TUTKULAR MI DAHA GÜÇLÜDÜR YOKSA HAYALLER Mİ?
Portia Derring, büyükannesinin bütün ısrarlarına rağmen evlilik fikrine bir türlü ısınamamıştır; annesi gibi, yolculuklara çıkarak dünyayı keşfetmenin hayalini kurar. Ancak Derring ailesinin son dönemlerde yaşadığı maddi sıkıntılar nedeniyle büyükannesi, Portia’nın varlıklı bir erkekle evlenerek ailesini bu parasal güçlükten kurtarmasını ister. Heathston Moreton, cemiyet hayatının gözde bekârıdır. Tanınmış aileler kızlarını Heath’le evlendirerek bu soylu ve zengin aileye dâhil olmak için birbirleriyle yarış halindedirler. Ancak Heath, ailesinde önceki nesillerde görülen ve deliliğe neden olan kalıtsal bir hastalığı bahane ederek evlilikten kaçar. Yakışıklı Kont’un çapkınlıkları dillerde dolaşırken, aile büyükleri de onu evlendirmek için kolları sıvar. Ancak bu dikkafalı genç adamı evlendirmek hiç de kolay değildir. Fırtınalı bir günde, küçük bir kaza bu kadın ve erkeği karşı karşıya getirir. Aralarında kıvılcımlanan tutku, aşka dönüşebilecek midir?
“Enfes, cezbedici, yepyeni bir romans… Sizi de sürükleyecek.”
-Romantic Times Book Reviews
“Sophie Jordan kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yazar.”
-Barbara Dawson Smith
“Sophie Jordan gibisi yok!”
-Samantha James
***
Leydi Portia Derring, kayalık tepelerin arasındaki ağaçlıklı boş yolda gözden kaybolan arabacının ardından bakarken, “O yalancının dilini koparacağım,” dedi.
Buz gibi esen rüzgâr başlığını havalandırınca, soğuktan kaskatı kesilmiş parmaklarıyla çenesinin altında sallanan yıpranmış kurdelesini çekiştirdi. Başlığı, günün modasına pek uygun değildi belki ama gardırobundaki en iyi başlıktı ve onu kaybetmeye niyeti yoktu.
Nettie, “Yine mi pencereden bakıyorsun?” diye sordu.
Yerine oturan Portia derin bir nefes alarak, “Burada mahsur kaldık. John geri dönmeyecek,” dedi.
Kaygısız bir ifadeyle, “Dönecek,” diyen hizmetçi, uzandığı yıpranmış minderlerin üzerinde dolgun hatlarıyla gerindi. “BiPortia kaşlarını çatarak ona baktı. “Ve eşkıyaların bizi gafil avlamasına izin vereyim, öyle mi? Çok parlak bir fikir doğrusu.”
Nettie, bademciklerini sergileyerek geniş geniş esnedi. Birkaç kez ağzını şapırdattıktan sonra, “Seni rahatsız eden ne?” diye sordu.
Portia, hareketsiz duran arabayı işaret etti, hayal kırıklığı duygusunun bedenini kapladığını hissediyordu. “Farkında mısın bilmem ama ayyaş arabacımız bizi terk etti.” Başıyla mora çalan gökyüzünü işaret etti. “Geceyi bu köhne arabada geçirmenin düşüncesine bile dayanamıyorum.”
Nettie kızıl renkli kaşlarını kaldırarak camdan dışarı baktı. Onun bakışlarını takip eden Portia’nın, kararan havanın gölgelediği, kireç taşlarıyla bezenmiş, çorak arazinin vahşi güzelliğiyle dikkati dağıldı. Medeniyetten kilometrelerce uzaktaydılar. Ailesinden de uzaktaydı ve görev, sorumluluk, evlilik gibi kavramlardan da. Kalbi sıkıştı. Ancak birden, durumunun o kadar da kötü olmadığını düşündü. Sanki yüreğini sıkan düğüm çözülmüş gibi, yıllardan sonra ilk kez rahat bir nefes aldı.
Nettie dilini şaklattı. “Bu kez; ihtiyar kurdun seni uzağa, buralara kadar göndermesini gerçekten başardın.”
Portia mavi yün eteğinin üstündeki tiftiğe fiske atarak, beklediği terslenme fırsatını böylece yakalamış oldu. “Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi yalan söyleyerek, “ben hiçbir şey yapmadım ki.”
