisine dek pantolonun yanıyormuş gibi koşacaksın! Anladın mı?” Grady’nin kaskı aşağı yukarı sallandı. “Evet dediğini duymak istiyorum!” diye haykırdı koç.
Grady tiz sesiyle “EVET!” diye bağırdı.
Ardından oyun hareketlendi. Çocukların düzensiz kalabalığı, odaklanmış, gol arayan iki takıma dönüştü birden. Sadece altı saniye için. Daha sonra Grady’yi tutmaya çalışan oyuncular arkadaşlarına toslayıp, su şişelerine doğru koşmaktan başka yapacak şeyleri olduğunu unutmuş gibi davranmaya başladılar. Karşı takım, kendi takımının gol çizgisine doğru koşmakta olan Grady’ye doğru üşüştü. Bir çocuk arkadan çekerek formasına yapıştı. Daha sonra her iki takım da, yerde bir metrelik bir çocuk yığını oluşana dek birbirlerinin üzerlerine atlamaya başladılar. Grady en altta kalmıştı. Dana’dan panik içinde bir “Aman Tanrım!” çıktı.
“Ayağa kalkın, sizi maymunlar! Kurtul ondan!” diye gürledi Koç Ro oyuncuları omuzluklarından tutup kenara atarak.
“Stelly, iyi misin? Bir şeyin yok, öyle değil mi?”
Dana, Grady’ye doğru koşmaya başladı fakat bir el kolunu yakalayana dek yalnızca bir-iki adım atabildi. “Biliyorsun, yanına gidemezsin,” dedi arkasındaki ses. Dana dönünce Timmy’nin annesi Amy Koljian’ı gördü. “Kötü bir şeyse koç sana el sallayacaktır,” dedi bilmiş bir baş işaretiyle.
“Ama yaralanmış olabilir!” Amy için sakin kalmak kolaydı. Kendi oğlu şimdi kenarda, bir haftadır bir şey yememiş gibi ağızlığını çiğneyerek oturuyordu.
“Koç söyleyene dek alana anne-babalar giremez,” diye çıkıştı Amy. “Eğer gidersen Grady’yi utandırırsın.”
“Koç söyleyene dek mi? Koç, oğlumun ismini bile bilmiyor!” dedi Dana.
Amy eliyle onları gösterdi. “Bak?” dedi kendini beğenmiş bir şekilde. “O gayet iyi.” Grady şimdi, küçücük vücudu havayla inip kalkarak oturuyordu. Dana, varlığından haberdar olması için oğlunun ona bakmasını istiyordu. Kaskı onun tarafına doğru döndü ve sonra yavaşça ayağa kalktı. Koç omzuna bir yumruk attı. “Pekâlâ, sizi geri zekâlılar. Bu da neydi şimdi?” diye haykırdı.
“Tanrım, futboldan nefret ediyorum,” dedi Dana derin bir soluk alarak.
Amy yanında kıkırdadı. “Futbola yeni başlayan çocukların anneleri her zaman çok gergin oluyor.” Timmy dört erkek çocuğun en küçüğüydü ve Amy üstün, deneyimli anneyi oynamaya bayılıyordu.
Dana, minnettar bir şekilde tebessüm etmeye çalıştı. Eğer yanına gitseydi Grady kesinlikle çok utanacaktı ve sonunda da berbat bir biçimde yaralanmamış olduğu ortaya çıkacaktı. Omurgası hâlâ yerindeydi, dişleri hâlâ dişetlerine güzelce yerleşmiş vaziyetteydi. Yine de Amy’nin kendinden fazlasıyla memnun hâli Dana’da onun boğazını sıkma ya da daha iyisi, onun davetli olmadığını bile bile arkadaşı Polly’nin verdiği kızlar gecesinden bahsetme isteği vermişti.
Bu beklenmedik kindarlık dalgası Dana’yı şaşırttı. Bu o değildi. O asla bilerek insanların duygularını incitmezdi. Ve bu, çocuklarının ilk arkadaşlıklarının oluşmaya başladığı zamanlardan beri onların kafasına sokmaya çalıştığı en önemli şeydi: Asla davetlerden bahsetmeyin. Bugün Cassandra’nın seni anaokulundan sonra evine çağırdığını ve eğer annesi almayı hatırlarsa çikolatalı pudingle parmak boyası yapabileceğinizden bahsetme. Tüm çocukların davetli olduğunu düşünüp de sakın Owen’ın Laser Tag Rumble’daki doğum gününe gideceğini herkese duyurma. Hatta teneffüslerde, oyun parkında sıranızı beklerken sorumlu öğretmeninizin elini sıkıp “Hadi artık!” bile demeyin.
Antrenman sona erdi, Grady ona doğru yürüdü. Ne o, topallıyor mu yoksa? Oğlunun elinden tutup onu arabaya doğru çekmeye başladı. “İyi misin?” diye sordu. “O ne zincirleme kazaydı öyle.”
“Evet,” dedi Grady. “Travis yarın bize gelebilir mi?”
“Tabii ki, eve gidince annesini ararım.”
“TRAVIS!” diye bağırdı Grady otoparktan. “BİZE… “
Dana elini anne-babalara özgü bir hızla çocuğun ağzına kapadı. “Sana bu konuda ne söylemiştim?” diye fısıldadı sert bir tonla.
“Kimsenin buna aldırdığı yok, anne,” diye ısrar etti çocuk ondan sıyrılmaya çalışarak.
Herkes aldırır, diye düşündü Dana. Gitmeyecek olsalar bile, herkes davet edilmeyi ister.