“Hiçbir şey,” diye hınzırca kıkırdadı hizmetçi. “Asıl sorun da bu zaten. Beş yıl boyunca hiçbir şey yapmadın. Ama artık zamanın doldu.” Sanki bu durumdan memnunmuş gibi başını salladı. “Büyükannenin söylediklerini duydum.”
“Yine kapıyı mı dinledin?” dedi Portia suçlayarak.
“Ya sen seçersin ya da onlar. Bana sorarsan, senin bu dikkafalılığına yıllar önce bir çözüm bulmaları gerekirdi.”
Portia, “Sana soran olmadı,” diye cevabı yapıştırdı.
Omuzlarını silken tombul yanaklı hizmetçi, Portia’ya huzur dolu kısa bir an bahşederek, bir süre camdan dışarı baktıktan sonra sessizliğini bozdu. “Kasabada zenginler var mıdır acaba? Tanrı’nın bile unuttuğu bu yerde biraz zor ama.” Bakır rengi başını sallayarak, şehirden uzaklaşmalarından kimi sorumlu tuttuğuna şüphe bırakmayacak bir tavırla bakışlarını Portia’ya çevirdi.
“En azından oraya yakın olduğumuzu söyle.”
“John bir şey söylemedi ama yakında bir yerlerde olmalıyız.” Arabacı sendeleyerek yola inmeden önce pek fazla konuşmamıştı ama bir saat içinde döneceğine dair verdiği söz, o zaman bile kulağa oldukça boş gelmişti. Özellikle de nefesi içki kokarken.
“Posta arabasına binmeliydim,” dedi.
Gerçi büyükannesi böyle bir şeye asla izin vermezdi. Bir Derring asla toplu taşıma araçlarım kullanamazdı. Ne kadar çaresiz bir durumda olursa olsun. Ne de olsa görünüşü kurtarmak gerekiyordu. Bir Derring asla yoksul görünmemeliydi Yoksul olsa bile.
“Şehirdeki o zengin taliplerinden birini seçmediğin için pişman olduğuna bahse girerim.”
Portia, yüzünü ekşitme dürtüsünü bastınp pişman olmadığım göstermemeye dikkat ederek, tekrar camdan dışarı baktı. Ailesinin onun başına yıkmaya çalıştığı düzinelerce talipten kurtulmayı başarmış birisi olarak, bir talibi savuşturmak neydi ki?
Arabanın yırtık pırtık perdelerinin arasından dışarı baktı. Karaçalı ve rüzgârda dalgalanan fundalıkların vahşi bir görünüm kattığı, hem görkemli hem de kurak olan kasvetli arazinin görüntüsü ruhuna merhem oldu.
Derinlerdeki yıllardır bir şey hissetmekten yoksun gizli bir noktayı uyandırmıştı. Çalılık araziyle sosyetenin balo salonları arasında dağlar kadar fark vardı. Genç kadın da bu durumdan içtenlikle memnuniyet duyuyordu.
‘Tek sayılmaz,” diye cevap verdi, kaybolmaya başlamış kışın dudakları tarafından öpülen temiz havayı ciğerlerine çekerek.
Evden uzaklaşmak nadir bulunan bir fırsat, değeri fazlasıyla bilinen bir tatildi, özellikle de en büyük arzusu, annesinin her gün tecrübe ettiği gibi seyahat etmek, özgürlüğün ve maceranın tadım çıkarmak olduğu için.
Yeni talibinin ilgisinden hoşlanıyormuş gibi davranmaya zorlanmak önemli değildi. Cemiyet balolarına katılmaktan, ailesinin dırdırından, göğsündeki anlamsız bir umut hissiyle odadan odaya dolaşmaktan, nefesini tutmaktan, beklemekten, izlemekten ve istilacı bir yalnızlık duygusundan kurtulmak anlamına geldiği için önemli değildi.
Annesini özlemesine rağmen, evden bilinmeyen ülkelere gitmek üzere ayrılmasına onu neyin sürüklediğini anlayabiliyordu.
Yıkımın sıcak nefesi Yunanistan, İspanya ya da şu anda annesinin yuva olarak kabul ettiği yer her neresiyse oraya kadar ulaşamıyordu. Portia gözlerini uzun bir süre kapayıp dünyasının ona geçirmiş olduğu zincirlerden sitkinerek onların düşmesini sağlamak ve bunun bir dayatma değil, kendi seçtiği bir tatil olduğunu düşünmek için elinden geleni yaptı, “Bu kadar yeter,” dedi Portia başlığını düzeltip şapka iğnesini kararlı bir burkmayla hasınn içine yeniden yerleştirerek.
“Nereye gidiyorsun?”
“Yardım bulmaya.” Kapının mandalını kavradı ve iterek açtı. Soğuk rüzgâr, sanki pusudaki vahşi bir hayvan gibi saldırarak kapıyı yeniden içeri doğru İtti. Genç kadın etiyle kapıyı iterken homurdanıyordu. “Birisini bulmalıyız. John’a güvenemeyiz.” Eteklerini bir elinde toplarken ekledi: “İstersen sen de gelebilirsin. Canlandırıcı bir yürüyüş enerjini yerine getirebilir.”
“Burada, sıcak ve kuru bir yerde kalmayı tercih ederim, teşekkürler.” Nettie burnunu çekip eteğiyle tombul, süt beyazı bacaklarını örtmeye dikkat etmeyerek uyuşuk bir halde minderlerin üzerine kıvrıldı.
Etraflarını çevreleyen rüzgârlı, vahşi araziye ve her dakika biraz daha kararan gökyüzüne bakınca bir anlığına içini endîşe kapladı. Bu duygusunu başarmaya çalışarak dışarı çıktı. Arabadan indiğinde, suya düşen kaya misali, ayaklan birden ıslak zemine batıverdi. Bir çamur dalgası çizmelerinin içine doğru sızdı. Eteklerini daha da yükseğe kaldıran genç kadın, ayaklarının çevresini sarmalayan çamurun yarattığı his karşısında burnunu kırıştırdı. Rüzgâr bit tokat misali çarpıp pelerinin önünü açarak onu keskin soğuğa karşı korunmasız bıraktı.
“Ha… harika,” diyerek birbirine çarpan dişlerinin arasından söylendi. Ayağının önce birini, sonra da diğerini vantuz gibi çekerek çamurdan zorlukla çıkarıp adımını attı. Çizmelerini kirletmesi iyi olmazdı. Bond Caddesi’ndeki dükkânlar ailesine veresiye alışverişi kibarca ama kesin olarak sona erdirmişlerdi. Dolayısıyla, yakın geleceğinde yeni bir çift çizme yoktu.
“Bu hızla kasabaya ancak yarın ulaşırsın,” diyen, Nettie’nin camdan gelen neşeli sesiydi.
Omuzlarının üzerinden ona dik dik bakan Portia, adımlarını sıklaştırarak can sıkıcı hizmetçisini ve arabayı geride bıraktı.
Bata çıka ilerliyordu. Ciğerleri soğuk havanın etkisiyle sızlamaya başladı. En azından daha ılık ve kuru olan barınaklarına dönüş fikri onu cezbetse de günlerini o küf kokulu arabada, Nettie’yle kapana kısılmış bir durumda geçirmek istemiyordu.
Ve bir hendekte yüzükoyun yatıyor olma olasılığı yüksek olan ayyaş John’la. Bu olasılığı düşününce dudaklarını ısırdı ve güçlükle yürümeye devam etti.
Pelerinin yere sürünen etekleri, zaten güçlükle yürüyen genç kadının hızını iyice kesiyordu. Portia ufukta çakan şimşeği görünce sıçrayarak duraksadı. Başını kaldırdı ve çatık kaşlarla gökyüzüne baktı, irice bir yağmur damlası yanağına düştü.
“Tabii ya,” diye homurdandı. Terk edilmişti. Çaresizdi. Soğuktu ve fırtınanın kopması çok yakındı.
Sonra bulutlar aralandı.
Bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur, yüzünü ıslatıyor ve görüşünü engelliyordu. Boynundan içine doğru süzülen buz gibi soğuk damlalar içini titretiyordu. Sefaletin içinde debelenirken, gökyüzündeki ani patlama sesini duyunca yıldırım düştüğünü sandı.
Sarsıntının yıldırım nedeniyle olmadığını fark ettiğinde çok geçti. Sarsıntı yerden gelmişti. Yağmurdan sırılsıklam bir haldeydi ve donuyordu. Endişe her yanım kaplamıştı. Eğilerek, sarsıntının etkisiyle iyice çamura bulanmış ayaklarına baktı.
“Bu da ne?”
Yukarı doğru baktığında, sözcükler boğazına dizildi.
Dönemeçten hızla çıkan bir atlı, gri yağmur perdesinin içinden ona doğru geliyordu. Portia çığlık atmak üzere ağzını açtı.
Ancak sesi çok cılız bir inilti gibi çıktı. Dili tutulmuş bir halde, sanki ölümünü bekleyen bir kurban gibi olduğu yerde donakaldı.
Yağmurun şiddetli temposuyla birlikte, baş döndürücü bir kükreme halinde Portia’nın beynine hücum eden kan, durumu algılamasını sağlamıştı. Boğuk bir haykırışla, kendini korumak istercesine ellerini kaldırdı. Kendini yana doğru atmak istedi.
Ancak bileklerine kadar çamura gömülmüş olduğu için yerinden kıpırdayamadı. Dengesini kaybederek geriye doğru düştü.
Çamur ve yağmur suyu nedeniyle boğulma tehlikesi geçirirken gözlerini, üzerine doğru gelen kocaman toynaklara dikmişti. Sesini tamamen kaybetmiş gibiydi. Haykırmak için çabalasa da boğazından yalnızca cılız bir inilti çıkıyordu. Can havliyle kendini geriye doğru çekmeye çalıştı. Binicinin bir şekilde dikkatim çekmiş olacak ki adam, atın dizginlerini aniden çekiverdi.
Bu ani hareketle yere düşen atın ölümcül tehlike arz eden toynakları, genç kadının birkaç santim yakınına gelene kadar sürüklendi. Bu sırada olanca çamuru da genç kızın Üzerine fırlatmıştı. Portia yutkunup kire bulanmış kirpiklerini kırparak, çamur yüzünden bulanık görebildiği hayvanın titreyen bacaklarına doğru baktı ve durması için dua etti.
Binici çevik hareketlerle atından inerek elindeki meşaleyi genç kadına doğru tuttu. Uzun çizmeleriyle genç kızın karşısında dikilen binicinin görüntüsü bir korsanı andırıyordu, Portia, gözlerini adamı incelercesine, yavaş yavaş yukarı doğru kaldırdı. Dar kalçalı, geniş omuzlu adamın gri gözlerindeki ifadenin, fırtınalı havadan pek bir farkı yoktu.
Adamın dudaklarının yavaş yavaş oynadığını fark etti. Sanki bu olanların tek sorumlusu kendisymiş gibi, adam ona bağırıyordu.
Bir insanın hayatını hiçe sayarak bu kadar tehlikeli at süren adamın kendisi değil de genç kadınmış gibi, onu suçluyordu.
Koyu renkli kaşları çatılan adam, gürleyerek konuştu. “Senin sorunun ne? Allını mı kaçırdın? Yaklaştığımı duymadın mı?”
Genç kız ağzını sımsıkı kapadı. Adamın acımasız görünüşlü, zayıf yüzüne bakarken Öfkesi alevlenmişti. Küstah adam hiçbir pişmanlık duyma belirtisi göstermemiş, özür dileme teşebbüsünde bile bulunmamıştı. Hatta genç kızı ayağa kaldırmak için yardım elini bile uzatmaya yeltenmemişti. O, vahşinin tekiydi. Sanki kontrolden çıkmış bir vahşi hayvan gibiydi.
Genç kız, adamın giysilerine baktı. Toprak rengi yün takım elbisesi ve siyah yağmurluyla seçkin görünüşlü birisiydi.
Islanmıştı ama en azından kendisi gibi çamura bulanmamıştı. Üzerindeki siyah, kalın pelerininin onu sıcacık tuttuğu belliydi.
Elindeki kırbacı boş gözlerle sallayıverince, genç kadın bir an kırbacı kendisinin üzerinde deneyeceğini düşünerek irkildi.
“Hadi gel,” dedi soğuk bakışlarım maskeleyen, tatlı bir ses tonuyla, “konuşamıyor musunuz, küçük Bayan Çamur Pastası?”
Bayan Çamur Pastası mı?
Ellerini yumruk yapıp kendisini çevreleyen çamurun içine gömülmüştü. Eldiveninin içine sızan balçık, parmaklarının arasını iyice doldurmuştu.
Adam, önce neredeyse onu Öldürüyordu.
Şimdi de onunla dalga geçiyordu.
Bu dayanılır gibi değildi. Alt dudağını dişleyerek tısladı ve doğru bir şey yaptığını umut ederek avucuna aldığı çamuru adamın suratına fırlattı…